Yaklaşan kriz: Yeni Balkan Savaşları

Balkanlar’da kendi sorunlarını Avrupa’ya geri gönderme ve böylece de AB’yi yeni, büyük olasılıkla şiddet içeren bölgesel bir krize bulaştırma potansiyeli vardır. Bu yarın olmayabilir, ama AB’nin etkisi söndükçe hesap günü de yaklaşmaktadır.

Çeviri: Ozan Karakaş

soL'un notu: Timothy Less'in "The next Balkan wars" isimli makalesi 6 Haziran 2016 tarihinde New Statesman'de yayımlandı. Less'in Balkan halklarının tarihine ve emperyalist müdahaleye ilişkin söylediklerinin bir bölümü tartışmalı olsa da, Balkanlar'da gelecekte yaşanabilecek krize dair tahminleri önemli. 


Birkaç yıllık barışın ardından Batı Balkanlar yeniden bir istikrarsızlığa doğru sürükleniyor. Bölgenin tamamında insanlar sokaklara çıkıp hükümetleri istifaya çağırıyor. Binlerce insan iş veya fırsat arayışıyla yurt dışına kaçıyor. Bölgedeki Müslüman nüfus arasında Vahhabiliğin şiddete dayanan bir kolu yayılıyor. Belki en endişe verici olanı da şikayetçi azınlıklar kendi devletlerini kurmaya çalıştıkça dağılma tehdidinin geri dönüyor olması.

Bölgedeki en işlevsiz devlet ise 1990’lardaki iç savaşla harcanan ve o günden beri etnik ayrışmalarla sarsılan Bosna. Sırplar ve Hırvatlar ayrılma hedeflerini asla terk etmediler. Republika Srpska’nın (Bosna’daki Sırp “varlığının”) başkanı Milorad Dodik, hem yurt içinde rakipleri tarafından sıkıştırılıyor hem de kara para aklama iddiasıyla Saraybosna’da polis tarafından soruşturmaya uğruyor. Mevkisini payandalamak için de 2018 yılında Republika Srpska’nın bağımsızlığını referanduma taşıma tehdidinde bulunmuştu.

Šar Dağlarında yoksul bir plato olan Kosova da bunlardan azade değil. Ülke, dünyanın yarısı tarafından tanınmıyor, yozlaşmış bir elit tarafından yönetiliyor ve sırtında hırçınlaştırılmış bir Sırp azınlığı taşıyor. Kosovalı Sırplar, yıllar süren direnişin ardından ülkenin hayalî AB denetmenlerinden bölgesel özerklik haklarını kazanmayı kısa süre önce başardı. Bu olay milliyetçi Arnavutlar arasında şiddetli bir geri tepmeye sebep oldu ve Arnavutlar parlamentoya saldırıp şiddet içeren bir dizi sokak eylemi sahneledi.

Bu sırada sızdırıldıktan sonra önceki başbakan Nikola Gruevski’nin halk üzerinde casusluk faaliyetleri yürüttüğü ve yolsuzluğa, seçim hilelerine ve doğrudan doğruya suça bulaştığı ithamlarına yol açan ses kayıtlarıyla birlikte Makedonya da kaos içinde. Bu durum, mutsuz Arnavut azınlığı iyice öfkelendirdi; kaldı ki onlar da liderlerini kendi topluluk hakları yerine gayrımeşru bir hükümete arka çıkmakla suçluyor. Bu grup karşılık olarak devletin federalize edilmesini talep ederek potansiyel ayrışmaya işaret ediyor. Balkanlar’da her yol dönüp dolaşıp milliyetçiliğe çıkıyor.

BALKANLAR VE EMPERYALİZM
Ne var ki bu hengameyi açıklamada yerel etkenler bir noktaya kadar faydalı olsa da neden bölgenin bir bütün olarak böylesi bir istikrarsızlık deneyimlediğini ya da olayların neden her zaman daha da kötüye gittiğini anlatmıyor. Bu sıkıntıları anlamanın yolu ise Balkanlar’ın büyük güçler arasındaki bir sınır bölgesi olarak konumunu kavramaktan geçiyor.

Tarih boyunca ne zaman burada bu güçlerden biri hegemonya kursa ya da bir güçler birliği burada yerleşik bir bölünme üzerinde anlaşsa bölgeye genellikle barış hakim oldu. Tek bir gücün baskın olamadığı ya da daha kötüsü çeşitli güçlerin kontrol için rekabete girdiği zamanlarda bu barışı daima kaos takip etti. Osmanlı çağı, modern zamanların en uzun barış dönemi olarak imlenmiştir. Ancak imparatorluğun 19. yüzyılda dağılma dönemine girmesiyle birlikte tüm Balkanlar’daki milliyetçiler bağımsızlık fırsatını ele geçirmiş oldu: rakibi Osmanlı’yı istikrarsızlaştırma çabasıyla hareket eden oportünist bir Rusya’nın yardımıyla önce Yunanlar, ardından Sırplar ve sonrasında diğerleri.

Avrupa kara imparatorluklarının çöküşüyle bölge zincirlerinden kurtulurken şiddet 20. yüzyılda da devam etti. Arnavutluk, Karadağ ve Sırbistan gibi yeni ortaya çıkan devletlerin kendi sınırlarını belirlemek için savaştığı 1910’ların Balkan Savaşlarını bölgeyi Avusturya, Almanya, İtalya ve Sovyetler Birliği’nin işgal ettiği iki dünya savaşı izledi.

Batı Balkanlar savaş sonrası dönemde nihayet yatışmıştı. Bulgaristan ve Romanya Sovyet kontrolüne geçtiler ve iki süper güç kendilerinin etki bölgeleri arasında stratejik bir bariyer olarak birleşik bir Yugoslavya’nın sürdürülmesi üzerinde anlaştı. NATO, Varşova Paktı ve Tito gibi bir diktatör arasında hiçbir manevra alanı kalmamacasına sıkışan halklar, yurtlarında düzenin sağlanabilmesi için düşmanlıkları bir kenara bıraktılar.

SOĞUK SAVAŞ'TAN SONRA
Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte süper güçler Balkanlar’a duydukları ilginin büyük kısmını kaybettiler ve Yugoslavya üzerindeki ellerini gevşettiler. Etnik karışıklıklarda azade olan Romanya ve Bulgaristan kendilerine göre bir denge bulmayı başardı. Fakat Batı Balkanlar sürüklenişe geçti ve Sırplarla diğerleri eski çok uluslu komünist devletin yıkıntıları üzerinde yeni bir düzen inşa etmek için silaha sarılınca şiddet de geri döndü.

1990’larda tartışmasız süper güç olarak ortaya çıkan ABD’nin bölgeye yeni bir emperyal düzen dayatmasıyla istikrar sonunda yeniden sağlandı. Washington, Hırvatistan’da ordunun kontrolsüz Krayina Sırp Cumhuriyeti’ni ezip geçmesine yardımcı oldu. Bosna’da ABD Sırp mevzilerini bombalayarak, üç yıl boyunca askeri kayıplara direnen merkezi hükümet lehine güç dengesini kesin bir şekilde değiştirdi. Washington’un bu uygulamalarının temelinde yalnızca barışı değil aynı zamanda adaleti de sağlamaya duyduğu ilgi yatıyordu. Sırp ordusunun diğer etnik grupları terörize edip ülke dışına çıkarması da dahil olmak üzere gerçekleştirdiği vahşetin ardından temel ahlak, Sırpların savaşırken sahip olduğu, Bosna’nın geri kalanından bağımsızlık hedefinin reddedilmesini öngörüyordu.

Sonuç ise Sırpların (ve Hırvatların) birleşik bir Bosna devletinin birer parçası olmayı kabul ettikleri hassas bir taviz olan 1995 Dayton Anlaşması oldu. Buna karşılık olarak Bosna’daki kendi bölgelerinde Sırplara kendi kendini yöneten bir oluşum –Republika Srpska– verilirken Hırvatlar da yeni bir Müslüman-Hırvat federasyonu içerisinde kendilerine ait sınırlı bir devlete sahip oldular.

Dayton’un şartlarını belirleyen ABD, Avrupalı müttefiklerinin de desteğiyle özünde bu anlaşmanın kefili haline geldi. Bölgeye devasa miktarlarda sivil yerleştirip Bosna’yı dayanıklı bir barışa doğru ittirmeye niyetlendi. Yüksek Temsilciler Bürosu etnik çatışmalarda hüküm veriyor, milliyetçi retoriğe göz açtırmıyor, yerel halkın sınırlar ve bölgeden ziyade toplumsal ve ekonomik reform sorularına odaklanmasını sağlıyordu. Siyasetçiler işbirliği yapmayı reddedecek olursa mevkilerinden alınıyor ya da suç isnadıyla karşı karşıya kalıyordu. Uygulamaların yürütülmesini NATO birlikleri üstlenmişti.

***

Arnavut ayrılıkçılarla onların Belgrad’daki yöneticileri arasında 1999’da Kosova’daki çatışma patlak verince ABD benzer şekilde kendi baskısını bölgede hissettirdi, Sırp ordusunu püskürtmek için olağanüstü güç kullandı, ardından da Bosna’da yaptığı gibi bir sivil görev oluşturarak birleşik ülkeyi sürdürülebilir bir barışa yönlendirdi.

Bu iki ülkede kurulan istikrar ortamı kırılgan olduğundan Batı Balkanlar’daki başka yerlerde ortaya çıkan milliyetçi çatışmaların Washington’un çok uluslu devlet inşası için harcadığı henüz sona ermemiş çabaları tehlikeye atmasına izin verilemezdi. Makedonya’daki memnuniyetsiz Arnavut azınlık 2001’de kısa süreli bir isyan başlattığında ABD yine devreye girdi ve Arnavutları sınırlı bir özyönetim karşılığında ayrılık hedefini terk etmeye zorladı. Makedonya dağılmadan kaldı.

Benzer bir mantık bölgedeki diğer devletlere de uygulandı. 2000’ler boyunca ABD Arnavutluk’taki varlığını artırdı, Karadağ’ın ayrılmasını yavaşlattı ve Slobodan Milosevic’in 2000’deki düşüşüyle kendini Sırbistan’a yerleştirip burada gözden düşmüş bir milliyetçilik yerine demokratik reform ve Batı’ya entegrasyon talep etti.

Bu açıdan bakıldığında 1990’ların sonları ve 2000’lerin başlarının, Yugoslavya sonrası yakın dönemdeki kaosun ardından Batı Balkanlar’da düzenin restorasyonunu imlediği söylenebilir. Washington’un öncülüğünde, Avrupalı insan gücü ve sermayenin desteğiyle milliyetçiler ve ayrılıkçılar güçsüzleştirildi ve çok ulusluluk şiar edinildi. İster sonunda başka birinin devletinde yaşamak zorunda kalmış olan Bosna Sırpları ve Makedonya Arnavutları olsun, ister şiddet eğilimli azınlıklara verilen bölgesel tavizlere karşı çıkan Boşnaklar ve Makedonlar olsun yerel halklardan birçokları Amerika’nın öncülüğünde gerçekleşen bu yerleşimden rahatsız oldu.

Amerika’nın ölçüsüz kuvvetiyle karşı karşıya kalan ve başvuracakları başka bir güçten de yoksun olan Batı Balkanlar halklarının bu durumu değiştirmek için yapabileceği çok az şey vardı. En büyük endişesi Avrupa pazarına açılan yolda barışın hakim olması olan Türkiye bundan memnundu. Kötü durumdaki Sırplara sempatiyle yaklaşmasına rağmen Rusya’nın da Balkanlar’daki yeni düzeni sorgulayarak Çeçenistan gibi bölgelerde ayrılıkçılığı cesaretlendirmeye niyeti yoktu.

ABD'DEN SONRA ABD
Ne var ki bu düzen girişiminin ömrü uzun olmayacaktı. 2000’lerin ikinci yarısında her şey tersine döndü ve ABD dünyanın diğer yerlerindeki daha yakıcı sorunlarına yoğunlaşabilmek için bölgeden güçlerini çekti. Giderayak attığı son kurşun da 2008’de Kosova’nın bağımsızlığına mühendislik etmek oldu. Balkan yapbozunda son parçanın da –en azından Washington’un gördüğü haliyle– yerine oturmasıyla birlikte ABD, bölgenin sallantılı devletlerini müreffeh ve istikrarlı devletlere dönüştürme işini bitirmeyi AB’ye bıraktı.

AB taktik açıdan ABD’den farklı yaklaşım izleyerek Amerikan ordusunun sert kuvvetinin yerine yumuşak teşvik kuvvetini getirdi; kuvveti yok etmedi, zira bir ordu olmaksızın AB’nin herhangi bir tahakküm şansı olamazdı. Bunun yerine önerdiği şey ise “şartlılık” olarak bilinen bir anlaşmaydı. Kendi payına Brüksel, Batı Balkanlar’ı AB’ye almayı kabul etti, hem de bunun getirdiği tüm faydalarla birlikte: para, ticaret, seyahat özgürlüğü ve yerel halkın sınırsız Avrupa’daki soydaşlarıyla yeniden birleşme şansı. Diğer taraftan bölge ülkelerinin ise onlardan önce Orta Avrupalıların yaptığı gibi AB’ye giriş şartlarını karşılamaları bekleniyordu.

Ancak neredeyse en başından itibaren her şey plana ters gitmeye başladı, çünkü ülkeler reformları gerçekleştirmeyi reddediyordu. Tanım itibarıyla Batı Balkanlar, Doğu Avrupa’nın, savaş mirası, Yugoslav tarzı sosyalizme duydukları nostalji ve herhangi bir demokrasi, liberalizm ya da serbest Pazar geleneğinin yokluğuyla çürümüş nal toplayıcılarıydı.

Kimi zaman AB, hapishane reformu ya da cinsiyet hakları gibi Batı bağlamında önemli olan ama devletin alanını yerleştirme ya da yaşadıkları devleti değiştirme gibi meselelerden daha fazla endişe duyan yerel halk tarafından bir öncelik addedilmeyen konuları zorluyordu. Bazense gereken reformlar, rantiye ekonomisinden servet kazanan elitlerin çıkarlarıyla çakışıyordu.

***

En dirençli ülke Bosna’ydı ve burada hem çatışma asla gerçekten bitmiyor hem de her bir etnik grup bu entegrasyon sürecini kendi çekirdek siyasi hedeflerini ilerletmek için kullanıyordu: Boşnakların durumunda merkezileşme, Sırpların durumundaysa ayrılma. Brüksel bir siyaset alanı –ya da ortamı– oluşmasını zorlayıp uyumluluğu denetlemek için yeni bir aracı önerdi. Boşnaklar tek bir aracıda (merkezi seviyede) ısrarcı oldu, Sırplarsa iki aracı istiyordu (Republika Srpska için de bir tanE olmak üzere varlık seviyesinde). Aynı şekilde, sürecin tıkandığı yer de burası oldu.

Böylelikle her ne kadar şartlılık politikasının amacı bölgeyi istikrarlı hale getirecek bir mekanizma görevi görmekse de etkisi tam tersi oldu. Reform yokluğunda bölge AB’nin dış cephesinin ötesinde siyasi bir arafta sıkışıp kaldı. Avro bölgesi krizinin başlamasıyla birlikte AB kontrolü kaybetmeye başladı, bu da Avrupalı bir süperdevlet inşa etme şeklindeki teleolojik projeyi durma noktasına getirdi. Bu siyasi yangına karşı itfaiyecilik ve kriz yönetimi olağan bir hal aldıkça AB’nin genişlemesi de durdu. Önünde çözülmesi gereken bunca sorun varken Avrupa’nın isteyeceği son şey, hepsi de potansiyel veto yetkilerine ve Avro’ya geçmek için anlaşma zorunluluğu olan, yozlaşmış, yoksul ve etnik açıdan bölünmüş devletleri bünyesine katmaktı.

Gerçekten de AB’nin sorunlarının birçoğu Balkanlar’dan kaynaklanıyor gibi görünüyordu. Bunların en barizi, Avro bölgesi ve geniş çerçevede AB’nin ayakta kalmasına karşı ölümcül bir tehdit oluşturan Yunanistan’ın ekonomisini yönetmedeki başarısızlığıydı. Ama Avrupa durgunluğa doğru geriledikçe Bulgaristan ve Romanya’dan alınan göçler meselesi de hayati bir politik konu haline geldi; Orta Doğu’daki kaostan kaçan göçmenler ve mülteciler Balkanlar’ı Avrupa’ya giden kanal olarak kullandıklarından bu sorun hâlâ yerli yerinde duruyor.

Bu bağlamda, 2009 yılında Almanya Başbakanı Angela Merkel AB’nin genişleme politikasına ara vermesi gerektiğini halka açık bir şekilde duyurduğunda hiç kimse şaşırmadı. Tüm bunların Balkanlar üzerinde bir etkisi oldu ve bölge bu açıklamayı Avrupa’ya açılan asma köprünün kaldırılması olarak yorumladı. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın AB, Balkanlar’la yaptığı üyelik ödülüne karşı iyi davranış anlaşmasında sözünden dönmüştü. Geriye kalan tek şey gelecek yıllarda bir gün, birçok reformun adından bölge devletlerinin AB’ye katılabilme olasılığıydı, o da AB genişleyebilecek durumdaysa ve hatta hâlâ ayaktaysa.

Bu durum, AB’ye katılmaya can atanlar için riskler ve fırsatlar dengesini değiştirdi. Reformlara neden devam edilsindi ki, özellikle de bu, ciddi ekonomik sıkıntılar anlamına geliyorsa? AB, içinde bulunulmak istenecek bir yer miydi ki? Yunanistan ve yalnızca Avrupa’nın yeni hasta adamı olmak üzere 2013’te kendini zorla AB’ye aldıran Hırvatistan’ın durumları enikonu cesaret kırıcıydı. Derken Birleşik Krallık da AB’den çıkmayı düşünmeye başladı: güvensizliğin daniskası.

Tüm bölgede reform süreci daha da yavaşladı. Makedonya ve Sırbistan gibi ülkeler dikkatlerini Türkiye, Rusya, Çin gibi ortaya çıkan ekonomilere çevirdiler. İç istikrar düşmeye başladı, AB’nin bölgeye ihraç ettiği duraklama yüzünden iyice ciddileşti. Arnavutluk, Makedonya ve daha başkaları kitle gösterilerine sahne oldu. Bosnalı Sırpların başını çektiği ayrılıkçılar Amerika’nın dayattığı düzene karşı çıkışlarını biledi.

Bu, AB’ye katılma yolunda resmi ilerlemelerin olmadığı anlamına gelmiyor. Geride kalan birkaç yılda Batı Balkanlar’daki neredeyse her ülke bu hedefe bir adım daha yaklaştı. Bosna ve Kosova’ya, üyeliğe giden yolda ilk adım olarak istikrar ve ortaklık anlaşmaları teklif edildi. Arnavutluk resmi bir AB adayı olarak tanındı. Sırbistan üyelik müzakerelerine başladı. Bölgede en çok yol kat eden ülke olan Karadağ müzakere “bölümlerinden” bazılarını geride bıraktı. Ne var ki bu bürokratik ilerleme zorunlu olarak somut durumda bir ilerlemeyi yansıtmıyor; hatta kimi durumlarda tam tersine işaret ediyor.

Daha kesin konuşmak gerekirse entegrasyon süreci bütün taraflara uyan bir tiyatroya dönüştü. Avro bölgesi ve göç krizleri alevlense bile AB entegrasyon projesi devam ediyormuş gibi yapabilir. Bölge devletleri de ülkelerini daha iyi bir geleceğe doğru ilerletiyorlarmış, bunun için de Brüksel tarafından cömertçe ödüllendiriliyorlarmış gibi davranabilir.

Bu hayalin Karadağ gibi minik bir ülkeyi AB’ye sokması, Sırbistan’ın da birtakım ilerlemeler kaydetmesi mümkündür. Ama diğer Balkan ülkelerinin Brüksel yolculuğu daha çok daimi Avrupa talibi Türkiye’nin yolculuğuna benzeyecektir. Gerçeğe bakıldığında Balkanlar yeniden çalkalanmaktadır.

***

Batı’nın solmakta olan etkisi, “yeni soğuk savaşın” başlangıcından beri Balkanlar’da daha etkin bir politikayı benimseyen Rusya gibi yeni dış güçler için bir ortaya çıkış fırsatı yarattı. Kuşkusuz ki Rusya bölgede, özellikle de Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Bulgaristan ve Yunanistan gibi Hıristiyan Ortodoks ülkelerde artık büyük bir nüfuza sahip. Ama en kayda değer müdahalesi Bosna’da oldu.

Geride kalan birkaç yıl içerisinde Rusya, Republika Srpska’nın Başkanı Dodik’i ağırladı, Bosnalı Sırplar’ı soykırım suçlamalarına karşı korudu, uluslararası denetimi sonlandırma çağrısında bulundu ve eğer medyada yazılanlar doğruysa Bosnalı Sırpları bağımsızlık talepleri konusunda baskı yapmaları için cesaretlendirdi.

Rusya bölgesel düzeni tersine çevirmek için açıktan açığa çabalamıyor. Bunun yerine hedefi, müttefiklerini desteklemek, NATO’nun genişlemesini engellemek ve Balkanlar’daki kendi ekonomik çıkarlarını savunmak. Ama ortaya çıkacak sonuç yine de bölgede düzensizlik olabilir. Eğer Rusya, Ukrayna üzerinden Batı tarafından köşeye sıkıştırılırsa Moskova salt Bosnalı Sırplara yeşil ışık yakarak AB ve NATO’yu karıştırabilecek ciddi bir bölgesel krizi tetikleyebilir.

Ardından bir domino etkisi görülür. Republika Srpska’nın ayrılışı Sırbistan’ın sınırları sorusunu gündeme getirir ve Kosova’daki Sırpları da kendilerini ülkelerindeki Arnavut nüfustan tamamen ayırmaya teşvik eder. Bu ise Kosova’ya bitişik ve kuşatılmış bir halde yaşayan Sırbistan’daki Arnavut azınlığı benzer bir şekilde Belgrad’dan ayırmaya kışkırtır. Ardından Makedonya’daki Arnavutlar da Slav yurttaşlarından ayrılmaya çalışır ve “Büyük Arnavutluk”un yaratılmasının fitilini ateşler. Bu sırada Bosnalı Hırvatlar ise kendi bölgelerini Hırvatistan’a dahil etmek isteyecektir. Karadağ’daki birçokları da genişlemiş bir Sırp devletiyle yakın ilişkilerde bulunmayı talep edecektir. Batı, şiddetin başlangıcını önlemek için bunların herhangi birini tanımayı kuşkusuz ki reddedecektir, ama eldeki gerçekleri anlamak için de alim olmak gerekmez.

Balkanlar’da herhangi yeni bir çatışma daha geniş çapta oyuncuları kendine çekecektir. Rusya bir kenarda oturarak olup biteni başkalarının belirlemesine izin vermeyecektir; kaybedeceği çok şey vardır. Müslüman Boşnak ve Arnavutların içinde bulundukları kötü koşullar yabancı cihatçıları bölgeye çekecektir; tıpkı 1990’larda olduğu gibi, ama Avrupa ve Orta Doğu’da İslamcılığın yükselişine bakılırsa bu kez çok daha büyük sayılarda.

Bu arada bazı AB ülkeleri karmaşadan kaçınmak için çırpınacaktır. Son zamanlarda daha milliyetçi bir duruş benimseyen Hırvatistan, Bosna’daki Hırvat nüfus adına bu ülkeye kaçınılmaz olarak müdahalede bulunacaktır. Arnavutlar’ın ayrılışının ardından Makedonya’dan geriye kalanlar Bulgaristan ve Yunanistan’ın ilgisini fazlasıyla çekecektir.

Tüm bunları bizi ayıltıcı bir sonuca götürüyor. AB Balkanlar’daki baskınlığını yitirdikçe bölgedeki çözümlenmemiş milliyetçilikler de halka yayılmış bir hoşnutsuzluk yatağında yüzeye çıkıyor. Balkanlar’da kendi sorunlarını Avrupa’ya geri gönderme ve böylece de AB’yi yeni, büyük olasılıkla şiddet içeren bölgesel bir krize bulaştırma potansiyeli vardır. Bu yarın olmayabilir, ama AB’nin etkisi söndükçe hesap günü de yaklaşmaktadır.

İdeal olan, uzun süreden beri planlandığı gibi AB’nin kendi iç sorunlarını düzelterek, genişleme hedefini hayata döndürerek ve entegrasyon yoluyla bölgeyi istikrarlı hale getirerek bu olasılığı bertaraf etmesidir. Yine de meselelerin bugünkü haline bakılırsa bu da hüsnükuruntudan başka bir şey değildir.