Ölürse ten ölür…

Handan Türkeli

Blog: Serbest Kürsü

Yıllardır hep aynı nedenle çeşitli defalar gidip geldiğim bir Güneydoğu kasabası vardır. 1998’di ilk gidişim. Biraz uzunca kaldığım için benim onları, onların da beni fark edeceği zamanımız olmuştu. Sonraki ziyaretlerimde daha da pekişen tanışıklıklar git gide dostluğa dönüştü.

Zor zamanlar geçirdiler, toplumca. Memleketin her yanındaki zorluklardan daha başka, daha oraya özgü üzüntüler yaşadılar. Ben de her defasında o üzüntülerin farklı evrelerine tanık oldum. Belki de tanıktan öte, tıpkı onlardan biri gibi yaşanan yoksunlukların, duyguların, ‘önlenemez kader’ gibi yaşanan hayatın son 14 yılının dilsiz isyanının ortağı oldum. Kadınların ayrı, erkeklerin ayrı acılarla yoğrulduklarını gözlemlediğim bir uzun yolculuğun yol arkadaşıydım.

Son mahalli seçimlerin hemen öncesinde de oradaydım. Kasabanın politik yapısı da yaşananlar süresince ciddi biçimde değiştiğinden tüm partilerin bürolarında yoğun faaliyet vardı. Ama bir partinin bürosu özellikle dikkat çekiciydi. Diğerlerinden çok farklı bir kadın toplaşması gözleniyordu orada. Sabahın erkeninde çoluğunu çocuğunu evde bırakıp parti bürosuna koşan o kadınlar mezralarda, mahallelerde ve köylerde partinin adayını tanıtıp seçmenden oy istemek için dört bir yana dağılıyorlardı. Akşam saatlerinde yorgun argın döndüklerinde ev ahalisinin önüne bir kap sıcak yemek koymak da onlara düşüyordu. Yine de en ufacık bir yılgınlıkları yoktu, tersine ‘dünyayı değiştirmek’ azmi ve arzusu göz bebeklerinden okunabiliyordu. Cıvıl cıvıldılar.

Seçim günü sandıkların başından ayrılmadılar. Partilerinin adayı mahalli seçimi kazanıp belediye başkanı olduğunda onlar da, içleri kıpır kıpır ama sessizce evlerine dağıldılar. Silahlar atıp halaylar çekerek zaferi sokaklarda kutlamak erkeklerin işiydi.

Bir yıl sonra genel seçimler vardı. Ve ben yine oradaydım.

Kadınlar yine faaldi, kendi deyişleriyle ‘kırsaldaki çalışmalar’ı büyük özveriyle yine üstlenmişlerdi. Toplumlarını bir kimlikten başka bir kimliğe taşımak konusunda akıl sır almaz bir umutla üzerlerine düşen hiçbir işten kaçmıyor, mezralarda gözlemledikleri siyasi eğilim morallerini bozsa da ertesi sabah gene görev başında oluyorlardı.

Seçimin olası sonucundan yana korkuları vardı. Onca yıldır sahiplendikleri gelecek hayalinin artık ertelenmesini istemiyorlardı. Adaylar parti merkezince belirlenmişti ve onlara göre yerel referanslara pek kulak asılmamış, tepeden inmeci bir tavır benimsenmişti. Bundan hoşnut değillerdi.

Seçimden bir gün evvelki bir sohbet sırasında benim de Anadolu’da bir başka ilçeden KP adayı olduğumu öğrendiler. O andan sonra konuşmaların konusu hep bu merkez etrafında şekillendi. Akıllarına gelen her şeyi sordular, aldıkları yanıtlardan akıllı çıkarımlar yaptılar. Ve bir an geldi ki; Emine’nin saatlerdir yüzünde yerleşmiş olan huzursuz ifade kendi dilini buldu, sordu: “Abla sakın ayıplama ama bir şey soracağım. Bize partide bazı eğitimler verdiler, bir şeyler anlatıldı ama ben bu komünizmin ne olduğunu inan bilmiyorum. Bunun ne olduğunu anlamış değilim. Gerçi çok da üstünde durulmadı ama bilmek lazım demek ki, baksana ne doğru şeyler söylüyorsun deminden beri. Senin gibi birinin aklı yatmışsa eğer, demek ki bunu daha iyi anlamak lazım. Hele anlat.”

Onca yılın tanışıklığının çok ilginç bir sonucuydu bu. Bana duydukları düpedüz güvenin en dolaysız ifadesiydi. Çok değerliydi; verilecek her sözden, yapılacak her komplimandan çok daha özel ve güzeldi.

O an aklıma ilk gelen şey, canım Uğur’un sözü oldu. KP’li kimliğini her koşulda, herkesle paylaşmazdı Uğur Uluocak. İdealine duyduğu inancın kendi kimliğinin ve kişiliğinin karşısındakinde uyandıracağı saygınlıkta dile gelmesini doğru bulurdu çünkü. Bu yüzden de çevresindeki hiç kimseye partili kimliğinden yerli yersiz bahsettiği olmamıştır ve hiç kimseye de partili olması için telkin veya tavsiyede bulunduğu görülmemiştir. “Önceleri belki dağlara çıkan adam veya çok iyi ders anlatan hoca, çok hızlı kürek çeken sporcu vs. diye tanınırsın, o vasfınla akılda kalırsın. O nedenle hayran olunur, sevilirsin. Ama birileri bir gün mutlaka o adamın düşünce yapısını da merak eder” diye anlatmıştı. Bir ‘gizlilik’ kuralı gereği değil de, kendi ilkeliliğiyle ortaya koyduğu bu tavrın özeti şuydu: Eğer insanlara kendini doğrudan işaretlerle değil de sadece inanarak yaptıkların yoluyla gösterirsen, onlar için takip edilesi önemlilikte bir iz olabilirsen, günün birinde aynı yerde buluşulur. Anlamlı ve değerli olan yolların bu türlü kesişmesidir. Çünkü onun değer dünyasına sızmışsındır. Tarif ederek değil, tarifin bizatihi kendisi olarak başarmışsındır. Kıymetli olan budur.

Emine’nin bana duyduğu dostluk ve güven üzerinden düşüncelerime ve ideallerime geliştirdiği merak bu bakımdan değerliydi ve gerçekten de Uğur’un önemsediği kadar vardı.