Bulaç ve Türköne'den hasbihal: İslamcılık şart, ama ipler sermayenin elinde

Zaman gazetesi son günlerde, iki köşe yazarının paslaşmasıyla sürdürülen yeni bir tartışmayı sayfalarına taşıyor. Ali Bulaç ve Mümtaz’er Türköne tarafından yürütülen İslamcılık tartışması, bir yandan dinci gericiliğin sermaye muhipliğini, diğer yandan da İslamcılığın karanlık arzularını yansıtıyor.

Ali Bulaç’ın Zaman gazetesindeki köşesinde başlattığı “İslamcılık nedir” konulu tartışmanın, ülke gündeminde fazla yankı yaratmasa da, Türkiye’de toplumsal yapıyı geniş ölçüde kuşatmış ve bunun için iktidarın nimetlerinden faydalanmayı destur edinmiş dinci gericiliğin hedeflerini açığa vurması açısından dikkate alınması gerekiyor. Zaman yazarlarından Mümtaz’er Türköne de, kısa sürede tartışmaya dahil olarak Bulaç’ın açtığı konuyu dikkate aldığını göstermiş oldu.

Bulaç ile Türköne arasında, İslamcılığın seyri, hedefleri ve geleceği konularındaki farklı görüşler de, bu tartışma sırasında açığa çıktı. Fakat hem yazıdaki temelsiz iddialar ortadan kaldırıldığında hem de her iki yazarı birbirine bağlayan ortak çizgi açığa çıktığında, tartışmada sergilenen pozisyon farklılıklarının anlamı daha iyi anlaşılabilir.

Bulaç’ın tatminsizliği: Daha fazla, daha yaygın, daha muktedir islam
Ali Bulaç’ın peşi sıra yazdığı yazılar, Türkiye’de İslamcı düşüncenin tarihsel seyrine dair tespitlerle başlamıştı. Buna göre, Türkiye’de üç ayrı İslamcı nesil yetişmişti. 1850-1924 arasındaki ilk nesilde, “devletin kurtarılması” baskın tema olmuş, bu uğurda batıyla bir ilişki kurulması sineye çekilmiş, sonuç olarak kurulan bu ilişki Türkiye’de laikliğin zihinsel ve hukuksal zeminini hazırlamıştı. Diğer bir deyişle, Bulaç’a göre laiklik, İslamcı akımın devleti kurtarmak için ödediği bir bedel olarak meydana çıkmıştı.

Oysa Türkiye modernleşmesinde İslamcılık bağımsız ve inisiyatif sahibi bir siyasal aktör olmaktan ziyade, sürecin işlevsel motiflerinden biri olagelmiştir. Diğer bir deyişle, Bulaç’ın tarif ettiği türde gelişmeleri yönlendirecek ve kendisinden sonra geleceklere de uygun bir zemin hazırlayacak “kurucu aktör” değil, Türkiye modernleşmesinin gelişme dinamiklerine bağımlı, üstelik son derece pragmatik bir işleve sahip olan akımlardan biridir İslamcılık.

Bulaç’ın 1950-2000 yıllarına yerleştirdiği ikinci nesil ise, modern ulus-devleti referans çerçevesi olarak almış ve çabalarını batının toplumsal kurumlarını İslamileştirmek üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bu dönemin önder profili de, ilk dönemin ulema-mütefekkir profilinden farklı olarak, İslami ilimlerden habersiz, fakat batılı eğitimden geçmiş aydınlar, akademisyenler ve iktidarı hedefleyen siyasetçiler olmuştu.

Ali Bulaç’ın romantizm kokan bu tahlilinin üstündeki yaldız kazındığında, İslamcılığın en radikal ve totaliter arzularıyla karşılamak şaşırtıcı olmaz. Zira Bulaç, söz konusu nesli batılı toplumsal kurumları islamileştirmeye çalışmakla suçlarken, dünya işlerinden elini çekmiş bir bilgeliği önermiyor, batılı kurumların yerine bizzat şeriat ilkeleriyle uyumlu ve islam geleneklerinden üretilmiş toplumsal kurumların yaratılması gerektiğini söylüyor. Bulaç’a göre, batılı toplumsal kurumları islamileştirmeye uğraşmak yerine, doğrudan ve radikal biçimde şeriat düzeni ve kurumları tesis edilmeliydi yani.

Şimdi gündemde olan üçüncü nesli önceleyen bu seyrin, özeleştiri sürecinden geçirilmesi gereken bir mirası da var Bulaç’a göre. Öncelikle, her iki nesil de, islami gelenekle doğru ve verimli bir ilişki kuramamış, hatta “gelenek düşmanlığı” modasının etkisinde kalmışlardır. Ayrıca, islamı aşırı derecede politize etmişler, dinin tasavvufi, manevi ve ahlaki boyutuna özen göstermemişler, bunun sonucu olarak da aydınlanma ve modernite ile yeterince kapsamlı biçimde hesaplaşamamışlardır.

Bulaç’a göre özeleştiri konusu yapılması gereken başlıkların sonuçları ise, daha ciddi sorunlara işaret etmektedir. Aydınlanma ve modernliğe sahici bir cevap geliştiremeyen İslamcılık, birey, sekülerlik ve ulus-devlet parametrelerini veri kabul edip muhafazakarlaştırmakla yetinmiş İslamcılar bir anda devletçi, milliyetçi, reel politikçi ve küresel ittifakçı olup çıkmışlardır. Ayrıca Kuran ve sünnete dönüş ideali gündemden düşmüş, İslam referansları yerine AB yol haritası ve liberal ilkeler dikkate alınmış ve cihad terörle özdeşleştirilip değersizleştirilmiştir. Sonuç olarak, insan-aile, cemaat-toplum ilişkileri ve toplumsal kurumlar yeniden tanımlanamamıştır.

Bulaç’ın işaret ettiği eksiklikler ya da hatalar, bir kez daha İslamın toplumsal ve siyasal yapının başat, belirleyici ve kural koyucu ilkesi haline getirilmesi gerektiğinin altını çizmek için öne sürülmüşe benziyor. Türkiye tarihinde her daim canlı tutulmaya ve işlevli kılınmaya çalışılan ve son on yılda giderek yaygınlaşan dincileşme olgusunu yeterli bulmayan Bulaç, İslamcılığın her türlü müttefikinden ya da “yancı”sından kurtulmasını, hiçbir kaygıyla sınırlandırılmamış, saf ve katıksız bir şeriat düzeninin tesis edilmesini istiyor.

Fakat kimileri Bulaç’tan daha rasyonel ve gerçekçi olduğu için, İslamcılığın ancak kurallara uyarak işlevli olabileceğini ve artık boyun eğilmesi gerekenin sadece sermaye egemenliği olduğunu hatırlatıyor Bulaç’a.

Türköne’nin rahatlığı: Sermaye yoksa İslamcılık da yok
Mesai arkadaşı Türköne’nin Bulaç’a cevap olarak yazdıkları, İslamcılığın geleceğine dair çizdiği perspektifle gerekli uyarıyı ve hatırlatmayı yapmış oldu. Bulaç İslamcılığın kendi yolunu çizmesi gerektiğini vurguladığı ölçüde, Türköne iplerin sermayede olduğunu ve ancak çizdiği yoldan ilerlenebileceğini vurguluyor yazılarında.

Türköne, İslamcılığın bir buçuk asırlık bir ideoloji olduğunu, doğum tarihinin 1860’lar, doğum yerinin de İstanbul olduğunu söyleyip, “bu tez de bana aittir” diyerek giriyor konuya. İslamcılığın bütün tarihsel seyri boyunca hep muhalefette kaldığını, dahası kendisini de bu muhalefet konumuyla tanımladığını belirten Türköne, İslamcılığın devlet ve iktidar tarafından da hiçbir zaman himaye görmediğini iddia ediyor.

Türköne’nin, Türkiye tarihi hakkında yazan hemen her tarihçinin, üstelik de çok uzun yıllardır dile getirdiği bir iddiayı, “tez bana aittir” diye sahiplenmeye çalışması bir yana, İslamcılığın devlet ve iktidar tarafından hiç himaye görmediği iddiası bir hayli temelsizdir. İslamcılık bir siyasal akım olarak ortaya çıktığı dönemden bu yana, devletin ve iktidarın koruması ve denetiminde olmuş, gerekli anlarda sahneye sürülüp sonra geri çekilmiş, bu gelgitlere direnenler devletin gadrine uğrasalar da, İslamcılığın ana gövdesi bu piyon rolünü rahatlıkla içselleştirmiştir.

Türköne’ye göre İslamcılık diğer İslam ülkelerinde hep bir işgale karşı direniş olarak ortaya çıktığı için, bir antiemperyalist cihat doktrinine indirgendi. Oysa Türkiye’deki sürecin özgünlüğü, yabancı işgalinin olmaması nedeniyle, İslamcı ideolojinin mevcut olan ve zayıf haldeki devleti kurtarmak kaygısına düşmesiydi. Türköne, bu durumun bir sonucu olarak İslamcılığın Türkiye’de her zaman demokratik tezlerle uyumlu bir modernleşme projesi olarak geliştiğini iddia ediyor. İslamcılığın “şiddet yüklü cihat hareketleri yerine ortak paydalar etrafında toplumu tahkim etmeye çalışan uzlaşmacı-uyumlu” bu karakteri, Türköne’ye göre, İslamcılığın Türkiye modernleşmesinde üstlendiği tahkim edici rolden kaynaklanmakta.

Ülkücülerin de masum olduğunu savunan Türköne’nin, İslamcıları demokratik ve uzlaşmacı bulması şaşırtıcı değil elbette, ama bu iddianın gerçeklerle nasıl bağdaştırılabileceği hayli kuşkulu. 31 Mart’tan başlayarak İslamcılık her zaman baskıcı, şiddet yüklü ve saldırgan bir tavır sergilemiş, daha sonraki yıllarda da sola ve emekçi hareketlerine karşı bir vurucu güç olarak “performans”a sahip olmuştur. Sadece Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin eylemlerinin ve Necip Fazıl’ın sözlerinin dahi, Türköne’nin iddiasını yalanladığı açıktır, ama isteyen Kanlı Pazar’a, Sivas Katliamına ya da Hizbullahçılarla özdeşleşen domuz bağına da bakabilir.

Türköne, İslamcılığın Türkiye seyrinin “mili” bir özellik taşımasının da aynı nedenden olduğunu iddia ediyor. Bulaç’ın bir eksiklik ve yanlışlık olarak saptadığı “milliyetçileşmiş İslamcılık”, Türköne için Türkiye’deki İslamcılığın en başından beri sahip olduğu ve içselleştirdiği bir özellik. Bu sayede, İslamcılığın Türkiye toplumuyla bağını koruyabildiğini, toplumsal muhalefetin temsilcisi olmayı başarabildiğini de ileri süren Türköne, söz konusu temsiliyetin Bulaç’ın önerdiği keskinlikle değil, sade dindarlıkla mümkün olduğunu da belirtiyor.

Türköne’ye göre İslamcılığın muhalifliği, demokratlığı ve sadeliği iktidar ile kurulan uzak ilişkinin bir sonucu olduğu için, iktidara gelen İslamcı hareketlerin koordinatlarında ve söylemlerinde değişimlerin gözlenmesi de kaçınılmaz. Yani yabancısı olduğu bir dünyanın iplerini eline geçiren İslamcılık, “ideoloji”yi terk eder, çeşitli simge ve ritüelleri pragmatik olarak kullanmaya başlar. Daha doğrusu İslamcılık, simgesel ve gösterişçi bir düzleme indirgenir. Türköne’ye göre, AKP’nin islam referanslı projeleri de, aslında İslamcılığın “buharlaşıp” yok olduğunu göstermektedir.

Son sözleriyle Türköne, İslamcılığın iktidarla kurduğun ilişkinin niteliğine de açıklık kazandırmış oluyor. Buna göre, İslamcılık, Türkiye modernleşmesi sürecinde edindiği işlevsel ve pragmatik rolünü sürdürmeye devam ediyor. Yani kendi bağımsız ya da hayali programı ne olursa olsun, İslamcılık Türkiye’de sermaye egemenliğine biat etmiş bir akımdır ve ipler sermayenin elinde olduğu sürece, iktidara gelen İslamcı akımlar “ideoloji”yi bir kenara bırakıp sermayenin beklentilerini karşılamak zorundadırlar. Bu anlamda, Bulaç’ın bir olumsuzluk olarak işaret ettiği gerçeği, Türköne bir zorunluluk olarak tarif etmekte ve sınırların aşılmaması konusunda mesai arkadaşını uyarmış olmaktadır.

"Beraber yürüyelim biz bu yollarda"
Bulaç ile Türköne arasındaki hasbihal daha ne kadar devam eder ve hangi konulara uzanır bilemeyiz, fakat şimdiden bir sonuca ulaşmak mümkündür. Aralarında beliren farklılıklar ne olursa olsun, Türkiye’nin dincileştirilmesi ve toplumsal yapının gericileştirilmesi, her iki isim açısından da öncelikli hedeftir. Birisi bunu islamın bağımsız ve özgün kaynaklarından üretmeyi, diğeri ise sermaye egemenliğinin çizdiği rotayı takip ederek ve onun ihtiyaçlarını karşılayarak sağlanmasını önermektedirler. Yani ne Bulaç dünyadan elini çekmiş bir tasavvuf adabını önermektedir, ne de Türköne İslamcılığın gereksizleştiğini ileri sürmektedir.

Elbette, her iki ismin de İslamcılığı aklama çabaları gözden kaçmamalı. Bulaç gerçek İslamcılığın başka türlü olduğunu, Türköne de iktidarın projelerinin İslamcılıktan referans almadığını söylerken, esasında AKP’nin yarattığı tahribatı İslamcılıktan ayırmakta, İslamcılığın AKP’nin suçlarına ortak olmadığını ima etmektedirler. Çünkü Türkiye tarihinin en kanlı olaylarına imza atmış dinci gericiliği aklamanın en kolay yolu, uzakta bir yerlerde iyi İslamcıların olduğunu söylemektir.

(soL – Haber Merkezi)