Mutsuzluk

Zeynep Büyükyağcıoğlu

Blog: Serbest Kürsü

İnsanların suratlarına bakıyorum uzun süredir. Göz kapaklarına, alınlarındaki kırışıklıklara, saç renklerine, ellerinin duruşuna, otururken bacak bacak üstüne atıp atmadıklarına. Metroda veya yürürken, sokaktakilere, balkondakilere, telefonla konuşanlara. Çaresizliğin ve yenilmişliğin açıklığı, ama bir yandan da sanki bir sıkıntıları yokmuşçasına günlük işlerine koşturmalarındaki itaatkarlık, dünyanın neden, ve nasıl işlediğine dair olan soruları akıllarına dahi getiremiyor olmaları, ve bunun, normal sınırları dahilinde olması bizim topraklara mahsus belki de.

Düş gücü eksik, eleştirel düşünüşü ‘sonunda elime bir şey geçecek mi’ faydacılığından öteye geçmeyen, geçemeyen, yaşadıkları çemberin dışındaki faktörleri hiçe sayarak, küçük çocukların gül bahçesine kaçan lastik topa üzülmelerinden daha fazla üzülmeyerek, üzülemeyerek, çene kemikleri içe doğru burkulmuş, gözlerini çevreleyen çizgilerin yaşamaktan bunaldığını avaz avaz bağırdığı görülebilir halde, şahın, vezirin kim olduğunu sormaktan korkan, bu şekilde yaşayan insanlar. Pek ünlü yönetmenimizin güzel ve yalnız ülkesi aslında melodramatikleşirilemeyecek denli susuz, romantizme gelemeyecek denli kaygılı, öfkeli ve bilinmezliğin içinde ne yazık ki. Öyle ki beyaz şaraplar eşliğinde, çevresinde mumlar yanan bitkilerle dolu teraslarda kederlenen pek duygusal romantiklerin kendilerini yerlerine koyamayacakları kadar ciddi. Mutsuzluğun eni boyu korkunç büyük, kirli ve vicdansız.

Az gülümsüyoruz. Pozitif olmaktan, bardağın dolu tarafını görmekten, yeni günle yeni başlangıçlar yapılabileceği fikirlerinden epey uzağım, epey antipatik gelir bana bu nedensiz barışçıllık; zaten derdim de iki gofretle yüzü gülen çocuk sevinci arayışı değil. Gülümsemek ülkemizde lüks, güne güzel başlamak, öyle beyaz pijamalarınızla pencereden şehri izleyerek ve kahve yudumlayarak olmuyor pek bu ülkede; bakmayın sokakta koşturan, mavi gömleği terden ıslanmış adamların enerjisine, yoktan yiyorlar; ve gülümsemeye enerjileri kalmıyor elbette.

Sosyal refah devleti olmakla, üçüncü dünya ülkesi olmak arasındaki en büyük ve bir o kadar da ekonomik fark bu işte, insanların mutsuzluğu, ya da başka bir deyimle mutluluğun lüksü, satın alınabilir bir değer, bakın değer diyorum, bir perakende malı haline dönüşmesi. Karşınızda oturan adam size surat yapmıyor, hayır, o başka nasıl yaşanır bilmiyor sadece. İki yanında oturan Alman çiftse meraklı bakışlarıyla gülümsüyor, iletişime geçebiliyor, anlayıp, anlaşabiliyor. Anca İstanbul’un zenginlerinin dile getirdiği bu ‘modern konjonktür’ safsatasının arkasına sığınıp, ‘bizim memleketimizde orta sınıf yok hocam,’ lafları ise nasıl zavallı, ne denli gerilerde olduğumuzu gösteriyor bize: Ulan orta sınıfı sen yok ettin!

Eve gelen temizlikçisinin bitmeyen derdinden yakınan hanımefendiler, ense traşı olmaya giden beyefendinin berberinden ‘iyi hoş da çok konuşuyor,’ diye şikayet etmesi, üniversite mezuniyetinin yıldönümünde bir araya gelen arkadaş grubunun servis yapan garson çocuğu az buz getirdi diye paylaması, marketteki kasiyer kıza elmanın birim fiyatını bilmiyor diye bağırmak; senin, benim, tüm şehir çocuklarının utancıdır, sen sabah uyandığında hak etti diye düşünürsün, o uyandığında, ne yazık ki kodlanmış olarak, hak ettim diye düşünür.

Sonra ülke savaşa girer ve hepimiz hak ettik diye düşünürüz.