Hükümetin eğitimden aile hukukuna , aldığı son kararlar, Cumhuriyet değerlerini benimsemiş kesimde Sünni İslam’ın toplumu yönlendirme aracına dönüştürülmek istendiği yönündeki kaygıları artırıyor. Üstüne üstlük, İslami kesimin yaşam tarzına ilişkin talepleri, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren yürürlükte olan laiklik içerisinde karşılanamıyorsa toplumsal yapının kökten değişmesi gerektiğini savunan çevrelerin faaliyetleri hız kesmeden sürüyor.
Oysa ülkemizde laiklik, Batı’da olduğu gibi, kamusal alanda vazgeçilmez bir ilke olarak tanımlanagelmiştir. 1980’li yıllardaysa işin rengi değişti; tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de neoliberalizmin yükselişine tanık olundu. Ne ki neoliberal politikalarla uygulamaya konulan “yapısal uyum programları” çerçevesinde küreselleşme, yerelleşme, insan hakları, demokratikleşme gibi kavramlar beklenenin aksine, “ kamusal kazanımların tasfiye edilmesi “ için içleri boşaltılarak araçsallaştırılmaya çalışıldı. Dolayısıyla ülkemizde var olan görece demokrasi de neoliberal politikalarla yozlaştırıldı.
Ülkenin piyasa ekonomisine geçiş sürecinde, ekonomik olarak kalkınma fırsatı bulan kesimde, geleneksel Sünni Müslümanların da yer almasıyla, İslami sermaye giderek güçlenmeye başlamıştı. 12 Eylül rejimiyle toplumda dinin ağırlığı artarken bugün gelinen noktada dinsel inançları, kamusal alana çeken bir laiklik anlayışının egemen kılınmaya çalışıldığı gözlemleniyor. Kavramların sulandırılmış olması, geniş kitlelerin siyasi tercihlerinde kendi aleyhlerine tayin edici bir rol oynayabiliyor. Sözgelimi insanlık için çok önemli iki kavram olan demokrasiden, laiklikten hepimiz aynı şeyi mi anlıyoruz? Peki, din adamlarının yorumlarını yeterince sorguluyor muyuz? Yoksa kolayımıza geldiği için sorgulamadan kabullenme alışkanlığımıza mı sığınıyoruz? ( Bu alışkanlığımız, sermayenin güdümünde, bunalım içindeki bilimden sanata her alan için geçerli değil mi?)
Kuşkusuz ağaç yaşken eğilir. Çocuğun gelişiminde, ulusal ve dinsel etmenler etkili olmaktadır. Ancak dine misyoner gibi yaklaşmakla dinsel kimliği kültürel kimlik olarak algılamak arasında fark vardır. Eğitim sisteminde bu ayrımın korunması büyük önem taşımaktadır. Ama artık üniversitelerimizde bile bilimsel konuların tartışılmasında dinsel inançlara referans olarak baş vurulabiliyor. Böylece toplumda dinsel muhafazakârlık yaygınlaşırken, kişi de yurttaş kimliğinden dinsel-mezhepsel olana kayıyor. Ancak, dine uygun bir yaşamı sürdürmek öz disiplini gerektirir, dolayısıyla kolay değildir. Kişinin, Batı ürünlerini kullanma gibi, dinsel olmayan alışkanlıklarını sürdürürken Batı’nın yaşam biçimi ve kültüründen etkilenmemesi beklenebilir mi? Öte yandan Müslüman dünyasında dini değerlerle ticari değerler uzlaştırılmaya çalışılmıyor mu? Öyle ki sömürüyü, Kuran-ı Kerim’deki ayetleri kullanarak meşrulaştırmaya çalışan sahtekârlar bile çıkabiliyor. Bunlar denetlenebiliyor mu? Tüketim toplumunda giderek aç gözlülük, haset, hırs gibi maneviyata, dostluğa, dayanışmaya geçit vermeyen duygular egemen oluyor. Rekabetçi bireycilikle baş edemeyenlerse rastlantılara koyuveriyor kendini. Tehlike tam da burada değil mi: Dinsel- mezhepsel kimliğin ideolojik hale gelmesi… Peki, bu kimin işine yarıyor?
Belleğimizi tazelersek; Batı, tarih boyunca ötekileştirdiği, ötelediği Doğu üzerinde , küreselleşmeyle birlikte, çıkarları öyle gerektirdiği için – sermayenin uluslar arasılaşması v.b. - “tüm uygarlıklar eşit değerdedir” iddiasını ortaya attı. Böylece Batı ülkelerinde Siyasi İslam’ın güçlenmesine göz yumuldu. Ama bu gün kültürel ırkçılığın en yaygın biçimi olan İslamofobi gündemde! Avrupa’da yükselen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve siyasilerin buna karşı takındıkları ikiyüzlü tutum, Batı’nın resmi “ çokkültürlülük” söyleminin fos çıktığını tüm dünyaya gösterdi. Bu söylemin sınıfsal, dinsel, etnik v.b. çelişkileri gizleyen bir yanı olduğu gerçeği hasıraltı edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla kimlik algılamamızda yurttaş kimliğimizin kültürel kimliklerimizden sonda gelmesi bindiğimiz dalı kesmek anlamına gelmiyor mu? Denilebilir ki, parlamentomuz işlevini yerine getiremiyor; olağanüstü koşullar öne sürülerek Meclis’te kabul görmeyen işler, KHK’lar (Kanun Hükmünde Kararnameler)ile yürütülüyor. Ancak, kapitalist sistemin en gelişkin demokrasisi “temsili demokrasi” olarak bilinir. Yani yasama, yürütme, yargı. Kuşkusuz yasalar, sistemin mülkiyete dayalı yapısına göre yapılmıştır ; ama elde daha iyisi bulunmadığına göre… Demokratik kurumların çalışmasıysa , söylemeye gerek var mı, en başta çalışan sınıflar için gereklidir. Tersi durumda çalışan konumundan köle konumuna gerileyiş kaçınılmazdır. Nitekim ülke ekonomisinde ve siyasetinde etkili muhalefet yapan solun sendika, meslek kuruluşu, siyasi parti gibi unsurlarına uygulanan baskılar gün geçtikçe artmıyor mu?
Sözün kısası, Türkiye Ortadoğu’daki kaotik ortamın sorunları artırdığı, emperyalist savaşın ortasında kalmış, zor zamanlardan geçmekte olan bir ülke; dolayısıyla küreselleşmeyi doğru okumak bugün her zamankinden daha fazla önem kazanıyor. Unutmayalım ki, bize dayatılmaya çalışılan her tür dogma, gerçeği sorgulayıp değiştirmenin önünü keser.