Nükleer anlaşma sonrası İran üzerine solun perspektifi

Leyla Dehgani

Blog: Serbest Kürsü

Bu yazı, biraz geç de olsa, ABD önderliğindeki Batı ve İran arasında varılan nükleer anlaşma ve bunun vaad ettiği toplumsal ve siyasal değişimlerle ilgili İran solunun yorum ve perspektiflerinden bir kesit aktarmayı hedeflemektedir. 1979 Devriminin ardından Humeyni ve çevresindeki İslamcı güçlerin yoğun baskısına maruz kalan ve 1988’e gelindiğinde ülke içindeki legal siyasi ortamdan tasfiye edilen İran solu, bugün örgütlü yapısını, oldukça parçalı bir biçimde de olsa, sürgünde muhafaza etmektedir. Yazının devamında İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist) resmi yayını olan Hakikat dergisinin Ekim-Kasım 2015 tarihli 73. sayısında yer alan imzasız “Nükleer Anlaşmanın Ardından İran” yazısından bölümler aktarılacaktır:

“İslam Cumhuriyeti, siyasi ve ekonomik sisteminde giderek artan ve (özellikle de ABD ve İsrail tarafından askeri müdahele senaryosuyla birlikte) yıkıcı bir tehdit halini alan derin çelişkileri yanıtlamak için siyasi kimliğinin temel ilkelerinden olan ABD karşıtlığını bir kenara bırakmış ve emperyalizm ile resmi diyalog ve işbirliği yolunu seçmiştir. Her ne kadar ABD-İran ilişkilerindeki sonuçları henüz bütünüyle ortaya çıkmasa da, Ruhani’nin de dediği gibi bu anlaşma ‘Dünya’ya yakınlaşma ve entegrasyon’ döneminin başlangıcına işaret etmektedir.

İslam Cumhuriyeti rejiminin, her ikisi de emperyalizmin kontrolündeki alanlar olan uluslararası ekonomik ilişkiler ağına ve küresel siyasi güç ilişkilerine dahil edilmesi iki kanattan başlatılmıştır. Bunlardan ilki, Devrim Muhafızlarına bağlı Küdus Ordusunun, artık sistem dışı bir askeri güç olarak değil, BM Güvenlik Şurasında Veto hakkına sahip olan Batılı güçlerin anlaşma içerisinde olduğu bir ülkenin temsilcisi olarak Ortadoğu’daki savaş siyasetini ilerletmesidir. Bu noktada, Suriye’de geçtiğimiz aylarda ölen Kudüs ordusu komutanlarından Hüseyin Hamedani’nin 1979 Devriminden sonra İran Kürdistanında ve 2009 Seçim Protestolarından sonra ülke çapında halkın şiddetle bastırılmasında kilit rol oynayan kişilerden biri olduğunu hatırlatmak gerekir. Teokratik Şii bir güç olarak Kudüs Ordusunun Suriye Savaşına müdahelesi, Sünni İslamcılığı da besleyerek ülkedeki güç savaşının dinci-ideolojik bir savaşa dönüştürülmesine önemli bir dinamik olmuştur.

İkincisi ise, İran ekonomisinin küresel kapitalizme eklemlenmesi doğrulsunda banka ve ticaret ambargolarının kaldırılması. Bu eklemlenme doğrultusunda Avrupalı şirketler şimdiden İran’a yatırım yapmak için harekete geçmiş durumdalar. Ancak Batılıların ülke piyasasına girmesi göründüğü kadar kolay olmayabilir. Bu anlamda yaşanabilecek en büyük engel, Devrim Muhafızlarının ülke ekonomisinde gayrı resmi olarak kurduğu egemenlik, ve ördüğü rant ve yolsuzluk ağı. Sonuç olarak Batı yatırımları, Devrim Muhafızlarının rant ve rüşvet gelirlerini arttıracaktır. Ülke kapılarının ekonomik büyümeye açılmasıyla birlikte sınıfsal kutuplaşma derinleşecek, son otuz yılda ortaya çıkan eski orta sınıfın bir kısmı kaybolup yeni bir orta sınıf ve yeni bir kapitalist sınıf doğacak, ve İslam Cumhuriyetindeki siyasi seçkinlerin bir kısmı da bu gelişmelerden geride kalacaktır. Dolayısıyla yaşanacak bu ani ekonomik büyüme, rejimin kontrolü dışında içeriden gelişecek yeni bir İslamcı tepkiyi besleyebilir. Dolayısıyla, tüm egemen güçlerin çatışma noktası haline gelmiş Ortadoğu bölgesinin kalbindeki bir ülke olarak İran’ın ‘güncel istikrarını’ koruyarak yavaş yavaş demokratikleşebileceği hayaline kapılmamak gerekir.“ (Neşriye-yi Hakikat, sayı 73, ss. 2-6)

Şimdilik görünen o ki nükleer anlaşma, onyıllardır geleneksel ABD ve Batı karşıtlığı ile İran rejimine karşı mücadele ikileminde sıkışıp kalan ve pratikte sürekli bu iki kutbun arasından bir “baş düşman” seçimine zorlanan İran solunun söylem ve hareket alanını genişletebilir. Öte yandan büyük gürültü ve vaatlerle gerçekleşen anlaşmanın, beklenildiği kadar büyük bir değişim yaratmadığını gören emekçi kitleler açısından bir süre sonra sistem içi reformizm alternatifi çekiciliğini kaybedebilir ve daha radikal siyasetler ilgi görebilir. Ancak sözkonusu radikal siyasetler arasında da solun etnik milliyetçilik (Azeri, Kürt, Arap milliyetçilikleri ve de Fars milliyetçiliğinin temsilcisi olan Paniranizm) ile (nostaljik bir ilgi gören ve ABD’den yaptığı uydu yayınlarıyla siyasi kültürdeki yerini korumayı başaran) saltanatçılık gibi büyük rakipleri olduğunu kaydetmek gerekir. Bu bağlamda solun, sürgündeki örgütlerle ülke içinde işçi hareketi arasındaki bağı kuvvetlendirmesi ve bunu yaparken seküler, sosyalist bir siyasi programa vurgu yapması gidişatı bölge halkları ve emekçi kitleler açısından olumlu yöne sürükleyebilecek tek yol gibi görünüyor.