'Bu halktan bir şey olmaz' mı?

Hakan Erol

Blog: Serbest Kürsü

-Oğlum, kızım bırakın bu siyaset işlerini, görüyorsunuz ya hiçbir şeyin değiştiği yok?

-Bak senin yaşın daha genç, ben 80 darbesini gördüm… Ne işkenceler yaşadım. O yüzden bırakın bu işleri, yaşayın hayatınızı, değişmez bu memleket, biz bile değiştiremedik…

-Tamam güzel söylüyorsunuz;’’hepsi gitsin’’, gitsin de, peki ama nasıl?

Bu ve bunun gibi cümleleri, hatta daha fazlasını hayatımızın her alanında işitiyoruz. Hep rastladığımız şu cümlelerin, ortak noktaları bulunuyor aslında. Bunlardan bir tanesi;’’Umutsuzluk’’, diğeri ise ‘’Ne yapacağını bilememe durumu!’’

Birincisi, ‘’biz çok uğraştık olmadı, siz mi yapacaksınız?’’ gibi bir söylem, mücadelenin diyalektiğine aykırıdır. Mücadele uzun solukludur. Mücadele kavramı içerisinde, yenmek kadar, üstelik daha fazlasıyla yenilmek vardır. Her yenilgiden sonra oluşan karanlık tablo, bir yerde insanları umutsuzluğa mahkum ediyor. Geçmişin devrimcileri, yani bugünün ‘’eski solcuları’’, günümüzde mücadele eden, kendilerinden daha genç insanlara bu aklı veriyor. Ama yeni kuşağın, eski kuşaktan bir farkı var; öyle kolay kolay yılmaya niyetleri yok. Çünkü biliyorlar ki, ya barbarlık ve karanlık insanoğlunun sonunu getirecek ve dünyayı tamamen yaşanmaz kılacak ya da sosyalizm kazanacak ve aydınlık bir ülke, eşit ve özgür gelecek bizlerin olacak. Bu fay hattının artık tam da kırılma noktasındayız. İnsanoğlu şu iki seçenekten birini tercih edecek. Mücadele etmek mi? Yoksa hala sadece tüm olanlara söylenmek ve mücadele edenlere ise ‘’bırakın…’’ naraları mı atmak? İkinci seçenek bana daha cazip diyenler için çoktan geçmiş olsun diyebiliriz…

‘’Memleket iyiye gitmiyor’’ yargısı kadar, ‘’bu memleketi yaşanır kılacağız!’’ dirençliğini örmemiz gerekiyor. İkincisi, birinciye üstün geldiği ölçüde, karanlığı yırtıp atabiliriz. Herkes söyleniyor, hiç kimse AKP ve şurekasını sevmiyor. ‘’Hepsi gitsin’’e, ‘’hepsi ölsün’’ü bile ekliyorlar. Ancak oluşan bu öfkeyi doğru yere aktarma konusunda başarısız kalıyorlar. Veya biz bu öfkeyi yeteri kadar mücadele içine çekemiyoruz. Burada yetersiz kalıyoruz, doğrudur. Ancak yine de buradan mücadele edilince hiçbir şeyin değişmeyeceği sonucu çıkmaz. Çıkacak sonuç daha fazla emek vermek. Mücadeleyi bir iken ikiye çıkarmak. Daha fazla insanı mücadeleye katmak…

Kimisi öfkesini giderici bir soğutucu ararken, kendini düzen partilerinin kollarında bulur, kimisi ise dinci gericilikle ve piyasacılıkla mücadele eder pozisyondan ziyade, müzakere eder durumda görür. Çünkü öylesi daha kolay. Bir şeyin suyuna giderseniz, ona dokunmadan, ama onun birgün birileri tarafından mutlak olarak yıkılacağını bilerek hareket ederseniz, zarar görmeden tüm süreçlerden ‘başınız dik’ çıkabileceğinizi sanarsınız. ‘’Elimi taşın altına sokmalıyım’’ yerine birileri ellerini o taşın altında ezdirsin, o taş onlarla uğraşırken bende onun üzerinden atlar geçerim kafası ise açık bir şekilde aptallık olmasa bile saflıktır…

Mahallenin serserisinden korkuyorsunuz, ondan ölesiye nefret ediyorsunuz, yine ona pabucunu ters giydirenlerin çıkacağını biliyorsunuz ama siz o serseriyi yıkacak mahalleliyle beraber hareket etmeyeceksiniz ve o serseriye şirin gözükeceksiniz, öyle mi? Sonra da umutsuzluk pazarlayacaksınız, mahalleliyi kötüleyeceksiniz? Yok öyle, önce kendinizi bir silkeleyeceksiniz. Ben ne yapıyorum derken, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demeden, köprüyle beraber o ayıyı da aşağıya yuvarlayabilmenin cürretini göstereceksiniz.

Türkiye’nin çoğu yerinde gezen CHP’nin araçları insanları akşam kuracakları iftara çağırıyor. Akşam yapılacak laiklik eylemine, bir fabrikadaki işçi direnişine, aydınlanma mücadelesine değil. İftara… İşte bu gericiliğe prim vermektir. Dinci gericiliğe siyasette yer açmaktır. Sosyal demokrasinin bunu yapması bizi şaşırtmıyor elbette ama tüm bunlara rağmen, CHP’nin, insanların gözlerinin içine bakarak ‘’biz mücadele ediyoruz’’ mesajını yutturmaya çalışmaları, işte bu kabul edilemez bir durumdur. Bir tarafta CHP, diğer yanda HDP, peş peşe iftar şovları düzenlediler. Hatta bir çoğu AKP’yi aratan cinstendi. Şimdi bu zeminde tepinenlerin, bu ülkeyi değiştirme iradeleri olabilir mi? Gerçekten buna inanmamızı bekleyebilirler mi? Bu yapay ve yenilmeye mahkum olan büyük kitle ve yine aynı zamanda gericilik zeminine tav olanlar; yukarıdaki umutsuzluk serzenişlerinde bulunanlardır… Mücadeleye güç katmazsan, ehven-i şer senin belirleyenin olur. Buradan ne umut çıkar ne de yukarıdaki örnekteki cüret…

Hala bugün çok büyük bir kesim sosyal demokrasiden medet umar noktada. CHP ve HDP retoriği ile bir şeylerin değişebileceğini söyleyenler, düzen içine tüm hayallerini kaptıranlar azıcık tarihe bakmalıdır. Tarihten ders almayanların ise o dersi henüz coğrafyadan, tarihe çeviremedikleri ise açıktır.

Tarih ve coğrafya yanıltmaz. İyi okunabildiği takdirde, çok öğreticidirler. Coğrafyadan, tarihe geçmiş bir örnek, kimisi için ise hala coğrafya: Yıl 1949-1950’ler, CHP iktidardayken DP yeni kurulmuştur ve muhalefettir… DP, dönemin koşullarında‘’Biz iktidara geçersek, işçiye grev hakkı tanıyacağız!’’ diye açıklamalar yapıyordu. Hatta daha da ileri gidiyorlar ve ‘’Grev hakkı olmadıkça, sendika olmaz!’’ diye grevin önemine değiniyorlardı. DP iktidar oldu, CHP ise muhalefete geçti. DP, işçiyi, emekçiyi ezdi, daha fazla sömürünün kapılarını araladı. Ülkeyi NATO’nun kucağına yuvarladı. Gericiliğin en önemli tohumlarını attı! Tüm söylediklerini, doğası gereği bir çırpıda unutuverdi. Grevin, ‘’milli değerlere’’ karşı tehlikeli bir şey olduğunu vurguladılar… CHP’nin ise muhafelete düşünce ilk açıklamaları şu şekildeydi: ‘’İktidara geçince grev hürriyetini tanıyacağız!’’ Bu bir komedi ya da fıkra yazısı değil, bu tarihten bir derstir. O yüzden iyice öğrenilmeli… Hatta ders niyetine de okullarda okutulmalı: ‘’Düzen partilerinin halkı aptal yerine koyma çabası’’ şeklinde…

Bir diğer not ise; işçilerin, egemenlerin sadakalarına ihtiyacı olmadığı gerçeğidir. Grev hakkının; burjuva sınıfının, DP’nin, CHP’nin veya diğerlerinin bir nimeti olarak değil, şanlı işçi sınıfı tarihimizin, Kavel direnişinin bir sonucu olduğu gerçeğini bilmeliyiz. Burjuvazi, işçilerin kaşının, gözünün hürmetine ona bazı haklar tanımaz. İşçiler kanlarıyla kazanırlar, hak’kın verilmez, alınan bir şey olduğunu üstüne basa basa kanıtlarlar. Grev hakkı da, tıpkı diğer haklar gibi uzun soluklu mücadeleyle böyle kazanılmıştır.

Bir başka örnek, Ecevit, TİP kurulmadan önce rahatsızlığını dile getirmiştir. Bugünün; ‘’oyları bölmeyin’’ ve ‘’tatava yapmayın’’ anlayışını, o zamanın versiyonuyla şöyle yansıtıyordu Karaoğlan: ‘’İşçi Partisi gereksizdir. Çünkü CHP, işçi haklarını koruyabilir, ayrı bir İşçi Partisi lüzumsuzdur. Ayrıca Türkiye’de sınıflar yoktur…’’ Aynı insan 30 yıl sonra ‘’Bu ülkeye komünizmin gelmesini ben engelledim!’’ diye televizyonlarda açıklama yapıp, bununla gurur duymuştu. 70’lerin ikinci yarısında ‘’umudumuz Karaoğlan’’ deyip, düzen içine bel bağlarsan, haliyle toplumsal altüst yaşamazsın. Yani devrim yapamazsın. Bir yerde devrim yapamıyorsan da karşı devrim yapılmış demektir. Nitekim 80 darbesi bunun sonucudur.

Bugünde dünden farksızdır. Kılıçdaroğlu, seçim öncesinde ‘’taşeronu kaldıracağız!’’ diye nutuk atarken, Beşiktaş ve Avcılar başta olmak üzere çoğu CHP belediyesinde taşeron işçileri direnişteler. Misal Avcılar’da uzun süredir taşerona karşı mücadele veriyor işçiler. CHP’li başkan, işçilerin üzerine polisi ve kendi adamlarını salarak dövdürürken, akşamları ‘’türbanlı bacılarıyla’’ selfie şovu yaparak iftar açar. Yani ‘’dünden bugüne değişen hiçbir şey yok’’ konusu bir yerde doğrudur. Kaypaklar hala kaypak, umut tacirleri ise, hala insanların umutlarının üstünde tepiniyor…

İnsanın büyük bir odada hayalleri de genişlermiş. Dostoyevski böyle söyler. Her insan hayal kurar. Hayallerinizi, ‘’AKP gitsin de, gerisi önemli değildir’’den uzak tutun. Geniş düşünün. Yani daha ilerisini görün. AKP gitsin evet ama AKP’yle beraber bu düzeni de çöplüğe süpürelim. Bu olursa kurulan hayaller değerlidir. Diğeri hayalleri çarçur etmektir.

Her tarafta patlayan bombalar, ne zaman öleceğiz, sıra bize ne zaman gelecek? Telaşını, örgütlü mücadeleye evriltmediğimiz oranda, insanlık ve ‘’işçi sınıfı bombalardan daha güçlüdür’’ sözünün vuruculuğunu kavrayamadığımız noktada kaybetmeye de mahkumuz.

Önce bu ülkede işçilerin olduğunu, yani bir sınıfın olduğunu, toplumsal alanda kendisini en yakıcı şekilde hissettirerek göstereceğiz. Sonra mı? Sonra da ‘’Bu halktan bir şey olmaz’’ı, ‘’bu halk öyle güzel işler başarır ki…’’ye çevirmenin güzelliğini yaşayacağız. Tüm bu kapkaranlık yazının sonunu güzellikle bitirmek zıtlık mı? Hayır zıtlık olmuyor, aksine kendini memleketi ve dünyayı değiştirmeye adamış bir komünistin inatçılığı ve umudu oluyor…