Sermayenin atasözleri ya da ayı mı büyük dere mi?

Yalçın Akyürek

Blog: Serbest Kürsü

Emperyalizmin krizlerinde uluslararası tekeller ve yerli işbirlikçileri kendilerinden küçük tüm sermayeleri yutar!

Kendileri gibilerle de rekabete girişir.Yaşadığımız süreç böyle bir dönemin başlangıcını çeyrek geçiyor. Belki de daha ileride.

Böyle olunca rekabetçi piyasanın başarısızlığı çıkıyor ortaya. Kötülenen lanetlenen kapitalizm değil rekabetçi piyasa olur ve piyasacılığa karşıymış gibi görünen tekellerin işçi sınıfına halkçıymış gibi görünen söylemleri sola yer bırakmamak, işçi sınıfını konsolide etmek gayesi güder. Solun bahsedilen süreçte yükselişe geçmesi gerekirken tersinin gerçekleşmesinin açıklaması budur. Sermaye sınıfı ve emperyalizm artık ''halkçı''dır! TÜSİAD elbette açıklamalarda bulunacak demokrasi, hukuk, laiklik falan...

Karşılığı ise sol değil ama solun yerini alacak bir unsur olmalı. Oportünist de neymiş, reformizmin tarihini yazmış bir sol gerek, yani artık sol olmayan. Yani sınıf siyaseti yapmayınca, ağzına ''sınıf'' kelimesi almayınca herkesi eşitlemiş olan solumtrak. Yani sol gösterip sol adına sağ vuracağız diyen. Aşırı olmayan!

Ülkede yer edinmiş, aşırılığa karşı büyük bir uzaklaştırma, ötekileştirme psikolojisi var. Halk içerisinde ise karşılık bulmasının nedeni 12 Eylül askeri darbesinin yıkımı ve aralıksız devam eden kontr-gerilla faaliyetleri.

Darbenin sahibi emperyalizm ve sermaye. Darbeyi yapan asker.

0,5 dalgalanmaya bırakılan istikrarlı bir borsa.

Borsanın sırtını dayadığı piyasa ekonomisi...

İyi bir ekonomi borsadan edilen karlı yatırımların artışıyla mümkün.

Heralde kimse Sabancı’nın, Koç’un, Zorlu’nun, Ülker’in vs. liberal ekonomide halen daha en yüksek karlar elde ediyor olmasının nedenini fabrikalarında üretilen metaların pazarlama dehası ile elde edildiğini düşünmüyor!

En yüksek karlar için kriz fırsattır. Tekelleşmenin bugünkü raconu şirketin borsadaki hisselerinin tavan yapması. Bu ise rakiplerin hisselerinin değer kaybetmesi ile mümkün.

En kaba haliyle bu ülke ekonomisinin ürettiği karların en az %65’ni TÜSAİD alıyor. Dışarıda direkt yatırımları çok az. MÜSİAD ve TUSKON üyesi şirketlerin gövdesi hükümette, gölgeleri ise Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika’da.

Merkez Bankası’nın özelleştirilmesinin nedenleri fazlasıyla tartışıldı. Fakat ülkeye giren kayıt dışı paranın piyasa sürülmesi ile para miktarı ve dolaşım hızının dengelenebilmesi için ele geçirilmesi gereken önemli bir üs olarak pek kimse yorumlamadı.

Dış açığın 2005 öncesi dönemin anormal ama halkın yaşamında normalleşmiş enflasyon oranları gibi sıradanlaşması açıklanamaz gibi mi duruyor?

Özelleştirmeler enflasyonun düşürülmesi için bir yöntemdi piyasa ekonomisi için. Gerçekleşti ve enflasyon düştü.

Yabancı yatırım arttı, MÜSİAD ve TUSKON yatırımları Müslüman ülkelerde gerçekleştirdi. Enerji ve ağır sanayi TÜSİAD’a kaldı ve dış açık daha önceki bela olan enflasyonun yerini aldı.

İnternet artık heryerde. Yatırımlar anında gerçekleşebilir ya da geri çekilebilir. Anlık yaşıyor bağımlı liberal ekonomi. Somut varlıklarının bir önemi yok. Sanal ortamda döviz  girişi yahut çıkışının resmi rakamlara yansıması yeterli.

O yüzden denir ki herkes parasını çekse bankadan bu ülke batar. Çünkü reel olarak yok öyle bir para.Kredi sistemi bu durumun ilacıdır ve o yüzden herkes çekemez parasını. Durumu müsait olan herkes kredi çekse ekonomi yine krize girer.

Liberal ekonomi, finans ve sermaye sınıfı! İşçi sınıfı nerede peki?

Söyleyelim;

"Biz olmasak bunca fabrika, inşaat vs. nereden olacaktı?"

"Biz olmasak bu kadar insan nereden ekmek bulacaktı?"

"Memleket düşmanı bunlar,millet düşmanı!"

"İşçi dediğin illa komünist mi olacak! Özgürlük var bu ülkede!"

"Biz bu millete hizmet ediyoruz, milletin evlatlarıyız!"

Yatırımları, özelleştirmeleri vs. kutsallaştırıp kendilerini de buradan sıyırarak halka inen bir hizmet insanı gibi sunup sermayeyi siyaset dışı hatta "sağ" siyaset dışı bir olgu olarak toz konmaz raflarda özenle korunabilir bir emanet gibi sunarak bunca yıl işçi sınıfının inisiyatifini de ele geçirdiler.

Şimdi erken seçim yaklaşırken meclisteki mevcut dört siyasi partiden kendisine sol diyenlere baktığımızda onların da sermayeyi "sağ" siyasetten bağımsız bir yerde tuttuklarını görürüz. Kılıçdaroğlu’nu zaten geçelim. HDP’nin meclise girip giremeyeceğine bağlanan umutlar ışığında bir önceki seçim sürecine bakarak devam edelim.

İşçi ücretlerinin düşüklüğünü devletin sermayedarlardan aldığı yüksek vergiye bağlayan HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş’ın formülü şöyle: "Sermayeden çok yüksek miktarlarda vergi alınıyor. Böyle olunca işçi ücretleri tabi düşük olur. Biz bu vergileri düşüreceğiz. Böylece sermaye de rahatça işçi ücretlerini ödeyebilecek..."

Bu kadarı bile yeter.

Yukarıda anlatılanlar çok karışık ve herbiri sermaye düzenini ortaya koyan ve ayrıca incelenmesi gereken konuların birkaç cümle ile özet geçilmiş hali.

Asıl konu şu; sermaye sınıfı siyaseti üreten ve yürüten düzen partilerinin sermaye sınıfını "sağ" siyasetten arındırıp kendi aralarında yönetime talip olup rekabet yürütmeleri. Bunu da sermayenin suyuna gidiyormuş gibi yaparak değil bizzat ihtiyaçlarına ve talimatlarına uyarak yapıyorlar. Böyle olunca da işçi sınıfı siyaseti kapı dışarı.

Geriye; kadın, erkek, genç, yaşlı, LGBT, memur, işçi, köylü, Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Ateist, Alevi, Sünni, Hristiyan...

Dereyi geçene kadar ayıya dayı demek... Hayır, biz bu değiliz, sol böyle birşey değil...

Seçimlerde de diğer tüm süreçlerde de...

Sol emektir...

Yani tüm insanlığı eşitleyen ve özgürleştiren...

Yani emek diyoruz...

Yani insan!

İnsan...