'Eppur Si Muove’' yahut 'Siyaset Dışarı, Bilim İçeri'

Necati Ege Keklik

Blog: Serbest Kürsü

Her şeyden önce cevaplanması gereken iki soru var: Bilim nedir ve insanlar neden milyonlarca yıllardır bilim yapmaya çalışıyor?

Bu sorulara, yine başka bir soruya yanıt arayarak cevap vermeye çalışalım: Bilim faaliyeti salt merakla açıklanabilecek bir faaliyet midir? Şurası açık ki, merak bilimin önemli girdilerinden biri ve fakat bu faaliyeti yapıyor oluşumuzun tek gerçek sebebi merak ediyor oluşumuz değil. Aksine, merak ikincil bir çıktı olarak karşımıza geliyor: Merak ediyoruz çünkü hayatta kalmak için görünenin ardındaki gerçekliği bilmeye ihtiyacımız var. Hayatta kalabilmek için görünenin arkasındakini bilmeliyiz zira ancak bu yolla doğayla baş edebiliriz. Dolayısıyla denebilir ki, bilim, milyonlarca yıldır önüne çıkan engelleri aşarak hayatta kalabilmek, ilerleyebilmek, kolaylaştırabilmek, akılcılaştırabilmek ve gerçekleştirebilmek isteyen insanın, bunları yapabilmek için yürüttüğü faaliyetlerinin tümüdür. 

Bütün bunlardan hareketle, denebilir ki, bilim, doğayı anlayarak onu değiştirip-dönüştürme iradesinin hangi yollarla somutlanabileceğinin araştırılması ve gerçekleştirilmesi sürecidir. Doğayla verdiğimiz bu mücadele, esas olarak bir tür olarak ortaya çıktığımız ilk andan bu yana sürüyor. Dolayısıyla dünya üzerindeki varlığımızın her kesitinde, bu mücadelede elimizi kuvvetlendirecek araçlara ihtiyaç duyduk: Ateşi yönettik, taştan aletler yaptık, demiri erittik… Kısacası, öyle ya da böyle, milyonlarca yıldır bilim yapıyor oluşumuzun arkasında, işte bu nesnel koşullarla mücadele etme ve bu yolla hayatta kalma dürtümüz var.

 

***

İnsanlık tarihi, bilim yapmanın da tarihidir dedik. Öte yandan aynı insanlık tarihi, bilim düşmanlığının da tarihidir. Gericiliğin bilim üzerinde kurduğu baskı, insanlık tarihinin her uğrağında karşımıza farklı biçim ve görünüşlerde çıktı: Kimi zaman dinsel taassubun kurumlaşmış bir varyantı Papalık olarak (ama özünde yüzyıllarca Avrupa’daki ekilebilir arazilerin üçte birine sahip bir ‘’aristokratik’’ kurum olarak), kimi zaman bilimin içinden toplumsal faydayı çıkartarak onu kendi kârlılığını artırmak için araçsallaştıran burjuva ideolojisi olarak, kimi zaman da metafizik-idealist görüşler halinde… Bu örnekleri artırmak mümkün. 

Soru şu: Tarif ettiğimiz bu siyasal pozisyonların mensupları ve hempaları yukarıda saydığımız ‘’hayatta kalma ihtiyacından’’ azade midir? Onlar, doğanın karşısında çok mu güçlüdürler de, bilimsel düşünceye ihtiyaç duymamaktadırlar? Bu soruya çok net bir yanıt vermek gerekirse, yekten ‘’elbette hayır!’’ demekte bir sakınca yok. Öyleyse problem nerede, bazıları neden bilimin tam karşısında dikiliyor, neden ondan rahatsızlık duyuyor? Bu soruyu da aynı netlikle yanıtlamak zorundayız: Bahsi geçen pozisyonların tamamının siyasi pozisyonlar oldukları ve özelinde ayrıcalıklı sınıflar tarafından türetildikleri/kullanıldıkları gerçeğini masanın üzerine koymak durumundayız. Öyleyse bu ayrıcalıklı sınıfları tanımlayalım ve neden bilimin tam karşısında konumlandıklarını açıklamaya çalışalım. 

Uzatmamak maksadıyla kabalaştırarak ele almak durumundayız: Ayrıcalıklı sınıflar dediğimiz zaman, bir dönem için aristokrasiyi ve iktidarı ele alışından buraya kadar da burjuvaziyi kastettiğimizi belirtelim. Bu sınıfların ortak özellikleri, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ellerinde tutma istekleridir. Aristokrasi, sahip olduğu bütün toprakları ‘’Tanrı adına’’ elinde - tek bir ‘’soylu’’ ailenin elinde - bulundurur, bu topraklar üzerinde tasarruf etme hakkını da yine aynı yerden alır. Burjuvazi ise üretim araçlarının mülkiyetinin tek bir elde toplanmasına karşı, özel mülkiyeti doğuştan gelen bir hak olarak tanımlar ve tekil tekil bireylerin de üretim araçları üzerinde özel mülkiyet edinme hakkını savunarak aristokrasiye karşı mücadeleye girişir. Bu devrimci girişimin sonucunda, Avrupa üzerindeki birçok monarşik düzen yıkılır ve burjuva düzeninin hakimiyeti gerçekleşir. İktidarı devralan eskinin devrimci sınıfı burjuvazi, kurduğu düzeni tahkim etmek üzere statükoya yaslanmaya başlar yani gericileşir. 

Elbette, burada yaptığımız gibi tekil tekil örnekleri incelemeden, ‘’kompozit’’ sayılabilecek ve ‘’çok genel’’  bir modelle bu tarihsel ilişkiyi anlamamız mümkün değil. Anlatmak istediklerimiz açısından, bütün bunlar çok kritik olsa da, bu yazının konusunun ve sınırlarının dışına çıkacağımız için anlatımızı kısa tutalım ve burjuvazinin sınıfsal karakteriyle devam edelim.

Burjuvazi, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyenlerin sınıfıdır. Onlara göre sınıf mücadelesine mevzi kazanmanın ve kazandıkları ‘’muhafaza etmenin’’ yolu, statükoya sıkı sıkıya sarılmaktan geçer. Kendilerini ve kârlarını kurtarmak pahasına bütün insanlığı ateşe atmak konusunda tereddüt dahi etmeyecek bu sınıf, bilimi kendi pozisyonları açısından işte bu yüzden bir tehlike olarak görür zira insanların aydınlanıp ayağa kalkması, bu sınıfın mensuplarının en büyük korkularından biridir. Statükoyu korumak maksadıyla dinci gericiliği de, hurafeyi de, dogmayı da hiç çekinmeden insanlığın hafızasına sokuşturmaya çalışırlar. Günün sonunda ‘’düşünce özgürlüğü’’ diyerek savundukları bütün bu gerici düşünce akımlarının, esas itibariyle statükoyu korumak maksadıyla halka zerk edildiğinin altını çizelim. 

Burjuvazi, insanlığa salt gericiliği pompalamakla da kalmaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi bilimi araçlaştırır, toplumsal olandan kopartır ve kendi çıkarlarının hizmetine sokar. Sınıfsal anlamda ‘’kendi işine yaramayacak’’ hiçbir şeyi gündemine almaz; insanlığı, çevreyi kurtarabilecek bir çalışmanın araştırılmasını ve gerçekleştirilmesini kârlılık ekseninde tartışır. Burjuvazi, kâr hırsı uğruna yeşil alanlarımıza beton da döker, insanlığa boş zaman aktivitesi olarak salt tükettirmeye dayalı AVM kültürünü de reva görür, uzun çalışma saatlerinden bitap düşmeyi ve mobbingi  ‘’verimlilik’’ üzerinden ele alır... Uzatmayalım: Bireysel çıkarı ve kârı merkeze alan bir düşünce sisteminin, insanlığı düşünmesini bekleyemeyiz! Kimi ilaçların piyasada kalabilmesi uğruna bazı hastalıkların tedavilerinin araştırılmasına ödenek verilmemesinden tutalım da, geçtiğimiz yıl Volkswagen’in adının karıştığı emisyon skandalına kadar her şey, her bilimsel konunun burjuvazinin kâr hırsının elinde araçlaşmış olduğunun birer örneği olarak yazılmalıdır.

Tam bu noktada, en başta yaptığımız bilim tanımına dönmek durumundayız. Yazının hemen başında, ‘’Bilim, milyonlarca yıldır önüne çıkan engelleri aşarak hayatta kalabilmek, ilerleyebilmek, kolaylaştırabilmek, akılcılaştırabilmek ve gerçekleştirebilmek isteyen insanın, bunları yapabilmek için yürüttüğü faaliyetlerinin tümüdür’’ demiştik. Öyle sanıyorum ki, yukarıda değindiğimiz burjuvazinin ‘’bilim’’ anlayışıyla, burada yaptığımız tanım arasındaki uçurum net bir şekilde görülebilmektedir. 

İşte bütün bunlardan dolayı, bilim siyasaldır. Bilimi siyasetten ayrılamaz zira sınıfsal kökeninizden belirlenen siyasal pozisyonunuz, bilime bakış açınızı, bilimsel düşünce içinde tuttuğunuz hattı da belirler. Siyaseti işin içinden çıkarmak demek, burjuvazinin anlayışına teslim olmak, geri çekilmek, boyun eğmek ve insanlığı bu karanlığın ellerine teslim etmek demektir. 

***

Biraz da güncel meselelere değinerek konuyu somutlamakta yarar var.

Çok değil, geçtiğimiz günlerde yaşanan bir olayla başlayalım. Ülkemizin önde gelen üniversitelerinden biri olan ODTÜ’de, on üçüncüsü düzenlenecek olan Aykut Kence Evrim Konferansı, kongrenin yapılacağı salonun tadilatta olacağı bahanesiyle iptal edildi. Geçtiğimiz günlerde, konferansın düzenlenmesi planlanan fakat ODTÜ rektörlüğünün ‘’tadilat nedeniyle’’ uygun olmadığını belirterek programı iptal ettiği Kemal Kurdaş Kültür ve Kongre Merkezi’nde (KKM), AKP’li Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Muharrem Kasapoğlu’nun ve Rektörün, üniversitenin spor toplulukları ile bir araya geldiği görüldü. Her türlü imkanı seferber edip, hükümete kapılarını sonuna kadar açan ODTÜ Rektörlüğü’nün, kendi öğrencilerinin düzenlediği, ülkemizin en köklü ve geniş katılımlı Evrim Konferansını yapacak bir yer bulamaması(!) manidar değil, kendi içinde tutarlıdır. Her fırsatta ‘’bilimden yana olduğunu’’ iddia eden rektörün, bilimsel bir çalışmanın gerçekleşmesi için bütün imkanları seferber edip, öyle ya da böyle, bu konferansın gerçekleşmesini sağlaması gerekmez miydi? Kazın ayağı pek öyle değil… Mevcut siyasi iktidarın evrime bakış açısı, KKM’deki vaziyet ve atanmış rektör Verşan Kök’ün Evrim Konferansına karşı geliştirdiği asla yapıcı olmayan tutumun kendisi bir araya geldiğinde her şey daha netleşiyor sanırız. 

Bütün bunlar siyasi değil de nedir? 

Siyasi olduğu kadar da bilimseldir, bilimsel olduğu kadar da siyasaldır: 2019 yılında evrim düşmanlığı apaçık bir biçimde, herkesin gözü önünde yapılabiliyorsa, gericiliğin ve bilim düşmanlığının siyaseten iktidarda olduğu anlamına gelir. Fakat tek suç iktidarın da değil: Unutulmasın, en az olayların failleri kadar, bu olaylara karşı sessiz kalanlar da suçludur. Apolitikliğe övgüler düzenler, Evrim Konferansı’nın yasaklanmasının da, Madımak Oteli’nde yakılan aydınların başına gelenlerin de dolaylı yoldan sorumluluğunu üzerlerinde taşımaktadırlar.

Örnek olsun, geçtiğimiz yılın başında, burjuva iktisatçısı Özgür Demirtaş’ın attığı bir tweet gündeme oturdu. Demirtaş, bu tweette özetle gençlere ‘’siyaset yapmamayı, bilim yapmayı’’ vaaz ediyordu. Bu noktada, bilim savaşçısı Giordano Bruno’nun hikâyesini hatırlatmak gerekiyor. 16. yüzyılın önemli bilim insanlarından biri olan Bruno, Kopernik’in görüşlerini benimseyerek astronomi alanında çalışmalar vermiş ve evrenin merkezini dünya olarak tarif eden kiliseye karşı, dünyanın evrenin merkezinde durmadığını, hem güneşin etrafında döndüğünü hem de kendi ekseninde döndüğünü savunmuştur. Katolik Kilisesi ise bu görüşlere şiddetle karşı çıkar zira merkezinin dünya olmadığı bir evrende, kilise de kutsal değildir. Kilise, otoritesinin sarsılması korkusuyla Bruno’yu ölüm cezasına mahkum eder. Yedi yıl engizisyonun zindanlarında direnen Bruno’nun konuşmasını engellemek isteyen kilise mensupları, dilini çiviyle damağına çakarlar fakat Bruno, damağını parçalayarak doğruyu haykırmaya devam eder! Hal böyle olunca onu susturmak isteyen kilise tarafından diri diri yakılır Bruno!

Bugün ise Özgür Demirtaş gibileri ‘’dilimizi damağımıza çakmaya’’ çalışmakta ve bizlere ‘’işinize bakın’’ demeye getirmektedirler. Demirtaş ya kaçırıyor ya da çarpıtıyor: Bilimsel olan, bilimi savunmaktır. Gericiliğe karşı bilimi savunmaksa, yukarıda çokça defa altını çizdiğimiz sebeplerle siyasal bir meseledir. Dolayısıyla, siyaset yapmadan ne bilimi savunabilirsiniz, ne de gerçekten bilim yapabilirsiniz. Örnek olsun, Demirtaş gibileri bu düzende bilim yapılabileceğini zannederken, son beş yılda 1 milyon 115 bin üniversite öğrencisinin geçim sıkıntı sebebiyle üniversite eğitimine son vermek zorunda kaldığı gerçeğine gözlerini yumarlar! Birkaç içi boş popülist söylem ve ‘’sosyal projeyle’’ işin içinden çıkılabileceğini, bu düzenin ehlileşebileceğini iddia edenler, gençlere siyaset yapmamalarını vaaz edip dillerini damaklarına çakmaya çalışırlarken, aynı zamanda umut tacirliği yaparak emekçi halkın aydınlanıp örgütlenmesine ket vurmaya kalkarlar; dahası ‘’düşünce özgürlüğü’’ diyerek metafizik ve anti-bilimsel olana alan açmaya da devam ederler! Kendi içinde tutarlı bir yaklaşımdır da bu: Statükoya yaslanarak umut pazarlayanlar, gerçek umudu haykıranları susturmaya çalışırlar doğal olarak. Bruno örneğinde gördüğümüz gibi tarih boyunca bu böyle diyenler çıkmıştır ve fakat günün sonunda kazananlar, tarihin tekerleğini ileriye doğru döndürenler, ne kilise mensupları, ne burjuva akademisyenleri ne de gericilerdir. Tarih, her türlü baskıya ve sindirmeye karşı ‘’Susayım, siyasete bulaşmadan bilim yapayım!’’ deme çelişkisine ve yanılgısına düşenlerin de değil, ‘’Eppur si muove!’’ diyebilenlerin ileriye götürdüğü tarihtir.

‘’Eppur si muove’’ diyebilmenin dün ve bugünkü karşılığı aynıdır: Dün kilisenin, bugün gerici burjuva iktidarlarının otoritesine karşı doğruları söylemeye devam etmek, siyasal ve siyasal olduğu kadar bilimsel bir görevi sırtlanmak. Bilimi (pek tabii evrimi de) savunabilmek, onu kâr hırsının kirli ellerinden kurtararak gerçekten bilim yapabilmek, bilim yaparken kişisel faydayı ve çıkarları değil toplumu merkeze almak, bilimin ve insanlığın iktidarını kurmak mücadelesiyle mümkün olur: İşçi sınıfının sosyalist iktidarı!

Özetle, ne bilimde, ne sanatta, ne hayatın geri kalan herhangi bir alanında kavga etmeden kazanamayız. Karanlığa, hurafeye, gericiliğe karşı, iyiden, güzelden, bilimsel olandan taraf olacağız ve ‘’işimize bakacağız’’:  Başladığımız işi bitireceğiz ve emeğin, insanlığın, bilimin iktidarını kuracağız.

Örgütlenerek, hep birlikte!