Beyaz yakalı! İşçisin sen ulan!

Yalçın Akyürek

Blog: Serbest Kürsü

Reel sosyalizmin çözülüşü ile emperyalizm şiddetini arttırırken uyguladığı neo-liberal politikalar yaşamın her alanında işçi sınıfını esir alan baskısını, çürümüşlüğünü ve kafa karışıklıklarını beraberinde getirmiştir. Bu saldırı ve baskı alanı her geçen gün genişlerken bunun karşısında eşyanın tabiatı gereği solun da etkilenmemesi mümkün değildir. Sınıf, sınıf bilinci ve sınıf mücadeleleri üzerine yapılacak tartışmalar emperyalizmin bugünkü saldırısını ve kapsama alanını gözetmeksizin sürdürüldüğünde ileriye dönük mücadeleyi tarihsellikten koparan noktalara kadar taşıma riskini barındırır. Çünkü nihayetinde mücadelede stratejiyi ve yöntemi belirleyecek olan bu tartışmalardır. Özellikle solda artagelen sınıf tartışmalarında hizmet sektörü işçileri ile sanayi işçileri arasında gitgeller yaşanmakta, bu ise çoğu zaman “beyaz yakalı” başlığında yükselen tartışmalarda somutlanmakta ve burada yarattığı kafa karışıklığını da gözler önüne sermektedir. Bu durumun kendisi tartışmalarda ve sınıf tahlillerinde Marksizm-Leninizm’i masadan kovmaya cüret edecek kadar kendisine hareket alanı bulabilen solcular türetmektedir. Buradaki cüret, hareket alanı bulduğu siyasal boşluklara yerleşme olanağını lehinde somutlamak isteyen revizyonistlere ve de oportünistlere aittir. Bahsettiğimiz cüretin kaynağı esasen sınıf ve sınıf bilinci yoksunluğudur. Bu yoksunluk dâhilinde harekete geçenler birazdan değerlendireceğimiz yazıda olduğu gibi işçi sınıfının mücadelesini sokakta kolluk kuvvetiyle girişeceği çatışmaya indirgeme basitliğinde ve kolaycılığında kendisini gösterir. Yazı nezdinde ve öncesinde, neo-liberalizm karşısında verilecek olan mücadelenin tartışmaların doğru ve gerçek zeminde yürütülmesi ve bu bağlamda işçi sınıfının, örgütlenme gündeminin ve mücadelesinin tahlili açısından sınıfa ve sınıf bilincine değinmekte fayda var.

Marksizmin siyasi mücadele ile bağlarının sıkı olması sebebiyle, bahsi geçen tartışmalar işçi sınıfı mücadelesine dair strateji ve taktikleri belirleyici yönde sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Birazdan değineceğimiz yazıda ilk olarak işçi sınıfının kapsayıcılığı işçinin yarattığı artı-değer, üretim araçlarının yoksunluğu ve elindeki tek şeyin emperyalist düzen koşullarında emek gücü olduğu gözetilmeksizin çerçevelendirilmiş. Marx’ın sınıf yaklaşımında önceliği insanların üretim ilişkilerindeki yeridir. Marx burada insanların üretim araçlarıyla kurdukları ilişkiler üzerinden sınıf kavramını açıklarken yalnızca sınıfın kapsadığı kişileri değil sınıfsal ayrışmayı yaratan sömürü ve üretim sürecini de işaret etmektedir. Dolayısıyla mülksüzleştirilmiş ve piyasada emek gücünden başka satabileceği hiçbir şey kalmayanları nesnel olarak aynı sınıfın üyeleri olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla Marksistler, sınıfı tanımlarken kişilerin ideolojik ve siyasi yönelim ve algılarını hesaba katmazlar. Bahsi geçen yazıda yazar beyaz yakalı işçileri içerisinde bulundukları algının kurbanı olarak tanımlamakta ve fakat bu durumdan yine beyaz yakalı işçileri suçlu çıkarmaktadır. Örgütlenmemelerini bugünün koşullarında anormal bir durum gibi sunarken sınıfın oluşum sürecini ve tarihselliği kenara bırakan yazar, beyaz yakalı işçileri işçi sınıfının tarihsel kazanımlarından da bugünkü eylemliliğe geçmeyişlerinden referansla mahrum etmekte, kazanım elde edilen mücadele tarihinden soyutlamakta ve bu mahrumluğa ve soyutluğa rağmen beyaz yakalı işçileri örgütlenmeye ve mücadele etmeye çağırarak kendince onları affetmenin yolunu göstermektedir. Bu tavrı ile yazar arkadaşımız yalnız beyaz yakalı işçileri değil örgütlenmeyen ve mücadele etmeyen milyonlarca işçiye de hüküm giydirmektedir. Buradan yola çıktığımızda sınıf içi farklılaşmaların da sınıfın tanımında etkisiz kaldığını ifade edebiliriz. Sınıf içi farklılaşmalar değindiğimiz konudan bakacak olursak beyaz yakalı işçilerin işçi olduklarını kabul etmemeleri gibi bir referans ile absürt bir çıkış noktasından ortaya konulamaz. Farklılaşmaların en önemli nedeni üretim sürecinin ihtiyaçlarına göre şekillenen ve teknik işbölümünün buna bağlı olarak değişkenlik göstermesidir. Dolayısıyla ücret, meslek, sahip olunan statü, yoğunlaşılan sektör vb. sınıf tanımında kendisine yer bulamaz. Bunlar sınıfı belirleyen ölçütler değil sermaye birikimi sürecinin duyduğu ihtiyaçlara göre şekillenen değişkenlerdir. Dolayısıyla Marksizm’de sınıf farklı katmanlar ve dönüşümleri içeren tarihsel bir oluşumdur. Kafa emeği-kol emeği, üretken emek-üretken olmayan emek, beyaz yakalı-mavi yakalı gibi ayrımlar sınıfı belirleyen ölçütler değil emeğin farklı etkinlik ve örgütlenmeleri olarak değerlendirilir. Buradaki çözümleme sürdürülmediği takdirde karşılaşacağımız sınıf mücadelesi yöntemi bahsi geçen yazıdaki gibi sınıf bilincine dayanmayan yönelimler üretmekten ve sergilemekten kendisini kurtaramayacaktır.

Sınıf bilinci ise sınıfın nesnel konumu ile öznel karakteri arasındaki ilişkiyle yakından ilgilidir. Marx toplumsal bir özne olan işçi sınıfının siyasal özne haline gelmesini yaptığı “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” ayrımıyla açıklar. Bu ayrım bir oluşum sürecini açıklamaktadır ve sınıfın varoluş biçimi ile alakalıdır. Son tahlilde işçi sınıfı bilinci, işçinin kendi deneyimleriyle saptadığı özel çelişkilerin temel çelişkilerin bir uzantısı olduğunu görebilmesi ile edinilebilecektir. Bunun dışındaki oluşum anlayışı Marksizmden uzaklaşmayı da beraberinde getirir. Lenin de buna ek olarak “dışarıdan bilinç” kavramını geliştirmiştir. Burada kastedilen işçi sınıfının üyesi olmayan bir örgüt ya da bir devrimci değil bilincin bizatihi kendisidir. Dolayısıyla bilinç maddi gerçekliğin toplumsal hareketlerin dolaylı olarak belirlediği bir olgudur. İşçi eylemleri, toplumsal isyanlar, grevler vb. elbette önemlidir. Kaldı ki Haziran Direnişi eylemliliği toplumu siyasallaştırmıştır ve ülke çapına yayılan milyonlarca eylemci içerisinde kentli ve beyaz yakalı işçiler eylemdeki yerlerini almışlardır. Sınıfsal bir eylem değildir fakat işçileri siyasal olarak etkilemekte kapıları sonuna kadar açık bir eylemliliktir. Böyle bir Haziran Direnişi sonrası beyaz yakalı işçilere bu tür bir yaklaşım, içerisinde önemli hatalar barındırmaktadır. Beyaz yakalı işçilerin sınıf bilincini edinmesini sağlamakla kendisini sorumlu tutan devrimcilerin farklı siyasal ve ekonomik algı ve yönlerdeki işçilerle hesaplaşmak, onlara sitem etmek şeklinde olamaz. Bu şekilde yaratılan algı sınıf bilincini edinmek olarak değil karşıtlıkların sermaye sınıfına karşı örgütlenilmesi gerekirken işçilerin birbirlerine karşı koydukları olumsuz tavırlar olarak şekillenmesine yol açar ve sınıf içerisinde çatışmalar olarak etkileşimi buradan kurar. Ekonomik ve siyasal çelişkiyi temel çelişki ile bağdaştıramayan beyaz yakalı işçi bu yazıdaki yöntem ile hareket edildiğinde elbette tek iş güvencesini kariyer olarak görecektir. İş güvencesine sahip çıkan işçi ise bu davranışı sebep gösterilerek sınıfın dışına itilemez, buna cüret eden biri ise beyaz yakalı işçilerle değil kendi Marksist algısıyla ve devrimciliğiyle hesaplaşmak zorundadır. Keza bunu yapmamakta diretenler liberalizmin kurbanları olmaya mahkûmdur ve bu bağlamda liberalizmle mücadele eden Marksist-Leninistler doğal olarak onlarla da mücadele etmek durumundadır. Sınıf ve sınıf bilinci elbette bu kadar kısa olarak ele alınıp anlatılacak kavramlar değildir fakat bahsi geçen vasat yazıdaki yöntem için fazlasıyla yeterlidir ve bu kısa anlatımlara hatırlatma olarak başvurulmuştur. Bu hatırlatmalara başvurmamın nedenini sanıyorum bahsi geçen yazıyı okuduğumuzda daha iyi anlayacağız.

Konumuza geri dönecek olursak artan emperyalist saldırılar karşısında sol içerisinde 3. Enternasyonal döküntülerinin tekrar tekrar hortlaması şeklinde Türkiye solu da nasibini almıştır. Bu tartışmalar güncelliğini korumaktadır ve değindiğimiz sapmanın bir örneği de şimdi değineceğimiz bir yazıda kendisini göstermektedir.

27 Aralık 2014 tarihinde evrensel. net’te yazılan bir yazı (1) yukarıda değindiğimiz konunun güncel bir somut örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazının başlığı “Karışmasın lütfen! Biz beyaz yakalıyız”. Yazar başlıktan da anlaşılacağı üzere beyaz yakalı işçilerin kendilerini işçi gibi görmemelerinden yakınmaktadır. Ve bu bağlamda beyaz yakalı işçilerin sözde işçi sevmez tutumları üzerinden sınıf kavramını ve işçi sınıfı bilincini eleştirirken kendisi de aynı kavramları yerden yere vurmakta ve bunu yaparken de sınıf mücadelesinde işçi sınıfını gaz ve cop yiyenler/ yemeyenler ile talimat alanlar/talimat verenler olarak kategorik noktalara indirgemektedir. Kendisiyle çelişen yazısında beyaz yakalı işçinin sorunlarından bahsediyor ve beyaz yakalı işçilerin diğer işçilerden daha çok problemler yaşadığını dile getirirken ödedikleri bedel üzerinden ve beyaz yakalı işçilerin “işçi olarak nitelendirilmeyi kabul etmedikleri algısını” kırma çabası üzerinden devam ediyor. Ve bu bedeli beyaz yakalı işçilerin kariyer kaygısı diğer işçilerin ise gaz ve cop yemesi olarak ayrıştırıyor. Böyle olunca da sınıfı, işten atılma ve sokakta kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya geliş noktalarında ortaklaştırmaktan öteye gidemiyor. İşçi sınıfını tarihsel oluşum sürecinden kopuk bir şekilde indirgediği bu ortaklaşmalara oturtuyor. Bu noktalarda ortaklaştırdığı işçileri sınıf mücadelesine örgütleme çabaları komik bir biçimde beyaz yakalı işçilere sitem olarak kendisini dışa vuruyor. Tüm bunlardan anlayacağımız üzere yazar beyaz yakalı emekçileri suçlarken aynı zamanda gaz, jop yemeyen, eyleme çıkmayan, örgütsüz ve hareket etmeyen, sendikal mücadeleye katılmayan, siyasi tepki göstermeyen milyonlarca işçiyi de suçluyor ve işçi sınıfını yine paramparça etmekten öteye geçemiyor. Kendisini sıkıştırdığı bu dar alanda sınıfı ve sınıf bilincini de liberalizmin çürümüşlüğüne teslim ediyor. Sınıf mücadelesini ve bilincini salt sokaklardaki gazlı coplu çatışmacı eylemliliğe indirgeyerek, beyaz yakalı işçilerin ideolojik/siyasi algısının yanlışlığını ortaya çıkarayım derken kendi kalesine golleri sıralıyor ve sınıflar savaşımında işçi sınıfını hükmen mağlup ediyor.

Üç başlıkta ele aldığı yazısında keşfettiği başka bir nokta beyaz yakalının hayal âleminde yaşadığı yani beyaz yakalıların kendilerini işçilerden üstün görmesi ve patronlar gibi davranıp patronları taklit ettikleri iddiaları üzerine. Şu cümleleri kuruyor; “Beyaz yakalılar, emir ve talimat verirken, işverenlerini, onların talimat verme iktidarlarını taklit eder, onlara benzemeye çalışır. Bu nedenle, “işçiyim” demek yerine, “beyaz yakalı çalışanım” demek onlara daha cazip gelir. Talimat verme yetkisini elinde bulunduranları taklit ettiklerinin anlaşılmasını da istemez beyaz yakalı. Talimat verme yetkisinin, beyaz yakalı olmalarının doğal sonucu olarak görülmesini, öyle kabul edilmesini ister. “ Beyaz yakalı işçilerin bu davranışlarının bedeli olarak “kariyer”e maruz kaldıklarını da peşinden sıralıyor;

“Beyaz yakalı olmanın, ezen adına iktidar kullanmanın bir bedeli vardır ama. Bu bedelin adına ‘işin net cazibesi’ denilir. Yaygın adı ‘kariyer’dir. Beyaz yakalının yaptığı iş ona iş ortamında gelirin yanında statüde veriyorsa, bu statünün, kariyerin bedelini, işin sahibiyle özdeşleşerek ödeyecek demektir. Bu nedenle günlük çalışma süresi iş bitene kadardır; haftalık çalışma süresinin sınırı yoktur. Ona verilen statünün, kariyerinin bedelini iş endeksli çalışarak, yirmi dört saat kendisini işyerine adayarak, tüm yaratıcılığını seferber ederek ödemek zorundadır.” Görüleceği üzere beyaz yakalı işçilerin ödemek zorunda kaldığı bedeli kariyer olarak belirtirken bu bedelin temeline de sebep olarak beyaz yakalıların patron özentiliğini koyuyor ve beyaz yakalı işçinin işten kovulma kaygılarını yalnızca Türkiye’nin değil dünyanın her yerinde var olan ve çözülemeyen yakıcı işsizlik sorunundan son tahlilde emperyalizmin bugünkü bunalımından bağımsız olarak ele alıyor ve bunun yanında statükoculuğu vurgularken beyaz yakalı işçileri patronla eşleştiriyor ve onları orta sınıfın ellerine teslim ediyor. İşte bir liberal atak daha! Ezen adına iktidarı kullanmak, işçi düşmanlığı, kariyer vs. Bir küfür etmediği kalıyor beyaz yakalı işçilere. Neresinden tutarsak tutalım bu çelişkili tutumun kaynağını cümlelerini bir bir ortaya saçarak gösteremeyiz. Kaldı ki tutulacak bir yan da bırakmamış. Sermayenin bugün elinde bulundurduğu ve sömürü aracı olarak kullanmaktan kaçınmadığı, rahatça ortaya koyduğu mobbingden hiç bahsetmiyor. Bugünkü kapitalist-emperyalist düzen koşullarında, kariyer yapmayı emperyalistlerin giderek içerisine battığı tıkanıklığın bir sonucu olarak beliren mobbing’in bir yansıması, maruz kalınan bir sömürü aracı olarak değil, beyaz yakalı işçinin güvencesi olarak betimliyor. Yazıdaki “Çok Pis Kariyer Yaparım, İşçi Değilim Ki!” alt başlığında beyaz yakalının kariyeri maruz kaldığı mobbing’in bir sonucu olarak değil beyaz yakalı işçilere tanınan özel bir hak gibi ortaya koyması yetmiyormuş gibi bu hakkı diğer cop ve gaz yiyen işçilerin haklarından da ayırmayı başarıyor. Bununla da yetinmiyor kariyer endişesinin yarattığı problemlerden de bahsediyor. Ama ne hikmetse kariyer endişesini sömürünün bir aracı olarak yani tüm beyaz yakalı işçilerin bulundukları tüm sektörlerde maruz kaldığı mobbing olarak değil, beyaz yakalıların kendinde gördüğü bir hak, bir güvence olarak algıladığını belirterek ihaleyi yine beyaz yakalı işçilere yıkıyor. Bunu yaparken de yine yazısının başında ayaklarını bastığı yasal tanımlamaları unutuveriyor ve işçi sınıfının iş hukukundaki diğer haklarını birden yok sayıyor. Böylece de işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını salt bir tanımla sönümlendirerek işçi sınıfına yaptığı haksızlığı gözler önüne seriyor. Kendi kazdığı kuyuya beyaz yakalı işçileri atmaya çalışırken kendisi düşüyor. Fakat yılmayan yazar arkadaşımız bugün dünyada hala güncelliğini koruyan tartışmalara son noktayı koyarak sermayeden pay alan CEO’ları da beyaz yakalı olarak kavramlaştırma cesareti gösteriyor ve beyaz yakalı işçileri lanetlemeye devam ederken talimat verenler kategorisinde tüm beyaz yakalı işçileri CEO’larla birlikte bir çatı altında toplayarak toptan hedef alıyor.

Genel olarak yazının başından sonuna kadar “işçi”yi yasalar çerçevesinde betimleyip beyaz yakalının yakasına yapışıyor ve hesaplaşmasını yazının sonunda beyaz yakalı işçilerin kulağını çekerek “sen de işçisin, akıllı ol” minvalinde tamamlıyor. Burada birden çok hata var. Bu hataların sebebini tek başına bu maceracı yazarımıza yüklemek pek bir şey ifade etmez. Yalnız yazarın beyaz yakalı işçilere olan bu sitemkâr hesaplaşmasını onun özelinde değil neo-liberalizmin karşı ve revizyonizmle de hesaplaşarak ele almamız ve işçi sınıfı mücadelesinde Marksist-Leninist argümanlarımızı emperyalizme karşı mücadele zemininde geliştirmemiz ve burada mevzilenmemiz gerekmektedir. İşçilere bilinç aşılarken ve işçi sınıfı mücadelesini örgütlerken bir Marksistin yapacağı en büyük hata işçilerin temel çelişkideki nesnel konumları, üretim araçlarındaki mülksüzlükleri ve emek gücünden başka satabilecek bir şeylerinin olmayışı durumunun farkındalığını yaratmaya çalışmak yerine beyaz yakalı işçileri patronlarla aynı kefeye koyan bir algıya beyaz yakalı işçileri mahkum edip, karşısına patronlar yerine beyaz yakalı işçileri alıp hesaplaşan, ukalaca “işçi olduğunuzu kabul etmiyorsanız geberin ya da kurtulmak için örgütlenin” minvalinde bir tavırla kısır ve kadük bir yaklaşımla bu ve benzer yazıları yazmış olması, daha da beteri bunu da örgütlenme faaliyetlerinde işçiler üzerinde etkileyici bir araç olarak kullanmaya kalkışıdır. Talihsiz bir ajitasyon denemesi. Kaldı ki işçi sınıfına çekilecek ajitasyon sınıfın belli bir kesimini başka bir kesimine karşı kışkırtarak yapılmaz. Böylesine çorba gibi karmakarışık bir yazı ancak kafası karışık bir akıldan çıkabilir. Kendisinden ve beyaz yakalı işçilerin algıları üzerindeki tahlillerinden emin olduğunu kesin hüküm içeren ifadelerinden anladığımız yazarımızın bu denemesini işçi sınıfının tarihsel mücadelesi açısından bir talihsizlik olarak görmek kendisine verilen bir ödül niteliğinde olacaktır sanıyorum. Bir acelecilik, bir maceracılık ve sonucunda eylemlere katılmıyor diye beyaz yakalı işçi düşmanlığı! Lenin 1. Dünya Savaşı’nın en hararetli dönemlerinden biri olan 1976 yılının ilk aylarında kaleme aldığı “Kapitalizmin Sonuncu Aşaması: Emperyalizm” kitabında, o dönemki bunalım dönemine dair tespitte bulunduğu etkilerden bahsederken bunalımın ters yöndeki etkisini şu sözleri ile ifade eder(2).

“Bunalım, anti-tekelci hareketin toplumsal tabanı daha da genişletilmiş ve demokratik birliği tabanını daha da güçlendirmiştir. Bununla beraber ters yönde etkide bulunan etkenleri de aynı şekilde hesaba katmak gerekir. Kapitalist dünyanın bunalımı bazı çalışanlar tabakasında savaşçı eğilimler doğurmaktan uzaktır. İşini yitirme korkusu, bu güç dönemin geçmesini beklemek arzusunu ortaya çıkarmaktadır. Reformist ideoloji, bunalımın yükünü toplumun bütünü üzerinde ‘eşit’ tarzda bölüştürme çağrısında bulunmakta ve çalışanlardan kendi paylarını ‘tam hakkaniyetle’ kabul etmelerini istemektedir.”

Sonuç olarak yazarın beyaz yakalı işçilere endekslediği algı ve problemler kapitalist-emperyalist üretim tarzının tarih sahnesinde bulunduğu her döneminde kendisini var etmiştir. Bu nesnel bir durum olmakla birlikte bu duruma karşı örülecek mücadele ve yöntemi Marksizm-Leninizm’in argümanlarında açık bir şekilde mevcuttur.


(1) http://www. evrensel. net/yazi/73047/karismasin-lutfen-biz-beyaz-yakaliyiz
(2) Lenin, V. İ. , Kapitalizmin Sonuncu Aşaması: “Emperyalizm”, s.145.