Liberalizmde yeşeren Gültekingiller ve Fidel

Serhat Halis

Blog: Serbest Kürsü

Liberalizm ve gericilik işlevsel bağlamda muhafazakârdır ve dolayısıyla eşdeştir. “Egemen ilişkiler ağını muhafaza etmek”, ikisinin de (görünen-görünmeyen) temel varlık nedenleri arasındadır. Liberallerin bunun aksini söylüyor olması, onların, iddiamızı kanıtlayan sosyal pratikteki somut gerçekliği karşısında, hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

Modern çağda ve toplumda gericinin işbaşı yapabilmesi ancak liberalin yardımıyla mümkün olur. Bu gerçeğin ifşası için ne uzun soluklu temrinlere ve derin analizlere, ne de cihanın farklı kara parçalarında ve farklı zamanlarında gözlemlenebilir örneklere başvurmaya gerek var. Bu hususta, Türkiye’de, AKP’nin iktidara gelmesi ve gücünü pekiştirmesinde esas dinamonun, liberal sağcılar ve liberal solcular olduğu gerçeğini hatırlamamız yeterli olacaktır.

“Liberaller ile gericiler arasındaki ilişki nasıl tanımlanır” dense, bu ilişkinin, ‘pek sevişken’ olarak adlandırılmayı hak eder nitelikte olduğunu cüretkâr bir biçimde ifade ederiz. Ancak tüm sevişkenliğine rağmen, belirli bağlamlarda, sakat bir aşk biçiminde karşımıza çıkar bu ilişki. Çünkü liberalden gericiye doğru akan bir tek taraflılık taşır ve kaçınılmaz olarak bir tarafın kandırılması ve hüsrana uğramasıyla sonlanır.

Bugün “yetmez ama evetçilerin” yaşadığı hüsran göz önüne getirilecek olursa; hem meramımız daha anlaşılır olur, hem de bu aşkın kaybedenini bulmuş oluruz. Gericiler için köprüyü geçmek adına kullanılan birer aparattan ötesini ifade etmeyen bu “kullanışlı aptallar”, bugün atıldıkları köşede dizlerini dövüyorlar.

BİR TRUVA ATI OLARAK BİRİKİM DERGİSİ

Bir anlamıyla siyasal islamcı, modern toplumda, liberalin kürkünde gelişen bir pediculustur, bir asalaktır. Bu asalakların, bu kürk dışında, suyun beri yakasındaki otlaklardan beslenmelerini de yine “liberal Truva atları”  sağlamıştır.

Bu hususta ipi en önde göğüsleyen “ahşap beygir”, kuşkusuz ki Birikim dergisidir. Birikim’in Anadolu halklarına armağanlarını hatırlayalım desek, bir sonraki cümlemiz, bunu yaparken sağlam bir mideye sahip olmamız gerektiğini belirtmek yönünde olacaktır. Zira Birikim kervanından geçenlerden, yani; Abdurrahman Dilipak’lardan, Yasin Aktay’lardan, Mehmet Metiner’lerden, Nazlı Ilıcak’lardan, Ali Bulaç’lardan bahsetmiş olacağız…

Birikim kadar olmasa da başka mecralardan da çok menem sızıntılar olmuştur bu cenaha. Numan Kurtulmuş’lar, Ahmet Hakan’lar, Levent Gültekin’ler, Rasim Ozan Kütahyalı’lar…

Bu isimlerin hepsi bir dönem, kimi “solcular” için, yan yana mücadele edilebilir kişilerdi. O kadar ki Mehmet Metiner gibi biri HADEP Genel Başkan Yardımcılığı bile yaptı. Gündem Gazetesi’nde yazıları yayınlandı. Hatta bir dönem “Alevi kanalı” olarak yayın yapan Su TV’nin başına geçti.

Bu isimlerin bir kısmı köprüyü geçtikten sonra solcularla olan münasebetlerinin karakterini değiştirdiler ve kılıçları çektiler. Hemen hepsi suyun beri yakasındaki verimli otlaklarda “semirip”, anayurtlarına geri döndüler. Aralarından bazıları hariç… Levent Gültekin de onlardan biri. O hala bugün liberal solcular nezdinde “yoldaşlığı” hak eder pozisyondadır. Liberal solcular da onun nezdinde henüz tedavülden kalkmamışlardır.

Zira kendi istediği cinsten bir köprüyü geçmemiştir henüz. Geçtiği anda yanındaki liberalin sıfatına bakma anı saniyelerle ifade edilir cinsten olacaktır.

GÜLTEKİNGİLLERİN ORTAK PAYDASI: SOL DÜŞMANLIĞI

Gültekin’i bugünlere getiren şey, liberal solcunun gericilik hayranlığı olduğu kadar, bir dönemin iflah olmaz AKP destekçisi oluşudur da. Yeni Şafak’tan Star Gazetesi’ne uzayan bir yandaşlık serüveni, Levent Gültekin’in boynunda sallanan bir künyedir. Gelinen aşamada ise, Erdoğan’sız bir AKP’nin, Gültekinlerin en büyük hayali olduğunu bilmeyen yoktur.

Gültekin’i yazımızın merkezine oturtmamızın nedeni; hem Gültekin’in Castro’ya ilişkin yazdıkları ve hem de Castro’nun ölümünün ardından, ona saldırmayı görev edinmiş çevrelerin hepsiyle bir şekilde bir aidiyet alakadarlığı bulunmasıdır. Bir anlamıyla Castro’ya saldıran bu çevrelerin, ortak hislerinin tercümanıdır Gültekin. O halde Levent Gültekin, isabetli bir tercihtir bu yazı için. Dolaysıyla Gültekin burada artık bir birey değil, cisimleşmiş bir ortak aklı temsil etmektedir. Bu anlamıyla yazımızın bundan sonrasında Gültekin olarak ifade ettiğimiz şey, “Gültekingiller” olarak adlandırılmayı hak eder.  

Türkiye’de, ölümünden sonra üç kesimin Fidel Castro’ya ve onun şahsında Küba Devrimi’ne hakaret yağdırdığını gördük. Bunlar; muhafazakârlar, milliyetçi Kürtler ve liberallerdi. Hiç kuşku yok ki Gültekin, bu üç çevrenin cisimleşmiş ortak paydasıdır. Hepsinden biraz vardır kendisinde. Böyle olunca da, Castro’ya saldırmak, kaçınılmaz ve dayanılmaz bir hal almış olmalı onun için. Nihayetinde Castro’nun ölümünün üzerinden saatler geçmeden, oturup onu karalayan bir yazı kaleme aldı.

100 DOLAR BAHŞİŞ ALAN GARSONUN SEVİNCİNDEN ÜRETİLMİŞ ÜLKE TAHLİLİ

Gültekin bu saldırıyı gerçekleştirirken, elinde hiçbir maddi dayanak olmadığından olsa gerek, tam anlamıyla “saçmalamıştır” yazısında. Örneğin Küba’da yüz dolar bahşiş verdikleri garsonun sevinci ile Küba’nın ‘Castro tarafından kötü yönetilen fakir bir ülke oluşu’ arasındaki zekâ dolu neden-sonuç çıkarımı, okuyucuda hafif bir baş dönmesi etkisi yaratır cinstendir.

Yazar ciddi ciddi, Küba’nın ne kötü, ne fakir bir ülke olduğunu kanıtlamak saikiyle anlatmaktadır bunu. Garsonun yaşadığı bu mutluluğun, garsonun ülkesinde kol gezen sefalete işaret ettiği sonucuna ulaşmak, bu bağıntıyı kuran kişiye dair burada ifade etmemizin doğru olmayacağı düşünceler uyandırmaktadır bizlerde.

Oysa dünyanın neresine giderseniz gidin, yüz dolarlık bir bahşiş, garsonu gereksiz bir mutluluğa sürükleyecektir. Hatta aynı şeyi Bayburt’ta yapmaya kalkıştığınızda, dayak yeme riskiniz bile doğabilir. Anlam veremediği durumlar karşısında şiddet eğilimleri baş gösteren bir toplumuz ne de olsa.

FİDEL KÜBA'YI KARDEŞİNE Mİ BIRAKTI?

Küba Devrimi’ni bilen bilir. Bilmeyen için de bunu öğrenmek o kadar zor olmasa gerek. Kitapların ve ansiklopedilerin derin dehlizlerine dalmadan bile, Küba Devrimi’ne ilişkin en genel bilgilere ulaşılabilir. Hele de yıllardır irili ufaklı pek çok yayın organının köşesinde ahkâm kesen bir yazar için Küba Devrimi’nin gelişimine, karakterine ve öncülerine dair bir bilgi edinme, yüzeysel bir internet taramasıyla bile mümkündür. Ancak Levent Gültekin bu basit taramayı yapma cihetini dahi seçmemiş ve Küba’ya dair cahilliğini ortalığa saçmayı yeğlemiştir.

Gültekin, Fidel’in Küba’yı, bir aile şirketi gibi yönettiğini sanmaktadır. Oysa bu durum, Gültekin’in de içinde yer aldığı siyasal İslamcıların yaygın bir geleneğidir. Levent Gültekin ve benzerlerinin sırtlarında buralara taşıdığı AKP’nin, tüm ülkeyi tek bir adamın ve ailesinin mülkü haline getirişini hatırlayalım.

Gelelim Fidel’den sonra, Küba yönetiminin başına Raul’un geçmesi olayına. Küba’da, Devrim’in karakteri ve öncüleri arasında ontolojik bir orantı var. Kuşkusuz Küba Devrimi’nin özgünlüğünü, biraz da onu gerçekleştirenlerin kişiliğinde aramak gerekir. Peki, kimdir bu devrimi gerçekleştirenler? Küba halkının “Los Barbudos” dediği “sakallılar”.

Devrim’in ilk dört ismi, sırasıyla; Fidel Castro, Che Guevara, Camilo Cienfuegos ve Raul Castro’dan oluşmaktadır. Dolayısıyla Fidel’den sonra yönetimin başına geçmesi beklenenler de bu isimlerden oluşacaktır.

Camilo 1959 yılında bir uçak kazasında, Guevara ise 1967 yılında Bolivya dağlarında gerillayken yaşamını yitirdi. Dolayısıyla Fidel’den sonra yönetimin başına geçecek isimin de Raul olması kaçınılmazdı. Raul, Fidel’in kardeşi olduğu için değil, Devrim’in en önemli ilk 4 ismi içerisinde yer aldığı için bugün Küba’nın başındadır.

26 Temmuz 1953 günü sabaha karşı saat 04.00 sularında Fidel Castro önderliğinde yüz kadar silahlı kişi, Küba’nın Santiago kentindeki Mancada Kışlası’na doğru tedirgin bir ilerleyiş içindeydi. Bu, Küba Devrimi’ne giden yolda atılmış ilk adımdı ve bu atılan ilk adımın en önünde Raul Castro vardı. Granma genmisinde de Raul vardı, Domuzlar Körfezi’nde de, Sierra Maestralar’da da…

Bilen bilir, Fidel’den sonra Raul’un yönetimin başına gelmesi bir saltanat ilişkisini yansıtmaz. Böylesi bir iddiada bulunmak, ancak bu iddia sahibinin Küba gerçeği karşısındaki cehaletini kanıtlar. Örneğimiz Gültekin de bunun tipik bir prototipidir.

KÜBA HALKI YOKSUL DEĞİLDİR

Gültekin karalama ve saldırıya devam ediyor ilgili yazısında. “Eşitliği yoksullukta sağlamışlar” diyerek, bir algı yaratmaya çabalıyor. Sanki Küba’da kaynaklar bir gurubun tekelinde de, o yüzden yoksulluk var.

Gültekin, besleyip bugünlere getirdiği AKP yönetimindeki Türkiye ile karıştırıyor olmalı Küba’yı. Milyonlarca insanın yoksulluk sınırında yaşadığı bir ülkenin vatandaşı olan Levent Gültekin; ABD, Avrupa ve Türkiye’deki ahlaksız gelir uçurumunu, belirli bir yaşam standardına erişmiş eşit Kübalıların hayatına yeğ tutuyor anlaşılan.

Yine Küba’daki aylık ücretlerin düşüklüğünden dem vurarak, Castro yönetiminin (ve esasında sosyalist yönetimin demek istiyor) insanlara ne kötü şartlar sunduğunu dillendiriyor. Ve böylelikle; barınma, eğitim, sağlık, spor, sanat vb. temel insani ihtiyaçların ücretsiz olarak karşılandığı bir ülkede yaşayan insanların maaş ve gelirlerinin değerini, yaşam kalitesiyle ilişkisi bağlamında değil de, sayısal değeriyle okumayı yeğleyerek tutarsız bir analojiye giriyor Gültekin.

FİDEL VE ERDOĞAN DİKTATÖRLÜĞÜ

Gültekin kendince argümanının en sağlam olduğu yerden de vurmaya çalışıyor. Tipik liberal refleksleri devreye giriyor ve bir “diktatörlük kötülemesi” üzerinden “destan” yaratıyor. Bunu yaparken de bir başka tipik karakteri devreye giriyor ve siyasal İslamcı refleksleriyle maniplasyon yapmaya başlıyor. Erdoğan ve Castro karşılaştırmasını, diktatörlük vurgusu üzerinden bir aynılaştırmayla sonlandırıyor. Okuyucunun ve esasta “solcunun” kulağına, ‘madem diktatörlüğe karşısın, o zaman Fidel’e de karşı olmalısın, çünkü o da bir diktatör’ diye üflüyor. Ortalamanın altında bir zekaya sahip biri için gayet sağlam görünen bir önerme ile çıkıyor karşımıza.

Ama bilmiyor ki diktatörlük de bir biçim. Mesele burada biçimden ziyade özde yatıyor. Diktatörlüğü “tu kaka” yapan şeyin, onun karakteri ve özü olduğu gerçeğini gizleyerek, bir yönüyle ‘Erdoğan “başkan olacağım” diye dayatmasa ya da bir çeşit diktatör olmasa aslında kabullenilir bir liderdir’ sonucuna ulaşıyoruz.

Oysa Erdoğan’ı olumsuz bir politik figür haline getiren şey onun diktatörlüğü değil, siyasal İslamcı karakteridir. Yani yönetiminin biçimi değil, özüdür onu suyun öte yakasına konumlandıran şey.

Erdoğan diktatör olduğu için ona karşı olduğumuzu iddia ediyor Gültekin. Lakin karşıtlığımızı yaratan ve besleyen şey, bu kadar basit değil. Bunu aşan esas bir neden var ortada. Bizi insana yaraşmaz, daha kötü bir yaşama zorladığı ve mahkum ettiği için karşıyız Erdoğan’a.

Bir politik çıkarım, biçimden ziyade öze yönelik analojilerle yapılırsa tutarlı olur. Castro’yu da buradan okumak gerekir. Küba halkına verdikleri görmezden gelinerek yapılmış bir Castro değerlendirmesi, nevrotik bir düşmanlığın göstergesidir.

Nitekim Gültekingiller gibi siyasal İslamcıların en şaşmaz düşmanlıkları her zaman sola karşıdır. İnsana yaraşmaz bir yaşama zorlanmış ve mahkum edilmiş Küba halkına daha iyi bir yaşam sunduğu için Castro, gericilerin ve kapitalistlerin hedefinde olmuştur her zaman.

GÜLTEKİNGİLLERİN YALANLARI VE KÜBA GERÇEĞİ

Gültekingillerin Küba’da kadının durumu vahim diyerek, kitle bilincini bulandırmaya çalışma işlerinin aslı şudur: Küba’da kadın erkekle aynı statüde ve değerdedir. Bir siyasal İslamcının Küba’da gördüğü bu eşitlik karşısında şaşkına dönmesi işten bile değildir. Yine kadının saçının telinin dahi görülmesinin büyük bir ahlaksızlık ve günah olduğunu düşünen bir siyasal İslamcının, Küba’da mayosuyla, bikinisiyle ya da şortuyla dolaşan bir kadını fuhuş yapıyor sanması da anlaşılırdır.

Unutulmamalıdır ki, Küba, kadınlara karşı ayrımcılığın önlenmesi için imza atan ilk ülkedir. Yine Küba’da kadın; sosyal, siyasal ve ekonomik hayatta erkekle aynı oranda yer alır. Küba ulusal meclisinin yarısı kadınlardan oluşmaktadır.

Tıp alanında dünyanın hiç tartışmasız bir numaralı ülkesi Küba’dır. Örneğin anneden bebeğe HİV geçişini önleyen ilk ülkedir. Yine Castro’nun Küba’sı, alanında uzman yüzbinlerce Kübalı sağlık görevlisini dünyanın dört bir yanındaki ihtiyaç sahiplerine göndermiştir. Castro’nun Küba’sında geliştirilen kanser aşısı, kapitalist tekeller ve karteller olmaksızın halka bedava olarak ulaştırılmaktadır.

Mesela eğitim alanında da Küba çok iyi bir yerdedir. Castro’nun Küba’sında ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim ücretsizdir. Küba’da okuryazar oranı yüzde doksan dokuzdur. Castro’nun Küba’sı Latin Amerika’da yürüttüğü “okuma yazma kampanyası” ile on milyonlarca çocuğa okuma yazma öğretmiştir.

Yine Castro’nun Küba’sında işsizlik oranı neredeyse yüzde sıfırdır. Bugün Avrupa da dâhil olmak üzere tüm dünyada açlıktan ölümler hala yaşanıyorken, Küba’da açlık ve yoksulluktan ölen hiç kimse yoktur.

Gültekingillerin Küba’da seçimlerin ve internetin olmadığına dair iddiaları ise komik ve mesnetsizdir. Buna dair sıradan bir internet taraması bile, durumun böyle olmadığını görmeye yetecektir. İşin ilginç yanı, siyasal İslamcıların tipik davranış örüntülerine sahip Gültekin’in, bu yalanlarına, demokratlık adına geniş bir çevrenin de kanmış olmasıdır.

Velhasıl Gültekingiller’de, sola ve devrimcilere saldırmak güdüseldir. Bu uğurda olanağını buldukları her an’ı değerlendirirler. Bu ideolojik formasyonlarının yapısı gereğidir ve kaçınılmazdır. İşin yasası budur. Bu saldırı, siyasal İslamcı karakteri nedeniyle de hiçbir etik kaideyi barındırmaz içinde. Aldatma ve maniplasyon, saldırılarının en şaşmaz silahıdır. Tartışma cephanelikleri ağzına kadar yalanla doludur ve yüzleri her zaman maskelidir. Toplumsal kırılma anında ya da iktidarlarını kudretlendirdikleri anda yüzlerindeki maskeleri düşer, gerçek emellerini hayata geçirmeye başlarlar. Bunu yaparken de, pataklamak için ellerinin uzandığı ilk kişiler, kendilerine en yakın olan eski dostları (sağlı sollu) liberallerdir.