Kendi bindiği dalı kesmenin bedeli

Tülin Tankut

Blog: Serbest Kürsü

Hükümetin eğitimden aile  hukukuna ,  aldığı son kararlar, Cumhuriyet değerlerini benimsemiş kesimde Sünni  İslam’ın  toplumu yönlendirme aracına dönüştürülmek  istendiği yönündeki  kaygıları artırıyor.  Üstüne üstlük,  İslami kesimin yaşam tarzına ilişkin talepleri, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren yürürlükte olan laiklik içerisinde karşılanamıyorsa toplumsal yapının kökten değişmesi gerektiğini  savunan  çevrelerin faaliyetleri  hız kesmeden  sürüyor.

Oysa  ülkemizde laiklik, Batı’da olduğu gibi, kamusal alanda vazgeçilmez bir ilke olarak tanımlanagelmiştir. 1980’li yıllardaysa işin rengi değişti;  tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de neoliberalizmin yükselişine tanık olundu. Ne ki   neoliberal politikalarla uygulamaya konulan “yapısal uyum programları” çerçevesinde küreselleşme, yerelleşme, insan hakları, demokratikleşme gibi kavramlar  beklenenin aksine, “ kamusal kazanımların tasfiye edilmesi “ için içleri boşaltılarak araçsallaştırılmaya çalışıldı. Dolayısıyla ülkemizde var olan görece demokrasi de neoliberal  politikalarla yozlaştırıldı. 

Ülkenin piyasa ekonomisine geçiş sürecinde, ekonomik olarak kalkınma fırsatı bulan kesimde, geleneksel Sünni  Müslümanların  da yer almasıyla, İslami sermaye giderek güçlenmeye başlamıştı. 12 Eylül rejimiyle toplumda dinin ağırlığı artarken  bugün gelinen noktada  dinsel inançları, kamusal alana çeken bir  laiklik anlayışının egemen kılınmaya çalışıldığı gözlemleniyor.   Kavramların sulandırılmış olması,  geniş kitlelerin  siyasi tercihlerinde kendi aleyhlerine  tayin edici bir rol oynayabiliyor.  Sözgelimi  insanlık için çok önemli iki kavram olan demokrasiden, laiklikten  hepimiz  aynı şeyi mi anlıyoruz? Peki, din adamlarının  yorumlarını  yeterince sorguluyor muyuz? Yoksa kolayımıza geldiği için sorgulamadan  kabullenme alışkanlığımıza mı sığınıyoruz?  ( Bu alışkanlığımız, sermayenin güdümünde, bunalım içindeki  bilimden sanata her alan için geçerli değil mi?) 

Kuşkusuz ağaç yaşken eğilir.  Çocuğun gelişiminde, ulusal ve dinsel etmenler etkili olmaktadır. Ancak dine misyoner gibi yaklaşmakla dinsel kimliği kültürel kimlik olarak algılamak arasında fark vardır. Eğitim sisteminde bu ayrımın korunması büyük önem taşımaktadır. Ama artık üniversitelerimizde  bile bilimsel konuların tartışılmasında dinsel inançlara referans olarak baş vurulabiliyor. Böylece toplumda dinsel muhafazakârlık yaygınlaşırken, kişi  de yurttaş kimliğinden dinsel-mezhepsel olana kayıyor. Ancak,  dine uygun bir yaşamı sürdürmek öz disiplini gerektirir, dolayısıyla kolay değildir.  Kişinin, Batı ürünlerini kullanma gibi, dinsel olmayan alışkanlıklarını  sürdürürken Batı’nın yaşam biçimi ve kültüründen etkilenmemesi  beklenebilir mi? Öte yandan Müslüman dünyasında dini değerlerle ticari değerler uzlaştırılmaya çalışılmıyor mu? Öyle ki sömürüyü, Kuran-ı  Kerim’deki ayetleri kullanarak meşrulaştırmaya çalışan sahtekârlar bile çıkabiliyor. Bunlar denetlenebiliyor mu? Tüketim toplumunda giderek  aç  gözlülük, haset, hırs gibi  maneviyata, dostluğa, dayanışmaya geçit vermeyen duygular egemen oluyor. Rekabetçi bireycilikle baş edemeyenlerse  rastlantılara koyuveriyor kendini. Tehlike tam da burada değil mi: Dinsel- mezhepsel kimliğin ideolojik hale gelmesi…  Peki, bu kimin işine yarıyor?

Belleğimizi tazelersek;  Batı, tarih boyunca  ötekileştirdiği, ötelediği Doğu üzerinde , küreselleşmeyle birlikte, çıkarları öyle gerektirdiği için – sermayenin uluslar arasılaşması  v.b. -  “tüm uygarlıklar eşit değerdedir” iddiasını ortaya attı. Böylece Batı ülkelerinde Siyasi İslam’ın güçlenmesine göz yumuldu.  Ama bu gün kültürel ırkçılığın en yaygın biçimi olan İslamofobi  gündemde!  Avrupa’da yükselen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve siyasilerin buna karşı takındıkları ikiyüzlü tutum, Batı’nın resmi “ çokkültürlülük” söyleminin fos çıktığını tüm dünyaya gösterdi.  Bu söylemin sınıfsal, dinsel, etnik v.b. çelişkileri gizleyen bir yanı olduğu gerçeği hasıraltı edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla kimlik algılamamızda  yurttaş kimliğimizin kültürel kimliklerimizden  sonda gelmesi  bindiğimiz dalı kesmek anlamına gelmiyor mu?  Denilebilir ki, parlamentomuz işlevini yerine getiremiyor;  olağanüstü koşullar öne sürülerek Meclis’te kabul görmeyen işler,  KHK’lar (Kanun Hükmünde Kararnameler)ile yürütülüyor.  Ancak,  kapitalist sistemin en gelişkin demokrasisi “temsili demokrasi” olarak bilinir.   Yani yasama, yürütme, yargı. Kuşkusuz yasalar, sistemin mülkiyete dayalı yapısına göre yapılmıştır ;  ama elde daha iyisi  bulunmadığına göre…  Demokratik kurumların çalışmasıysa , söylemeye gerek var mı, en başta  çalışan sınıflar için gereklidir. Tersi durumda çalışan  konumundan köle konumuna gerileyiş kaçınılmazdır. Nitekim ülke ekonomisinde ve siyasetinde etkili muhalefet yapan solun  sendika, meslek kuruluşu, siyasi parti gibi unsurlarına uygulanan baskılar gün geçtikçe artmıyor mu?

Sözün kısası, Türkiye Ortadoğu’daki kaotik ortamın sorunları artırdığı,  emperyalist savaşın ortasında kalmış,  zor zamanlardan geçmekte olan bir ülke; dolayısıyla küreselleşmeyi doğru okumak bugün her zamankinden daha fazla önem kazanıyor. Unutmayalım ki, bize dayatılmaya çalışılan her tür dogma,  gerçeği sorgulayıp değiştirmenin önünü keser.