İki haber: Yoksulluk ve emeğin değersizleştirilmesi üzerine

Tülin Tankut

Blog: Serbest Kürsü

28 Eylül 2018 tarihinde soL Haber'de "açlık sınırı 1.893, yoksulluk sınırı 6.160 lira" haberi vardı. Gözler asgari ücretin artırıldığı haberini de  aradı ama boşuna. Bir başka haber, Türkiye’de Suriyeli işçilerin yaşadıkları ayrımcılık üzerineydi. Göç edenlerin sayısı dört milyon. Yalnızca 20 bininin çalışma izni bulunuyor. Geriye kalanlar, daha uzun çalışma saatleri, daha düşük ücret v.b. ayrımcılığa maruz kalıyor.

İkinci haberi  okurken bir an için “Hani nerede kaldı din kardeşliği? Kârını artırmak için sığınmacının emek gücünü değersizleştirerek kullanmak din kardeşliğine sığar mı?” diye isyan edesi geliyor insanın. Oysa biliyoruz ki, bu sorunun da yoksulluk sorununun da müsebbibi aynı.

Hatırlayalım; neoliberalizmin mimarları, bilim ve teknolojinin sınır tanımayan gelişiminin tüm dünyada sosyal refahı artıracağını vaat etmişlerdi. Vaatlerini değil ama vaat  etmedikleri bir “şey”i gerçekleştirdiler: Bölgesel savaşları… Sicilleri böyle çünkü. Modası asla geçmeyen şey: SAVAŞ. Kapitalist–emperyalizmin varlığını savaşsız sürdüremeyeceği gerçeğini  bir kez daha gözümüze soktular. Dünya genelinde silahlanmaya ayrılan paraysa, söylemeye gerek var mı, dudak uçuklatıcı cinsten.

İleri teknolojinin başındakiler, silahlara yoğunlaşırken, durmadan değişen modelleriyle aklımızı başından alan cep telefonu da  yaşamlarımızı değiştirmeye başladı. Yeni modeller artık bilgisayarı, interneti, fotoğraf makinesini aratmıyor. Derken insansız uçak, sürücüsüz araba, dijital para… Biz tüm yenilikleri hayranlıkla izlemeye dalmışken, dünyayı yönetme heveslisi güçler, otomasyonla sanayide rekabet güçlerini artırmanın hesabını yapıyorlarmış meğerse. İstenen, boğaz tokluğuna çalışacak eleman da değil; sıfır maliyet! Yemez, içmez robotlar.

4.0 Sanayi Devrimi denen bu yeni teknolojilerin  olumlu- olumsuz yönleri, akademik çevrelerce tartışılmaya başladı bile. Konunun geniş kitleleri ilgilendiren yanıysa, geleceğe bakarken neoliberalizmin yol açtığı ve daha da artacakmış gibi görünen yoksulluk olgusundan ders çıkarmak.        

Yoksulluk, ileri kapitalist ülkelerin de önemli bir sorunu. (Evsiz- “homeless”- tanımı oradan çıkmadı mı?) Bizdeyse piyasa ekonomisine geçişle birlikte arttı. İktidardaki AKP, yoksullukla mücadelede, geçmişten miras kalan anlayışla (“hayırseverlik”) hareket etti. Devletin sağladığı geçici yardımlarla ve STK'lerin, vakıfların, cemaatlerin sınırlı kapasitedeki hizmetleriyle sorunu çözmeye çalıştı. Zaten neoliberal politikaları benimsemiş bir partiden bundan fazlası da beklenemezdi. İlerici çevrelerin bazılarında bile deniyor ki: “Devlet, temsil ettiği sınıfın çıkarlarından ötürü yükümlülüklerini tam olarak yerine getiremiyor. Yardımlar geçici nitelikte ve yeterince örgütlü olmayabiliyor. Ama Arap ve Batı dünyası bu kadarını  bile yapmaktan kaçıyor!“

Bu konuda tek tek devlet yönetimlerini eleştirmek her şeyi açıklamıyor. Sorunun ileri kapitalist ülkelerde sürüyor olması neoliberalizmin, yoksulluğu yapısal bir sorun haline getirmesinin  kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Ekonomik ve sosyal hakların adını anmadan, insan hakları çığırtkanlığı yapanlara sormak gerekmez mi? Yoksulluk insan hakları ihlâli değil midir, diye?

Günümüzde liberal bireysel özgürlük anlayışı, insanın kendisini geliştirmesi için ihtiyaç duyduğu toplumsal yapıyı görmezden gelir. Ancak bireysel özgürlüğün adeta kutsanması; din, inanç ve  ailesiyle birlikte, yoksulluğun da kişinin özel/mahrem alanına girdiği yanılgısını yaratmaz mı? Yanılgıyla biçimlendirilmiş siyasi ortamsa, emek-sermaye ilişkisini gizler; örneğin cemaat ilişkileri,  çıkarları din temelinde, ortakmış gibi gösterir. (Yaygınlaştırılmaya çalışılan “Allah istediğine verir” anlayışı, bir zamanlar AKP hükümetinde başbakan yardımcılığı yapmış olan Bülent Arınç’ın “Allah verdikçe veriyor” sözlerini hatırlatıyor.) O siyasal ortamda yoksulluk, toplumsal bir sorun olarak ele alınmıyor; kişisel sorunlara bağlanıyor. Aslında tüm dünya da buna göz yumuyor. Ancak şu biline ki, yoksul doğulmaz. Yoksulluğu yaratan toplumsal koşullardır, dolayısıyla toplumsal çözümleri gerektirir.  

Benzer biçimde Suriyeli işçilerin ülkemizde karşılaştıkları ayrımcılıktan da salt yönetimler sorumlu tutulamaz. Unutmayalım, karşımızda sömürü ve baskının iç içe geçmiş olduğu neoliberal bir toplum duruyor. Nasıl ki yoksul kişi, sigortalı çalışanın yasal haklarından yararlanamıyorsa  kayıt dışı çalışan Suriyeli de sigortalı olmadığı için onunla aynı yazgıyı paylaşmaktan kaçamaz.

Sömürü ve baskı mekanizmaları sorgulanırken içinde göçmen işçilerin mağduriyeti yer almazsa sorgulama eksik kalır. Öncelikle ayrımcılığın, sığınmacı gerçekliğinin bir parçası olduğunun akılda tutulması gerekir. Sınıflara ayrılmış bir toplum, tarihsel olarak  içinde resmi  olmayan bir ayrımcılık barındırır. Avrupa dışında, Türkiye’ye göç edenlerin, kendi ülkelerinin toplumsal-kültürel yapısı da yerleştikleri  bu ülkeninkiyle benzerlikler barındırır. Dolayısıyla sığınmacı işçi,   toplum içinde ikinci sınıf vatandaş olmaktan kurtulamaz. İşverenin istediğiyse, uysal bir işgücüdür. Sığınmacılar da yerlerinden olmamak için sorun çıkarmayacaklardır.    

Tahmin edileceği üzere, yerli ya da sığınmacı, göçmen işçilerinse birbirleriyle ortak çıkarları olduğunu algılamaları zordur. İşveren kayıt dışı işçi çalıştırmaktan şikayetçi değildir; devlete ödeyeceği prim ve vergiden kurtulur. Kayıt dışı işçiyse aldığı geçici toplumsal yardımlardan hoşnuttur. Ancak bunun kendisine ödenen ücretlerin düşüklüğünü gizlediğinin bilincinde değildir. Oysa, tıpkı yukarıda değinilen cemaat ilişkilerinin yoksulluğu gizlemesi gibi, bu geçici yardımlar da onu sınıf bilinci edinmekten alıkoyabilecektir.

Özetle; insani yaşam koşullarında çalışmak işçi, emekçi, sığınmacı işçi tüm çalışanların hakkıdır. Yoksulluğun yazgı haline getirilmesiyse kabul edilemez. Yoksullukla ancak yapısal düzeyde mücadele edilirse bir sonuca varılabilir. Ama kapitalizmin kâr mantığı buna izin vermez. Aynı şekilde farklılıkların, kültürel çeşitliliklerin yaşayabilmesi de dünyanın bugünkü sosyo-ekonomik siyasi ortamında mümkün değildir. “Doğu’nun o büyüleyici atmosferi, egzotik bitkileri, nefis otantik yemekleri v.b.” reklam teraneleri süredursun; İslam dünyasında halkları  birbirine kırdırırırken uzaktan onları seyredenler, kıs kıs gülüyor olmalılar; içlerinden, “tek bir kültür egemen dünyaya: ABD markalı tüketim kültürü”, diyerek. Ama madalyonun bir de öteki yüzü var: Gidişata bakılırsa sol partilerin sosyal tabanları epey genişleyeceğe benzer.