Asıl travma TSK'da

Ordu ABD, NATO ve büyük sermayenin onayı olmadan darbe yapamamanın gerilimini yaşıyor.

soL (HABER MERKEZİ) 2002 yılında AKP'nin iktidara gelişi ve AB ile ilişkilerin içine girdiği yeni evreyle birlikte ordunun siyasetteki yeri zaten sürekli tartışma konusuydu. Nokta Dergisi'nde geçtiğimiz yıl yayımlanan "Darbe günlükleri" haberinin ardındansa TSK'nın "darbeci" geleneği siyasi tartışmaların merkezine oturdu.

Türkiye, Sarıkız ve Ayışığı adı verilen harekat planlarını, Cumhuriyet Çalışma Grubu'nu, yüksek mahkemelerin aldığı "367" ve "Anayasa değişikliğini iptal" kararlarını, Ergenekon operasyonlarını, AKP'nin kapatma davasını, Anayasa Mahkemesi Başkan Paksüt ile Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ'un görüşmesini, Youtube'a düşen ses kayıtlarını ve Taraf'ta düzenli olarak yayımlanan gizli damgalı TSK belgelerini tartıştı durdu. Bütün bu başlıklarda aslında ele alınan, ordu kaynaklı bir odağın Türkiye'de iktidarı ele geçirmek üzere fırsat kolladığıydı.

Değişen ne?
Bugün emperyalizmin Türkiye'ye müdahalesinde baş aktörün TSK olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. İşin gerçeği, TSK "travma" yaşıyor. Ancak, ordunun geleneksel konumu dikkate alındığında, bu travmanın tek başına TSK'yla başlayıp bitmediği, bitmeyeceği değerlendiriliyor.

Emperyalizmin yönelimlerindeki yenilik, bu değişimin ilk işareti olmuştu. Yugoslavya, Gürcistan ve Ukrayna'da yaşananlar ile Türkiye'nin yanı başındaki Irak'ta ABD dışında Barzani ve Talabani ile muhatap olmak zorunda kalması, TSK için baş döndürücü gelişmeler oldu.

Bütün bu gelişmelerin yaşandığı süreçte görüldü ki, mutlak bir dönüşüm isteyen emperyalizm, ülkelerdeki geleneksel bağlantılarında da bir çeşitlenmeye gidiyordu. "Our boys did it"* cümlesindeki "bizim çocuklar"ın artık yeni kardeşleri vardı. Sivil toplum örgütleri, araştırma kuruluşları ve medya, hem ideolojik üretim merkezleri hem de (artık) sokak gücünü harekete geçirebilen özneler olarak kullanılabiliyordu.

TSK ve güven bunalımı
Türkiye'de sermaye düzeninin varlığını sürdürebilmesi ve bu düzenin uzun vadeli çıkarları için TSK'nın önemini kimse inkar etmiyor. Siyasetin siyasal partiler dışındaki en önemli bir diğer unsuru olan TÜSİAD'ın son YİK toplantısında Arzuhan Doğan Yalçındağ tarafından dile getirilen ekonomik kaygıların TSK'nın yaşadığı geriliminin bir başka boyutunu oluşturduğu da iddia edilebilir. Geleneksel aktörlerin istikrarı arzuladığı biliniyor ancak TSK söz konusu olduğunda bu kurumun temel emperyalist referans noktalarıyla olan ilişkisinde bir güven bunalımı yaşadığı görülüyor. Bu güven bunalımı, TSK'nın 12 Mart, 12 Eylül ya da 28 Şubat rahatlığında projeler geliştirmesini engelliyor.

Ülkenin ideolojik ortamının şekillendirilmesinde de TSK'nın elinin zayıf kaldığı görülüyor. Ordu yukarıda saydığımız bütün müdahalelerinde toplumun nabzını iyi-kötü kontrol edebilmişti. Bu konuda en başarılı operasyonun 12 Eylül' de yapıldığını söyleyebiliriz. 12 Eylül'le birlikte asker solu baş düşman ilan etmiş, dinin ve milliyetçiliğin toplumsal örgütlenmesinin önünü alabildiğine açmıştı. Sonuçları itibariyle düşünüldüğünde, 12 Eylül'ün ABD, sermaye ve generaller adına oldukça başarılı bir müdahale olduğuna kimse itiraz etmiyor.

Ancak bugünün toplum mühendisliği, darbeden çok "darbe korkusu" aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Dünyanın pek çok ülkesinde emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yaşanan köklü dönüşüm, Türkiye'de yaratılan "darbe korkusu" ile hayata geçirilmeye çalışıyor. Mesele darbe olunca bu projenin ikna ediciliği de artıyor.

Dolayısıyla yıllarca NATO ve ABD'ye gerektiğinde yaptığı müdahalelerle hizmet eden TSK şu sıralar aynı hizmeti bir "konu mankeni" olarak yapmanın sıkıntısını, gerilimini yaşıyor. NATO ve ABD'ye hizmet etmenin onursuzluk olduğunu söylemek ise nedense "görevden ayrılan" ve aniden çok konuşmaya başlayan bir kısım emekli paşaya düşüyor.

(*) 12 Eylül'de Amerikalıların tepkisi: "Bizim çocuklar yaptı"