Kürt siyaseti ve ulus devlet

Kürt siyasetinin kimi sözcüleri, “ulus devlet” olgusunu salt etnik ya da belirli bir ulusa ilişkin çağrışımlarıyla ele aldıklarından, bu olgunun hem gerçek içeriği hem de tarihselliği biraz güme gitmektedir...

Metin Çulhaoğlu -soL

Şu ‘ulus devlet’ dediğin

Son ayların bunca hengamesi içinde kimi ciddi tartışma başlıkları gözden kaçıyor.

Bu başlıklardan biri, az sayıda kimi liberalle birlikte genel olarak Kürt siyaseti tarafından sıkça gündeme getiriliyor: Ulus devletin sonu, bitişi, iflası vb…

Liberaller neyse de Kürt siyaseti söz konusu olduğunda akla ister istemez şu soru geliyor:

Kürt siyaseti, izlemekte olduğu reel politikayı özel olarak Kürt sorununun çözümünün de ötesinde, belirli bir dünya görüşü ve toplum tasavvurundan mı türetiyor, yoksa asıl olan reel politika da, dünya görüşü ve toplum tasavvuru bunun bir tür süsü gibi mi kullanılıyor?

Denecektir ki: “Canım reel politika desek de bunun bir nihai amacının olması gerekmez mi?” Doğrudur, ancak düşündürücü nokta, hangi nihai amaç atfedilirse atfedilsin izlenen reel politika çizgisi ile ara sıra dillendirilen büyük ve iddialı tasavvurlar arasındaki kapatılması pek mümkün görünmeyen boşluktur.

Büyük boşluk yaratan noktalardan biri, “ulus devletin” yanlışlığına, bitmişliğine, aşılmışlığına vb. ilişkin görüşlerdir.

Kürt siyasetinin kimi sözcüleri, “ulus devlet” olgusunu salt etnik ya da belirli bir ulusa ilişkin çağrışımlarıyla ele aldıklarından, bu olgunun hem gerçek içeriği hem de tarihselliği biraz güme gitmektedir.

Oysa Marksist ya da “liberal” pek çok kaynağa göre ulus devlet, “bir halkın kendi geleceğini ülke ölçeğindeki bir siyasal aygıtın ortaya koyduğu çerçeve içinde belirlemesi” fikridir. İşin özü budur.

Peki, işin içinde “milliyetçilik” hiç mi yoktur?

Bu sorunun yanıtı için de olgunun tarihsel boyutuna bakılması gerekiyor.

Ulus devlet fikri, Batı Avrupa’da gelişen kapitalizmin, bu süreçte güçlenen ve feodalizmin parçalı bağlarından kurtulmak isteyen burjuvazinin ürünüdür. İşgücü ihtiyacının karşılanmasında, ürettiği ürünlerin pazarlanmasında, kaynaklara erişimde ve vergilendirilmede eski rejime ait ayak bağlarından kurtulmak isteyen burjuvazi, kendi sınıfsal egemenliğini sağlayacak bütünlüklü bir biçim olarak ulus devlete yönelmiştir.

Ve bu süreçte, köle, serf, tebaa vb. olmaktan çıkarıp “yurttaşlık” vaat ettiği emekçilerle birlikte hareket etmiştir.

Ulus devlet, tarihsel olarak böyle sahneye çıkmıştır.

Peki, ya milliyetçilik?

Evet, vardır ama asıl işlevi, feodal düzenin eski bağlılıklarından ve aidiyetlerinden kurtulan sıradan insanlara yeni bir aidiyet duygusu (yurttaşlık) kazandırmak, bu alanda doğan boşluğu doldurmaktır. Klasik milliyetçilik de, bu boşluğu doldurmaya yönelik ideolojilerin geliştirilmesiyle ortaya çıkmıştır.

Basit gibi görünebilir ama kritik sonuç şudur: Ulus devlet olgusunu ortaya çıkaran, burjuvazinin yükselme dönemine tekabül eden sınıf mücadeleleridir. Milliyetçilik, ancak bu mücadeleler temel alınarak anlamlandırılabilir. Bu dinamikler görülmeden “ulus devleti yaratan milliyetçi dünya görüşüdür” demek ise, tarihi ideolojilerin mücadele tarihinden ibaret gören idealist bir anlayışı yansıtır.

* * *

Kimi okurlar için belki de “yorucu” olan bu gezintiden sonra asıl konuya yeniden dönelim: Kürt siyaseti, Türkiye özelinde “ulus devletin bittiğine, zaten baştan yanlış olduğuna” ilişkin görüşlerini bu olguya ilişkin kimi tarihsel-teorik saptamalarından mı türetiyor, yoksa Kürt sorununun çözümü “artık ulus devlet bitti” denmesini gerektirdiği için mi aynı konuda birtakım genellemelere gidiyor?

Açıkçası, bu sorunun kesin yanıtını vermek pek mümkün görünmemektedir.

Ancak olasılıklardan söz edilebilir. Örneğin, “bizim ayrı devlet kurma gibi bir düşüncemiz yok” görüşünün daha ikna edici biçimde vurgulanması amacıyla “ulusal devletler zaten devrini doldurdu” genellemesine başvuruluyor olabilir. Ya da tersine, ortada gerçekten böyle bir dünya-tarihsel değerlendirme vardır ve reel politika da buradan türetilmektedir…

Hangisidir, tam bilemeyiz.

Eğer ikincisi ise bunun altının doldurulması için çok ama çok uğraşmak gerekecektir.

Ulus devletlerin egemenlik alanlarının, kimi uluslararası anlaşmalarla, kurallarla, işgücünün olmasa bile sermayenin sınırsız dolaşımıyla vb. bir basınç altında olduğu, eskisine göre nispeten daraldığı doğrudur. Gelgelelim, yaklaşık üç yüz yıldır ulus devletler temelinde devinen bir kapitalizmin, bugünkü “küresel” yayılımıyla bile, ulus devlet(ler) dışında bir politik biçime kavuşması hiç mi hiç mümkün görünmemektedir.

Son bir not daha: 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Kürt halkının o zamanki isteklerinin hepsi karşılanmış olsaydı bile, ortaya çıkan gene bir “ulus devlet” olacaktı!