Yolculuk notları: Dersim-Tunceli...

Mehmet Yayla

Blog: Serbest Kürsü

soL okuru Mehmet Yayla'nın Dersim Gezi notları...

Üniversitedeyken, yurtlarda Dersim'li arkadaşlarım vardı, öve öve bitiremezlerdi kentlerini, doğasını. O yıllardan beri merak ederim. Son zamanlarda medyada Ovacık'taki sosyalist belediyecilik hakkında çıkan haberlerin de etkisiyle merakım büyüdü, sırt çantamı takıp düştüm yollara. 

“Dersim” Tunceli ilinin eski adı, daha doğrusu değiştirilmeden önceki adı sanıyordum ama tam olarak öyle değilmiş. Aslında bir bölgenin adı, Tunceli ili dışında Erzincan, Elazığ, Bingöl ve Malatya’nın da bir kısmını içine alan bir bölge. Kürtçe ve Farsça “Gümüş Kapı”, Zazaca ise “Duvarlı” anlamına gelirmiş. 19. Yüzyıl Osmanlı idaresinde ise bölgenin resmi adıymış.

Tunceli merkeze giderken, kent girişinde adeta sınır geçişi gibi kontrol noktaları var: minibüs duruyor, kimlikler toplanıyor, bazen hızlıca geri geliyor, bazen de teker teker kimlik numaraları kontrol edildikten sonra, yani 10-15 dakikalık bir beklemeden sonra geri geliyor. (Tunceli merkeze toplam 6 kez giriş-çıkış yaptım)

Kent merkezinde sanırım en bildik buluşma yeri, Seyid Rıza heykelinin olduğu park. Seyid Rıza, 1937′de Dersim katliamı ile noktalanan olaylar zincirinin kilit ismi, halkın anlattığına göre, devletin peşinde olduğu kişi. Hakkında olumlu konuşan da var, olumsuz konuşan da. Kimine göre bir özgürlük direnişçisi, kimine göre “çevresine korku salmış, uyurken kimsenin uyandırmaya cesaret edemediği bir ağa”. Ancak sanırım bütün Dersimlilerin hemfikir olduğu nokta, olayların devletin girişimiyle ve Seyit Rıza’yı ele geçirmek için başlatıldığı. Bu yüzden insanlar genelde “Dersim isyanı” değil de “Dersim direnişi” ya da “Dersim katliamı” tanımlarını kullanıyorlar.

Parkta güzel bir Munzur (dağ ve nehir) manzarası var. Genel olarak Tunceli merkez doğayla iç içe, binalar yeşilliklerin arasına serpiştirilmiş gibi duruyor. 

Merkezde kafelerin, lokantaların, hatta sokakların isimlerinde devrimci, ya da en azından protest bir ruh var. Pakın yanıbaşında Çarşı Cafe bulunuyor, parka inen yolun adı ise “Behice Boran Caddesi”.

Nehre doğru inen yolda, yamaç tarafında 1937′de idam edilen Dersim önderlerinin fotoğrafları var. 

Nehir seviyesine inince lokanta ve parklar var. Bunlardan ilk karşıma çıkanı gezdim, “Celal Doğan Parkı”

Park tabelasında “Dersim Belediyesi” ibaresi var, yani kayyumdan önceki belediyeden kalma. Kasım 2016 tarihinde AKP rejimi, seçilmiş BDP’li belediye başkanını tutuklayıp yerine vali yardımcısını kayyum olarak atamış. O zamandan beri şehrin belediyesi “Dersim” değil, “Tunceli Belediyesi” ibaresini kullanıyor. 

Seçilmiş ve atanmış belediyecilik anlayışları arasındaki farkı, icraatlarında görmek mümkün: Dersim belediyesinin doğayla iç içe, gösterişten uzak bir tarzı var. Yörenin yapısına uygun, doğanın içinde kamufle olan parkın içinde sürpriz sanat eserleri göze çarpıyor:


Bu parktaki eserlerden birinde “Ali Atak” imzasını görünce internette araştırdım. 2002 yılında “Munzur'uma Dokunma” temasıyla yapılan, 3. Munzur Kültür ve Doğa Festivalinden kalma olduklarını okudum. Ali Atak, Aysun Kaynak, Mücahit Emrecik, Songül Şirin adlı sanatçıların eserleriymiş.


Parktan çıkıp nehir boyunda yürüyünce yeni “kayyum” belediyenin yapmakta olduğu büyük gösterişli bir parka vardım. Hava kararmakta olduğundan parktaki ışıklar, süs köprülerin “kırmızı-beyaz” floresanları yakılmıştı… Bu parkın görüntülerini aşağıda paylaşıp yorumu okuyucuya bırakıyorum.

Oldukça kabarık bir bütçeyle yapıldığı izlenimi uyandıran, işlevini pek anlayamadığım bu ikinci parkı hızlıca terk edip, nehir boyunca yürüyorum. 

 

Kentin girişindeki büyük köprüye sapmadan devam edince karşıma Tunceli Cemevi çıkıyor.

İlk defa bir cemevi gördüğümü farkedip, bunca yıl hiç görmemiş olmama şaşırıyorum. Açık bahçe kapısından içeri girip, içeriyi gezip gezemeyeceğimi sorarken içerdekilerin kapıları kilitlemekte olduğunu ve biraz patavatsızlık ettiğimi anlıyorum. Gülümseyerek kapıyı tekrar açıyorlar, “buyrun” diyorlar, ama çok da uzun gezemeyeceğim belli, akşam saatinde bina kapanacak çünkü. Patavatsızlığı bir adım daha ilerleterek “fotoğraf çekebilir miyim?” diye soruyorum. Kapıdaki genç çocuk ona da “tamam” diyor ve “siz zaten rahatsızlık verecek bir fotoğraf çekmezsiniz” diye ekleyerek, misafirine nazik bir dille oranın bir ibadet yeri olduğunu da hatırlatıyor. 

Burası da bulunduğu kentin ve insanının özünü yansıtan, gösterişten uzak, doğal ve sıcak bir mekan. Minderler, mikrofonlar ve iç tasarımdan edindiğim izlenime göre insan ve iletişim ön plana çıkarılıyor. Aslında, sanırım gerçekten “bir cemevi ziyaret ettim” diyebilmek için, cemevini içinde insanlar, yani canlar varken ziyaret etmek gerek. 

Akşam olduğu için bahçede fotoğraf çekemedim ama gündüz yeniden uğradım. Doğayla iç içe, nehir manzaralı bahçesinde etkileyici bir Pir Sultan heykeli var:

Yeşillikler içinde, dağlarla çevrili ve “keşke herkes böyle olsa” dediğim insanlarla dolu bu kente tekrar gelip, bu kez daha uzun kalmak ümidiyle Ovacık'a doğru yola çıkıyorum.

Mehmet Yayla- [email protected] 

Gezi yazısının Ovacık bölümü yarın soL'da yer alacak.