İstanbul’un tekrar tekrar fethi rüyası...

Menderes’in “İstanbul’u bir kere daha fethedeceğiz” sözleri bugünü de kapsayan tarihi bir yere sahip. Büyük çoğunluğu Osmanlı tarihinin önemli parçası olan cami ve yapıların yıkılması, otoyol tuzağına ülkeyi sürükleyen Menderes zamanındaki çalışmalar sırasında meydana gelmişti...

Özgen Kurt - soL
İstanbul İmarı, 24 Eylül 1956’da, doğrudan Başbakan Adnan Menderes tarafından duyurulmuştu. Bu, Lütfi Kırdar’ınkinden çok daha kapsamlı ve büyük bir faaliyet olacaktı. Kolektif taşıma sistemi düşünülmeden, tarihi ve kültürel değerler yok sayılarak, kentin gelişim ve değişim paradigmaları değerlendirilmeden, alelacele ve en önemlisi kamu faydası gözetilmeksizin yapılan İstanbul İmarı’nın sonucu tam bir fiyaskoydu ve bugün içinde bulunduğumuz, yaşadığımız bu tarifsiz eziyet, bu akıl almaz keşmekeş için “operasyon” olmuştu.

Menderes’e göre proje, İstanbul’u “modern” (Batılı) bir kent haline getirmek için gerçekleştirilmişti. Amacı şehir içi trafiği rahatlatmaktı. Büyük bölümünü Osmanlı eserlerinin oluşturduğu binlerce tarihi ve kültürel taşınmazın yok edilmesiyle kent belleğinde önemli bir yer kazanacak olan bu çalışmalar, 9 Temmuz 1956 tarihinde çıkarılan 6785 Sayılı İmar Kanunu ve hemen ardından kabul edilen 6830 sayılı İstimlak Kanunu’yla destekleniyordu.

Bitmeyen hikaye: İstanbul'un fethi
Menderes, meseleyi bizzat kendisi özetlemişti: “Plan iyi bir şey ama bunun için vakit ve nakit lazımdır.” Projenin trafiği rahatlatmak olarak sunduğu tek alternatif, sadece ve sadece otomobiller için yeni yollar açılması, geniş bulvarlar ve kavşaklar oluşturulmasıydı. Proje kapsamında trajik bir biçimde kent içi ulaşımda otomobil dışında bir ikinci alternatiften bahsedilmiyordu. Metro boşa giden saçma bir teknoloji, demiryolu zaten komünist tuzağı, deniz yolu ise ne alakaydı…

Oysa 1950-60 yılları arasında İstanbul yüzde 20 oranında büyümüş, 1960’ta 30 binlerde olan “gecekondu” olarak tabir edilen konut sayısı, 1970’e doğru 200 binleri çoktan aşmıştı. Üstelik bu beklenmedik ya da aniden gelişen bir durum da değildi. Dönemin ilerici yayınlarını okumak, çokça fikir verecektir. Ama İstanbul’un bir kez daha fethedildiğini iddia eden “muktedir” bunları görecek durumda değildi. Kapitalizmin mekansal sıkıntıları, taşra kültürünün kentsel acizliği ve emperyalist tahakküm, ‘ben yaptım olduculuk”la birleşince etkileri on yıllar sürecek bir zarar ve geri dönülmez bir yıkım kaçınılmaz oldu.

Yol, bulvar ve kavşak uğruna
Sahil yolları yapıldı. Sirkeci-Florya ve Üsküdar-Beykoz sahil yollarının açılması, Karaköy’den Bebek’e kadar olan yolun genişletilmesi vs… Yeni caddeler açıldı. Ordu Caddesi, Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Eminönü-Unkapanı Yolu, Londra Asfaltı, Zincirlikuyu, Atatürk Bulvarı, Barbaros Bulvarı, Levent-Sarıyer Asfaltı (Maslak’ın imara açılması), Büyükdere Caddesi, Taksim-Şişli yolu, Karaköy-Azapkapı yolu, Kemeraltı Caddesi, Hacıosman Bayırı ve Bağdat Caddesi vb. Meydanlar yeniden düzenlendi. Saraçhane ve Belediye Sarayı, Beyazıt Meydanı, Eyüp Meydanı, Üsküdar İskele Meydanı, Salı Pazarı’yla beraber Haydarpaşa bölgesi… Kimi planlı, kimi “kendiliğinden” (doğrudan ya da dolaylı) yeni konut alanları oluşturuldu. Ataköy, Levent, Maslak, Esenler, İkitelli, Güneşli, Hadımköy vd… Boğaz köprülerinin planlaması ve önerilmesi de ilk bu dönemde gerçekleşti ama yetişmedi.

Anlaşılmaz bir hızla saldırdılar. Öyle ki, bir bina istimlâk edilmek istendiğinde 1-2 saat içinde “yıkılmak üzere” raporu çıkarılıyor, ertesi güne yapıdan “eser” kalmıyordu. Böyle böyle, en az 7 bin 500 yapı tamamen yıkılacaktı. Kavşak ve yolların açılmasında dinamitler dahi kullanılıyor, ağır iş makineleri toprağın altında ne var ne yok demeden durmadan çalışıyordu. Örneğin, Eminönü-Unkapanı arasındaki genişletme çalışmalarında kullanılan dinamitlerden Rüstem Paşa Camisi’nin duvarları çatlıyor, muhteşem çinileri tapır tapır dökülüyordu. Menderes ise “Aksaray’dan bakınca Topkapı’yı göreceğim” diyerek, kapsamlı bir PR faaliyeti içerisindeydi.

İstimlak muhacirleri
Yıkım o kadar şiddetliydi ki “istimlak muhacirleri” adı verilen bir evsizler yığını bile oluştu. İstimlak muhacirleri, Vatan ve Millet caddelerinin açılmasıyla büyük bir yıkıma sahne olan Aksaray çevresindeydiler ve mahallelerini terk etmiyorlardı.

1954 yılında danışman olarak çağırılan kent planlamacısı İngiliz Sir Patrick Abercombie, raporunda “İstanbul planlaması bir yabancı tarafından yönlendirilemez” demiş ve görevi kabul etmemişti. Olmadı, yine bildiklerini okuyacaklardı. Kuvvetle muhtemel, “planlamayı sizden öğrenecek değiliz” demişlerdir.

Daha sonra Menderes ön plan için 1957 yılında Münih’in başmimarı olan Prof. Hans Högg’u görevlendirdi. Prof. Högg’un ilk icraatı bir revizyon imar planıyla Ortaköy-Beylerbeyi arasında bir köprü ve kent içi yol ağırlıklı ulaşım sistemi önerisi olmuştu. Uygulama için 1958 yılında İtalyan Milli Şehircilik Enstitüsü Başkanı Prof. Luigi Piccinato ile anlaştı. Aslında Prof. Piccinato 1954’te Ataköy projesine danışman olarak atanmış, 1958’de İstanbul Nazım Plan Bürosu’nun başına getirilmişti. Prof. Piccinato’ya göre İstanbul’un üç önemli şansı vardı: “Coğrafi durumu, mevcut mevzuatlar ve Adnan Menderes”. “Hay bizim şansımıza!” bile denilemeden, toza ve dumana bürünmüştü İstanbul… Piccinato’nun temel önermesi, kentin Marmara Denizi’ne paralel, Silivri-Gebze arasında gelişmesi ve bu çizgide oluşturulmuş uydu kentlerin inşa edilmesiydi. Bu İstanbul’un temel planlama düsturu olarak kabul edilegeldi ve tüm kent sadece iki ana aks (TEM ve E5) üzerinde biçimlendi. Planları o kadar çok lastik tekerlekli taşıma üzerine inşa edilmişti ki, 1954 yılının Aralık ayında İstanbul Belediyesi dolmuşçuluğu tanımış ve toplam 155 dolmuş hattının ilk tarifeleri resmen kabul edilmişti.

'Görünen, şehrin mezar taşları'
Ünlü mimar Aydın Boysan, bir mülakatında “Eski İstanbul’un üzerine yeni bir İstanbul çöktü ve eskisini tarihe gömdü. Eski İstanbul’dan hâlâ gözle görülebilenler, gömülen tarihi şehrin sanki mezar taşlarıdır” demişti konuyu oldukça güzel özetler bir şekilde.

Menderes’in “İstanbul’un imarı mevzusu adeta bir zafer alayının hikâyesidir. İstanbul’u bir kere daha fethedeceğiz” sözleri, bugünü de kapsayan tarihi bir yere sahip. Ne de olsa şu kadim kentin fetihle imtihanı bir türlü bitmedi.

Bu yazıda çok kısa bir özet paylaşıldı ancak bugüne bakınca büyük benzerlikleri görmemek elde değil. Fakat kentsel hareketlerin anlamlı bir siyasi zemine oturduğu içinden geçtiğimiz bugünler de farklı bir tarihi adlıyor. 1 Haziran 1957’de imar çalışmaları nedeniyle Başbakan Adnan Menderes’e İstanbul Belediye Meclisi tarafından “İstanbul Fahri Belediye Reisi” unvanı verilmişti. Şimdiki Başbakan’ın yeni unvanlarını vermekse, yine bir Haziran ayında “çapulculara” kaldı…

Üstelik bu sefer ülkenin tüm duvarlarında, sokaklarında ve meydanlarında yazılı bir halde…

‘Ecdad yadigârı eserler’e 
‘ihya’cı geleneğin saygısı!
27 Eylül 1958 tarihli Milliyet gazetesindeki “Ramazan’a kadar bütün camiler restore edilecek” başlıklı haberde, İstanbul’daki camileri restore etmek vazifesini üzerine almış bulunan Piccinato, İstanbul’da Ramazan ayına kadar restore edilmemiş tek tarihi caminin kalmayacağını söylüyordu. Ama doğru dürüst bir cami bile restore edilmediği gibi…:

1465 tarihinde inşa edilmiş olan tarihi Murat Paşa Camii, Vatan Caddesi yapılırken 1957’de

Pertevniyal Lisesi yakınlarında bulunan Tarihi Oruç Gazi Camisi, 1956 yılında yol yapım çalışmaları sırasında

Yenikapı’daki Fatih döneminden, 1479 tarihli Çakır Ağa Camisi, yol yapım çalışmaları nedeniyle 1958’de

Aksaray’da Vatan Caddesi’nin başlangıcındaki yine Fatih döneminden kalma Camcılar Camisi ve çeşmeleri 1957 yılında yol yapım çalışmaları nedeniyle

Aksaray’da 1555 yapımı tarihi Kazasker Abdurrahman Camisi 1957’de yol yapım çalışmaları nedeniyle

Kabataş’taki Süheyl Bey Camisi 1957’de yol yapım çalışmaları sırasında (şimdi ihyası komediye dönüşen malum cami)

Karaköy’deki 1878–1879 yapımı Karaköy Mescidi 1958’deki yol yapım çalışmaları sırasında

Kabataş’taki 1826 tarihli Nusretiye Camisi ve sebili 1958’de yol yapımı sırasında

Karaköy Kabataş arasındaki Mimar Sinan eserlerinden, Kılıç Ali Paşa Camisi dükkânları 1958’de yol yapım çalışmaları sırasında yı-kıl-mış-tı.

Ayrıca, Murad Paşa Hamamı, 2. Abdülhamid Çeşmesi, Simkeşhane, Hasan Paşa Hanı, Bayezid Hamamı, Karabaş Hamamı, Fatih Külliyesi’nin Akdeniz Medreseleri, Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi ve Sıbyan Mektebi, Emin Ağa Sebili, Şirment Çavuş Camisi ve Türbesi, Çakırağa Camisi ve Çeşmesi, Kâtip Çelebi Mezarı ve diğerleri de…

Saymakla, yazmakla bitmez… Bunlara Suriçi’ndeki yüzlerce Bizans dönemi yapısını ve sayısız Osmanlı dönemi evini ve küçük eserini de eklemek mümkün… Üstelik tek bir yapının bile rölövesi çıkarılmamıştı, belgelenmemişti bu yapılar ve daha gün yüzü görmeden toprak altında yok edilen arkeolojik eserlere dair bugün söyleyecek çok az şeyimiz var. Ancak “ihya” bunların arasında 
yer almıyor.