Akademik teşvikle nasıl şevke gelinir?

Özgür Aydın

Blog: Serbest Kürsü

Bir an için, bir araştırma görevlisinin ulusal ve uluslararası her tür bilimsel projeyi yürütüp tamamladığını; bir de üstüne ulusal, uluslararası kitaplar dâhil, her türlü yayını yaptığını; yayınlarına atıflar aldığını; bunlarla kalmayıp sanatsal tasarım, bilimsel tasarım, patent işlerine girdiğini; sadece ulusal ve uluslararası ödülleri değil, Nobel Bilim Ödülü’nü bile aldığını; kalan zamanlarında da çeşitli sanat alanlarında sergiler açtığını, uluslararası bilimsel toplantılarda tebliğler sunduğunu hayal edelim. Üstelik de bir yıl içinde… Bu hayali, geçen haftalarda yayımlanan Akademik Teşvik Ödeneği Yönetmeliği’nin tablosuna işlerseniz göreceksiniz ki araştırma görevlisine ödenecek teşvik sadece 585 TL olacak. Alıp alabileceği en fazla teşvik bu. Akademinin içinde olanlar çok iyi bilir ki sözünü ettiğimiz tüm bu etkinlikleri bir yıl içinde gerçekleştirebilmek tam bir hayaldir, ama bu hayalin ötesinde yüzümüze tokat gibi vuran bir gerçek var: Bir yanda akademisyenlere “müsvedde” diyen zatın aldığı 32.643 TL tutarındaki aylığı, diğer yanda akademisyenlere ödenen teşvik.

Akademisyene yönelik böylesi bir teşvik, şevke dönüşür mü dersiniz? Aslında ödenecek teşvik miktarından öte, mesele, teşvikin bizzat kendisi, ne anlama geldiği. Üniversitenin bu denli ticarileşmediği, teşvik gibi konuların gündemde bile olmadığı zamanlarda, dilbilimci hocamız Özcan Başkan biz genç akademisyenlere şöyle demişti: "Sevdiğiniz işi yapıp üstüne bir de maaş aldığınız başka bir iş var mıdır?" Belki abartılı geliyor olabilir Özcan hocanın söylediği. Ancak bilginin dayanışma ve ortaklaşma unsuru olarak görüldüğü bir düzende hiç de abartılı olmazdı söyledikleri. İşte, “akademik teşvik” adıyla anılan performansa dayalı ücretlendirme modeli Türkiyeli akademisyenleri bilginin dayanışma ve ortaklaşma unsuru olarak görüldüğü düzene iyice yabancılaştıracaktır. Çünkü performansa dayalı ücretlendirme modeli, her şeyin ötesinde bilgiyi rekabet unsuru haline getirmekte, bu da dayanışma ve ortaklaşmayı tümüyle ortadan kaldırmaktadır.

Peki, bilgi, rekabet unsuru haline gelirse ne olur? Kapitalizmde rekabet, artı-değer sömürüsünden daha fazla pay almak için yürütülen çabayı ifade etmektedir. Söz konusu artı-değer arayışı, kaçınılmaz olarak, emek üretkenliğini yükseltmeyi, üretim maliyetlerini düşürmeyi, dolayısıyla da metaların değerini ucuzlatmayı gerektirir. Bilginin metalaşması, bunun sonucu olarak da rekabet unsuru haline gelmesi durumunda, bilgi üretimi niceliksel olarak artarken, kaçınılmaz olarak üretimin niteliksel değeri düşecektir. Kısacası, rekabet unsurunun öne geçtiği böyle bir düzenleme, akademisyeni niteliksel değeri düşük, ama niceliksel olarak yüksek bir büyüme performansına ulaştıracaktır. Puan toplayıcı akademisyen, artık puan koleksiyonunu sadece kadro atamaları için kullanmayacak, topladığı puanlar doğrudan nakde dönüşebilecektir. Akademisyen metalaşan bilgiyi cüzdanında taşıyabilecektir.

Elbette ki performansa dayalı ücretlendirme modelinde niteliksel bilgi üretiminin hiç olmayacağını varsaymak yanlış olur. Akademik Teşvik Ödeneği Yönetmeliği tablosundaki puanlamalara şöyle bir bakıldığında, yüksek puanların Dünya Bankası, Kalkınma Bakanlığı, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi kurumların desteklediği projelere ya da şirketlerin dizinlediği uluslararası bilimsel yayınlara ayrıldığı hemen görülebilmektedir. Böylece üretilen bilginin, insanlığın katkısına ve kullanımına açık, mülk edinilmemiş bir bilgi olarak yaygınlaşması değil, bilginin sermayeleşme sürecine katkı sağlaması “teşvik”edilmektedir. Burada bilginin “kimin için” ya da “kimin yararına” olacağını da tabi ki bilgiyi talep eden belirleyecektir.

Öyle anlaşılıyor ki akademik teşvik, bilimsel üretim sürecinde nakde dönüştürebileceği puanları toplama konusunda akademisyeni şevke getirecek, bilimsel üretim sürecine ilişkin hâkimiyetini yitirme konusunda akademisyeni adımlar atmaya teşvik edecektir.