O şoför suçlu değil

Volkan Kavas

Blog: Serbest Kürsü

Birkaç gün önce Ankara’da, duyan herkesi dehşete düşüren bir trafik kazası meydana geldi. Bir Belediye otobüsü kaldırıma çıktı, durakta bekleyen insanları altına aldı. Hikâyenin bir kaç versiyonu yazıldı, anlatıldı. Hemen hepsindeki ortak tek nokta, otobüs şoförünün kaçınılmaz olarak suçlu olduğunun ima edilmesiydi.

Öyle miydi gerçekten? Emin değilim. Nedenini kısaca anlatmaya çalışayım.

Hesaplarıma göre olaydan yaklaşık 5 dakika önce kaza yerinin çok yakınından arabamla geçmişim. Bir ders sonrası mensubu olduğum fakültenin Cebeci yerleşkesinden, diğer yerleşkesine, Sıhhiye’ye gitmek için yola çıkmıştım. Hep kullandığım ve hemen her zaman kalabalık ve sıkışık olan Dikimevi Kavşağı’nı yine o halde görünce ilk anda pek şaşırmadığımı anımsıyorum. Ancak şimdi geriye doğru düşündükçe, bazı farklılıkların olduğunu görüyorum.

Pek çok araçtaki pek çok insan gibi, ben de tek başıma arabamın içinde, söylene sıkıla kalabalık bir trafik ortasında beklemekten çok pinekliyordum. Trafik, araç içinde ya da yaya, o an orada olan herkesin son derece aceleci ve sabırsız olmasına karşın salyangoz hızıyla ilerliyordu. Karşıda, yaklaşık 50 metre ötede iki körüklü belediye otobüsünün tuhaf konumları nedeniyle yolun tıkamış olduğu seçilmekteydi. Hava sıcak ve bunaltıcıydı. Camlarım açıktı. Gittikçe sıklaşan korna sesleri yetmedi, bir süre sonra birkaç şoför kâh camdan başını uzatarak, kâh bir adımı hâlâ aracında olmak üzere kapısını açıp ayağa kalkarak ileriye bakmaya, el kol hareketi yaparak söylenmeye başladı. Hastane bölgesindeydik. Neden sonra farklı yönlere gitmeye çalışan iki ambulansın iç gıcıklayıcı sirenleri yüksek tondan duyulmaya başladı. Tıkanmış olan trafik şimdi bir de tedirginlik ve panikle adeta dalgalandı. Korna sesleri kesintisiz bir kakafoniye dönüştü. Herkes patlamaya hazır, sanki bir an sonra bir işaret alacak ve bir birbirine saldıracaktı; korkudan, tehlike altında hissetmekten, aceleden, ambulansların geçişini kolaylaştırma isteğinden ya da galiba hepsinden önemlisi diğerleri tarafından yadırganmaktansa daha güçlü görünme ve bu sayede üste çıkma güdüsünden.

Ben oradan geçerken, henüz kaza gerçekleşmemiş olmalı. Zira içinde olduğumuz atmosfer henüz korkunç bir yaşantının hemen öncesindeki kontrol yitimi aşamasını andırıyordu; dehşet değil yayından çıkmak üzere olan öfke, sağduyusuz bir savrulma durumu ve küfür vardı.

Camlarımı kapadım. İçimde yükselmesini engelleyemediğim boğuntuyu bastırmak için yüksek sesli bir müzik açtım ve kendi kendime “ne yap et, buradan bir an önce kurtul, yoksa ateş içinde kalacaksın” diyordum. Muhtemelen aynı düşünce pek çoklarımızda uyanmıştır.

Bir biçimde kavşaktan geçip yoluma devam edebildim. Gideceğim yer asıl tıkanıklığın yaşandığı ve sonrasında kazanın meydana geldiği istikamette değildi.

Bir kaç saat sonra kazanın detaylarını öğrendim. Otobüs şoförünün bir süre önce aynı yerde gerçekleşmiş daha küçük çaplı bir başka kaza nedeniyle trafik polisini beklediğini, bekleme süresi uzayında yolcularını indirdiğini, arkasında bekleyen araçlara yok vermek ve trafiği rahatlatmak için kaldırımdaki bir boşluğa çıkmaya yeltendiğini ve sonrasında aracın kontrolünü kaybettiğini…

Şoför suçlu. Peki, başka suçlu yok mu?

Kazanın hemen öncesinde benim de içinde olduğum ruh hali, bencillik, korku, uzaklaşma isteği, panik ve nesnesi belirsiz bir öfke ile akılcılığın ve duygudaşlığın yittiği bir psikolojiye işaret ediyor. Bu, kanımca bu ülkede yaşayan her birimizin içine itildiği bir karanlık, bizi içten içe çürüten bir buhran. Zor anlarda aklıselim davranma becerisini tamamen yitirmiş, birbiriyle konuşmak yerine yalnızca karşısındakini yargılamayı, suçlamayı ve hatta ona saldırmayı bilen insancıklarız artık.

Bana öyle geliyor ki, o şoförün yerinde olan pek çoklarımız o anda, çevredekilerin mesnetsiz ithamlarından fiziksel şiddete kadar değişebilecek tepkileri karşısında hızla bir çözüm arayışına girecek ve hataya sürüklenecekti. Sonuçları çok ama çok vahim oldu bu hatanın, ancak yalnızca tek bir kişinin değildi.

Bizi böylesi bir karanlığın içinde yaşamaya mecbur bırakan, korkutarak, dehşete düşürerek aptala çeviren düzenin ve onun pişkin, sevimsiz, ahlâksız iktidarı ile onun doğrudan ya da dolaylı savunucularının hiç mi suçu yok? Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın bir kalemde çalışanını harcaması bir Perşembe günü, öğle vakti yurttaşların parçalanan bedenlerinden fışkıran kanın kendine de bulaşmasını engellemek için olmasın? Bir zamanlar güzel bir kent olan Ankara’da bugün bir yerden bir yere gitmeyi çileli bir deneyime dönüştürenlerin?

Umutsuzluk ve yabancılaşma içinde inleyen benliğimizin? İçine düştüğümüz kısır döngüyü kıramayıp halk olamayışımızın?