I. Cumhuriyetçi Kongar II. Cumhuriyetçi Pamuk'tan ne istiyor?

Güney Akgül

Blog: Serbest Kürsü

“1970’lerde insanlar sokakta sinek gibi ölürdü. O daha da kötüydü diyebilirim. Şimdi Cumhurbaşkanı ‘vatan haini’ diye bağırıyor. Ama hiç olmazsa sokakta ölen yok”

-Orhan Pamuk

Yukarıdaki alıntı Orhan Pamuk "Kırmızı Saçlı Kadın" isimli bu yılın başlarında basılan romanının tanıtımı için başlattığı kampanya kapsamında kanal kanal ve gazete gazete dolaşırken Hürriyet’e verdiği röportajdan… Sokaklarda oluk oluk akan kan herkesin paçasına bulaşırken, bu sözlerin yalnızca bir kitap tanıtım faaliyeti olmadığı ortada. Buradaki ideolojik içerikten hareketle hakim sınıfın kendi içinde yaşadığı önemli bir mücadelenin anlatımını yakalayabilir miyiz?

Ömer Türkeş, “Kırmızı Saçlı Kadın” romanına ilişkin yazdığı eleştiride, Orhan Pamuk’un bu saptaması için "farkındalık eksikliği değil yokluğu" demişti (http://kitapeki.com/kirmizi-sacli-kadinda-rastlantilar-ve-saplantilar/) Aslında "farkındalık yokluğu"nu da aşan, herhangi bir esnaftan ya da Mecidiyeköy’de rant kovalayan bir emlakçıdan duyulabilecek bu tuhaf sözler, dünya çapında okunurluğu olan bir yazarın ağzında politik anlamlar taşıyor. Bunları tartışmak bunların ideolojik olarak oturduğu alanı tespit etmek düşünme kirliliği yaratan bazı alanları durulaştırabilir. Emre Kongar’da son kitabı “Yazarlar, Eleştiriler, Anılar”da “Kar” romanı üzerinden Orhan Pamuk’un ideolojik motivasyonlarına ilişkin görüşlerini yazmış I. Cumhuriyetin  eleştiri perspektifinin elverdiği ölçüde.

Dinselleşmenin ekonomi-politiği

12 Eylül’ün kara tırpanı Türkiye emekçilerinin sosyal haklarını budadı, örgütlü güçleri yok etti. Kuşkusuz büyük bir şiddetti. Ancak elinde tırpanla duran erkin Türkiye’yi uzun süre yönetmesinin imkânı yoktu. Bütün bunlar yapılmalıydı ama silahın ve şiddetin bir sınırı vardı; hegomonik bir güç için, sistemin oturması için başka bir şey gerekliydi. Teknolojik kapasitesi olmayan ve kişi başına işgücü verimi düşük bir ülkede faşizmi islâmizasyonla kaplamak uzun vadeye yayılmış bir çözüm olarak görüldü, ulu orta silah ve asker kullanmadan yönetebilmek için bir mekanizma olarak düşünüldü. Kitleler din ile uyuşturulmalı, tevekkül-sadaka kültürü oturtulmalıydı.

Komünizmle mücadele derneklerine verdiği destekle solun önüne bariyer çekmeye çalışan I. Cumhuriyet 12 Eylül sonrasında açıkça tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin önünü açtı. Bu uğrakta emperyalist dünyanın sınıf eksenli siyasete bariyer çekmek için bütün dünyaya ithal ettiği kimlik siyaseti ile de bir rezonans yakalanmış oldu.

Günümüzde “liberal” olarak adlandırılan ve 12 Eylül sonrası ilk çalışmalarını sivil toplumculuk sloganlarıyla hatırladığımız entelektüel cenah bu noktada önemli bir işlev yüklendi. Yorgun demokratlar, Avrupa-Birleşik Devletler hayranı entelektüeller, yenilgiyi mutlaklaştıran konformistler liberalizmin Türkiye şubesinin ideologları olarak yerlerini aldılar.

Kültürel olarak zihinlerimizde birbirine yakıştıramadığımız "dinci faşizm ile liberalizm"  beraberliğinin aslında gayet uyumlu bir ilişki olduğunu ekonomi-politik zorunlulukları gördüğümüz zaman anlayabiliyoruz. Laisizm ve akıl, dinci-liberal ikilisini birbirine yaklaştıran hedef tahtasındaki düşmanlar oldular.

İdeolojiler dünyasında işler böyle yürürken bireyler dünyasında akış çok daha ilginç, girift ve sürprizli. Kar romanının yazarı Orhan Pamuk’un Wikipedia’daki özgeçmişinde rastlayamadığımız ancak hayatında çok özel bir yeri olan belki de hayatını değiştiren uğraktan kısaca bahsetmek gerekiyor. Bu, Kar romanının yazarı Orhan Pamuk’un roman estetiğini, ezenin hizmetinde bir silah olarak nasıl kullandığını anlamak için yararlı olacaktır. Pamuk 85-88 yılları arasında Birleşik Devletler’de yaşar. Bu dönem modernist bir roman olarak adlandırılabilecek İstanbullu bir ailenin üç kuşağını anlatan “Cevdet Bey ve Oğulları”nın yayınlanmasından sonrasına denk gelir. Birleşik Devletler’de yaşadığı bu dönemde Pamuk Iowa Üniversitesi’nin yazarlık kursundan (IWC) mezun olur. Iowa Üniversitesi yazarlık atölyesinin kuruluşu nedeni dikkat çekici; atölye, Sovyetler Birliği’nin Moskova Üniversitesi’nde dünyanın dört bir yanından başarılı ve entelektüel öğrencilere ücretsiz eğitim vermek için hazırlandığının öğrenilmesiyle, Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığı’nın fonları ile kuruluyor. Atölyeden mezun Eric Bennet "Workshop of the Empire" adlı kitabında kurumun, Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığı ve CIA ile olan ilişkisini ayrıntılarıyla anlatıyor. (Komünizme, aydınlanmaya karşı yazar üretimi ile ilgili bir başka kitap önerisi: Ian McEwan’ın ‘"ir Parmak Bal" romanında bu konu harika anlatılmaktadır / Ian McEwan/ Çeviren: Duygu Akın/ Yapı Kredi Yayınları)    

Ekonomi-politikle sanat arasında her zaman birebir bağlantı ve paralellikler aramak amaçladığımız özgürlük alanlarını tehdit eden riskler taşısa da isabetle yapıldığında yukarıda gördüğümüz türden masum olmayan ilişkiler ağının nasıl örüldüğünü ortaya koyabilir. Böyle bir çaba gerçekleri görme konusunda önemli açıklıklar sağladığı gibi, ideolojik mücadele süreçleri ile ilgili güzel bir örneği de ortaya koyuyor.

Orhan Pamuk sadece edebiyatla uğraşmıyor, politik romanlar yazıyor, Esad’ı "sonun makatına sopa sokulan Kaddafi gibi olur" diyen önemli bir uluslararası bildiriye imza atıyor, söyleşilerde “en azından 12 Eylül’deki kadar insan ölmüyor” diyebiliyor. Dolayısıyla okura da ideolojik olarak saldırgan bir yol izleyen Pamuk’a ve kitaplarına politik bir gözle bakmak ve eleştirmek hakkı doğuyor. Söz konusu kitap aydınlanmaya, laikliğe, akla ve sola açık bir saldırı teşkil eden Kar romanı ise bunun ‘acımasızca’ yapılması  bir görev olarak bile düşünülebilir.

Kar romanı, Emre Kongar’ın yeni basılan “Yazarlar, Eleştiriler, Anılar” kitabında romanın eleştirisine uzunca bir bölüm ayırmasıyla tekrar gündeme geldi. I. Cumhuriyetçi Kongar’ın, II. Cumhuriyetçi Pamuk’a ilişkin yazdıkları I. Cumhuriyet’in çöküşüne dair biz okurlara bir görü sunuyor.

Kongar, Kar romanında, İslamcıların Kemalistler tarafından öldürülen mağdurlar olarak çizildiğini bununda gerçeği tersyüz etmek anlamına geldiğini söylüyor. Kongar bu eleştirisinde haklı. Bütün bu kahramanlar ve olay dizisi bugünden bakılınca kötü bir şaka gibi. Çünkü Kar romanında İslamcılar, İmam Hatip koridorlarında kurdukları barikatlarda acımasız jakobenlerin tanklarından açılan ateşle can veriyor, “Yeşil” kod adlı islamcıyı hatırlatan “Lacivert” adlı kahraman bir derviş edasıyla Kars sokaklarında geziyor. Çünkü yıllar boyunca ağzını açmak isteyen her muhalifin, dinselleşmeyle uyuşmayan her kadının, sistem dışı siyaset yapan her örgütün ağzına “namazımızı mum ışığında kılmak zorunda kaldık”, “başörtülü olduğumuz için zulüm gördük” sopası indi. Bugünden baktığımızda 2013 Haziranı’na kadar Türkiye’nin bu tersten çizilmiş gerçekliğin içinde kaldığını görüyoruz. Toplumda dinselleşmenin önü bu ülkenin gördüğü en kanlı iktidar için, medyada, edebiyatta hegemonik bir söylem inşa eden liberal paradigma tarafından böyle açıldı. Pamuk`un empati kurmamızı istediği "ezilen islamcılar" ve bugün onun "zalim" olarak çizdiği solcular üzerine kurguladığı senaryo tersinden gerçekleşti.

Kongar, Pamuk’a Nobel yolunu açan ideolojik ortamı anlatarak başlıyor; Edward Said’in Oryantalizme karşı Kültürel Rölativizmi ön plana çıkaran görüşleri ve Samuel P. Huntington’ın  “Medeniyetler Çatışması” tezlerine dayalı Batı dış politikasıyla Pamuk arasındaki paralellikleri ortaya koyuyor. Bütün bunların Nobel almak için Pamuk’a kıvam oluşturduğunu ve daha önemlisi bu toprakların aydınlanmacı birikimini reddeden, feodalizmi ve islamcılığı öven kitaplar yazdırdığını söylüyor. Kongar buraya kadar haklı.

Kongar şöyle devam ediyor: “Pamuk aslında, romanlarını çok iyi tanıtan ve pazarlayan bir yazar. Kitapları daha çıkmadan önce, müthiş bir tanıtım kampanyası başlatılıyor ve çıktıktan sonra da bütün medya onunla yapılan söyleşiler ve yorumlarla doluyor. Bu saptamayı eleştirmek için değil övmek için yapıyorum. Keşke her yazar kendi kampanyaları için böyle kampanyalar yapabilse, keşke her roman böyle ilgi uyandırabilse ve keşke Türkiye’de okur sayısı çoğalsa.”

“İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış toplum özlemi” gibi bir dil kullanan Emre Kongar naif ya da çok bilinçli ve politiker olarak devam ederken yer yer sinirleri bozuluyor ve söyledikleri birbirine karışıyor. Orhan Pamuk’un yaygınlık kazanmasını bir pazarlama tekniğine indirgeyerek aşağılayacakken birden "Pazar" ve "Kampanyaların" sistemin özü olduğunu hatırlayarak kutsuyor. Kongar’ın politik açmazı, “naif dileğini” dile getirmeden önceki paragraflarda eleştirdiği gibi Pamuk’un, kalemini, ödüller, kariyer ve güç uğruna emperyalist paradigmalara sattığı için her gazeteye çıkabildiğini, büyük paralar gerektiren büyük kampanyalar düzenleyebildiğini görmemesinde veya görmezden gelmesinde yatıyor. Pamuk sermayenin safında bir tür morfin üreticisi gibi çalışıyor. Fakat Kongar morfine karşı olsa da her şeyin satılabilme kutsallığına son derece duyarlı olduğundan işler ve laflar karışıyor. Bu kadar temel bir noktada ayrışamamışlarken biri diğerini nasıl olur da eleştirebilir?

I. Cumhuriyetin ve hakim sınıfın ideolog-temsilcilerinden Emre Kongar ile aynı hakim sınıfın sanki asi çocuğuymuş gibi davranan Orhan Pamuk arasındaki bu tartışmayla somutlanan karşıtlık, I. ve II. Cumhuriyet arasındaki çatışma olarak alınabilir. Pamuk bu sınıfın her türlü ayrıcalığından yararlanmasına karşın bir "başkaldıran", "konformizm karşıtı" gibi davranırken, Kongar’da deneyimli bir büyüğü olarak onu azarlamaktadır.

Gerçek ve resmi hakim sınıf istikrarlılık ve popüler olan arasında, süreklilik ve pragmatik bilgi arasında kafa yorarken bunun içindeki asi çocuklar sivil toplum, mahremiyet, metafizik, İslamcılık gibi bazı konularla ilgilenerek ömrü uzatacak küçük kopuşlardan çekinmiyorlar. Bu yüzden sistemi tehdit etmekten çok sistem içinde şımarıkça ihlal edebilir bir özgürlükle gri alanlarda dolanabiliyor, projeksiyon üretebiliyorlar. Yaşlı öncüllerinden daha yaratıcı bir konuma sıçradıklarını düşünebiliyorlar.

Yaşlı bir burjuva ile genç kuşağın yeniyetme ilişkisine benziyor durum. Kongar’ın doğru tespitlerle başlayan eleştirisi niteliğini kaybetmeye mahkûm görünüyor. Çünkü piyasacılığa, kapitalizme karşı çıkamamış hatta bizzat kendi eliyle kurmuş, solunu yok etmek için “Lacivertleri” üretmiş I. Cumhuriyet, tüm bunları yaparken II. Cumhuriyeti eleştirme ehliyetini kaybetmiştir.

Modernizmi eleştirmek, aydınlanmayla sürekli alay etmek, demokrasi adına gericiliğin içinde haklılık aramak, donmuş geleneklerde yerleşik ilişkilerde ve son toplamda bokun içinde boncuklar bulmak, nostaljik göz yaşları döktürecek görsel ayrıntılarla baş döndürücü naftalin kokuları yaymak da bir çeşit haz olabilir; ancak bunu edebiyatın arındıran, farkındalık yaratan, duru bir bilince götüren hazzından ayırmak gerekir. Hatta haz bir yana bu tür bir edebiyatın “görevci” işlevler taşıdığını, görevlendirmeyle yapıldığını teslim etmek yerinde olur. 

II. Cumhuriyeti eleştirmek, onunla mücadele etmek, onun yaslandığı ideolojiyi yıkmak,  Cumhuriyetin değerlerini koruyan, uzun bir süredir laiklik bayrağının ülkedeki tek taşıyıcısı olan Türkiye solundadır, III. Cumhuriyetçilerdedir.

Çelişkilerin ötesine giden yol, çelişkilerin dışından değil içinden geçiyor. Dinselleşme I. Cumhuriyetçilerin komünizmle mücadele yöntemiydi,  II. Cumhuriyetçiler onu besleyip büyüttüler. I. ve II. Cumhuriyetçiler hakim sınıfın iç çelişkilerinde çözülürken Dinci Gericiliğin üzerine gitme görevi Türkiye solunun, III. Cumhuriyetçilerin asli görevine dönüşüyor.