Bilmenin felsefesi ya da 'laikçi teyze' nasıl haklı çıktı?

Emre Canpolat

Blog: Serbest Kürsü

TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “Yeni anayasada laiklik olmamalıdır” çıkışına karşı, bir süredir güçlenen ve umut verici olduğunu düşündüğüm bir reaksiyon gelişti. Aşağı yukarı tüm solun ve cumhuriyetçi kesimlerin, belki de Haziran sürecinden beri ilk defa bir araya gelmesiyle heyecan arttı. Azımsanmayacak nicelikte bir kesim sokakta ve sosyal medyada tepki gösterdi, örgütlendi ve kendiliğinden de olsa bir durum değerlendirmesi yaptı. Tüm bunlar olurken göze çarpan başka bir şey daha vardı. Uzun yıllar boyunca, cumhuriyet ve laiklik gibi konulardaki hassasiyetleriyle gündeme gelmiş ve yaşını da biraz almış, liberal, kendi iddialarıyla sol-liberal ve AKP’li karşıtları tarafından “laikçi teyze” şeklinde aşağılanan kadınların, aslında, en başından beri haklı olduğu söylenmeye başlandı. Pek çok insan bunu onayladı, çünkü geldiğimiz yer ciddiydi, hâlihazırda fiili olarak yaşadığımız şey laikliğin ilgasıydı. Ama belki de devlet içinde ilk defa, sembolik önemi de olan böyle bir mevkiden dillendiriliyordu bu program. “Laikçi teyze” bunların hepsini çok daha önce görmüştü ve saygıyı hak ediyordu.

Türkiye’nin son 15 yılını yaşayarak deneyimlemiş hemen herkesin aklında “laikçi teyze” dendiğinde bir imge oluşur. “Laikçi teyze” cumhuriyet karşıtları tarafından cinsiyetçi aşağılamalara maruz kalan bir nefret objesidir. Yaşına rağmen saçının başının açık olmasından, makyaj yapıp kendisine bakmasından, kadın olmasının getirdiği ağırlığı taşımayıp, üstüne bir de elinde Atatürk resmiyle sokaklara dökülmesinden ve dırdırcı olmasından dem vurulur. Laf anlamaz, geçmişe saplanmış, aksi bir kadındır. Demokrasiden rahatsızdır. Çoğunlukla emekli maaşıyla geçinmesine rağmen elit olduğu varsayılır. Muhtemelen köyde doğmuştur ya da bir kuşak öncesine kadar köylü olan bir ailenin ferdidir ama yine de Türkiye’ye “sırça köşk”ünden baktığı düşünülür. Ayrıcalıklı konumunu kaybettiği için dırdırcı ve aksidir biraz da. Sosyal medya bu kadın ve cumhuriyet düşmanı imgeyi çeşitlendirmemize olanak tanıyan örneklerle doludur.

Ama gelin görün ki, bu “aksi kadın” haklı çıktı. Daha da demokratikleşmedik. Demokrasi diye bize sunulan şey zorunlu İmam Hatipleştirmeler oldu. Üzerinden silindir geçmiş eğitim sistemimiz kalan son nefesini de verdi. Türban ilkokula kadar indi, tüm Anadolu kaçak ya da yasal Kuran kurslarıyla, sivil toplum örgütü görünümü altında faaliyetlerini sürdüren tarikatlar ve Ensar’larla doldu. Demokrasi ve özgürlüklerin genişlemesini bekleyenler tarikat yuvalarından ortalığa saçılan pisliklerle ve itinayla, utanmazca üstü örtülen pisliklerle karşılaştı. 

Şimdi de laikliğin anayasadan kaldırılması gerek diyorlar. Ama özgürlük ve demokrasi söyleminde şampiyonluğu kimseye bırakmayan anlı şanlı liberaller, bazı akademisyenler, solcu olduğunu söyleyen “yetmez ama evet”çiler tüm bunların müsebbibi olan iktidarı alkışladılar, anayasaları için yollara döküldüler ve “laikçi teyze”ye en pespaye şekillerde ateş püskürdüler. Onun Silivri önlerinde gazlanmasını ve coplanmasını iştahla seyrettiler.

Peki anlı şanlı akademisyenlerin, o çok bilen, okumuş liberallerin ya da Batının saygın üniversitelerinde yer edinmiş bu aydınların göremediği ama “laikçi teyze”nin görebildiği şey neydi? Nasıl oldu da, içlerinde felsefe, politika ve bilimi hatmetmiş görünen insanların da olduğu bu grup yanıldı da, o “dırdırcı” kadın haklı çıktı?

BİLMENİN FELSEFESİ
Bu yazıda bilgi felsefesinin derinlerine dalmak ne gerekli ne de mümkün. Doğru bilgiye ulaşmanın zekâyla, birikimle ya da kapasiteyle bir ilgisi bulunmuyor. Zekâ, birikim/deneyim ya da insani kapasitelerin şüphesiz bir belirleyiciliği var, ancak söz konusu olan şey, o bilgiyle ne yapacağımız, yönümüzü nasıl tayin edeceğimiz ve hangi tutumu alacağımız ise burada ihtiyaç duyduğumuz şey başka bir şeydir.

Marksist bilgi teorisi, doğru bilgiye ulaşmanın ve mevcut durumu ve değişimini (çelişkili hareketini) kavramanın yolunun bilgi nesnesini ele alırken belirlediğimiz konumlanma noktasından (vantage point) geçtiğini vurgular. Bu hem belirli düzeyde bir soyutlamayı ifade eder (çelişkiler alanı karmaşıktır ve farklı türdeki çelişkiler iç içe geçmiştir, dolayısyla bu karmaşık çelişkiler alanını ele alırken bazı çelişkileri/unsurları diğerlerinden soyutlayarak ele alırız) hem de belirli bir çelişkiyle diğerleri arasındaki ilişkiyi, kendi bütünlüğü içinde kavramamıza olanak tanıyan yere işaret eder. Yani, mevcut durumu ya da sorunlu görünen şeyi/olguyu yaratan çelişkileri ve ilişki içinde olduğu her şeyi kavrayacak en doğru yerden bakmaktır esas olan.

Karl Marx, çok kısa bir şekilde özetlemeye çalıştığım ve neredeyse tümüyle Hegel’in idealist bir biçimde formüle ettiği bu yönteme, yani diyalektik yönteme materyalist niteliğini veren kişidir. Böylece Hegel felsefesinin idealist bakışından kaynaklı sorunları bertaraf etmiş oluyor ve dünyayı değerlendirirken fikirlerden değil, maddi gerçeklikten hareket etmemiz gerektiğini vurguluyordu.

Böyle bir bilgi felsefesi açısından, söz konusu olan kapitalizmin çözümlenmesi ise kapitalizmin tüm çelişkilerine vakıf olacak konumlanma noktası işçi sınıfının dünyaya baktığı yer olur. Çünkü işçi, insanı yaratan emeğinin sömürülmesiyle kapitalist toplumdaki konumunu edinir. Kendi varlığı da kapitalist toplumun varlığı da onun emek etkinliğine bağlıdır ve tam da bu bağa ve bakış açısına sahip olduğu için, “cahil işçi” anlı şanlı burjuva bilim insanlarının göremediği şeyi görme olanağına sahiptir. 

Peki ya derdimiz kapitalizmin çözümlenmesi değilse? Marksizmin bilgi felsefesi ve diyalektik yöntem, bilinenin aksine ekonominin belirleyiciliğine dayanmaz. Diyalektik yöntem kapitalizmi çözümlerken üretim ilişkilerinden işe başlar. Bu her zaman ve her şeyi kapitalist üretim ilişkilerine dayandırarak açıklayacağı anlamına gelmez. Ancak kapitalist toplumdaki herhangi bir çelişkiyi ele alırken üretim ilişkileriyle olan bağını hep göz önünde bulundurur. Çünkü diyalektik düşünme biçimi bütünün bilgisine sahip olmayı gözetir. Tüm çelişkiler ancak o bütünün kendisi kavrandığı zaman kısmi hakikatler ya da çarpık gerçekler olmaktan kurtulur. O bütün, insanın yarattığı “ikinci doğa” olan çağdaş toplum ve doğanın kendisidir. Marx’ın felsefesindeki bütünün bilgisi ve diyalektik düşünmek arasındaki bağa derinlemesine bakmak için György Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci isimli eseri doyurucu bir kaynaktır.

Çelişkinin bir olmadığını, yaşadığımız toplumun, tıpkı diğer toplumlar ve tarihteki diğer toplumlar gibi adeta bir çelişkiler yumağı olduğunu kabul ederek işe başlamamız gerekiyor. Bu çelişkilerdeki konumumuza ve çelişkilerin seyrine bağlı olarak bildiğimiz şeyi biliriz. Emek sermaye çelişkisi açısından doğruya en yakın bilgi işçi sınıfının gözlerinden görülendir. Fakat o soruyu bir daha sorayım: Peki ya anlamaya çalıştığımız şey doğrudan ama doğrudan emek sermaye çelişkisinin içinden kavranamıyorsa ne yapacağız?

Marx’ın bilgi teorisi, doğayı ve “ikinci doğayı” yani toplumu esas alır.  Dolayısıyla, feodal fikirlerin toplumdan tasfiyesinde, aydınlanma konusunda ve din ve bilim arasındaki çelişkide de bize söyleyecek çok şey sunar.

AKP'NİN FELSEFESİ
Türkiye’nin laiklikten vazgeçtiği tarihi net bir şekilde tespit etmek gerekirse, o tarih 12 Eylül 1980’dir. Emperyalizmin, burjuvazinin ve kolluk gücünün neden böyle bir işe kalkıştığı ve bunun sınıfsal kaynakları gibi konuları burada ele almak çok anlamlı değil. Ancak şunu bilmek gerekir ki, AKP’yi AKP yapan esas ekonomik ve ideolojik iklimin kurucu kökü o melun askeri darbeye dayanır. Türkiye o tarihten itibaren kurucu ideallerinden, aydınlanmacı ve kamucu eğilimlerinden hızla uzaklaştırıldı. Yeni bir rota çizildi, yeni bir ekonomi ve yeni bir toplum yaratıldı. Toplumsal yaşamın düzenlenişinde dinlerden özgürleşmeyi savunan temel ilke terk edildi. Yüzyılların tortusunu ve her türlü gerici inanç değerini taşıyan bir ideoloji bizzat devlet kurumları tarafından ve himayesinde empoze edildi.

“Laikçi teyze” ve AKP arasındaki uzlaşmaz çelişki işte tam da burada devreye giriyor. Onun dini ideolojiyle yaşadığı çelişkinin maddi temellerini burada ele almak anlamlı değil.  “Laikçi teyze” olarak aşağılanan kadın, kendi varlığını cumhuriyet ideali başarılı olduğu ölçüde bulmuş kadındır. Aydınlanmacı bir cumhuriyet olmasaydı, Köy Enstitüleri’nde okuma olanağı olmayacak, öğretmen olamayacak, kara trenle Anadolu’nun ücra köşelerinde, yüzüne baktığında kendi çocukluğunu gördüğü kız çocuklarına okuma yazma öğretemeyecekti. Her devir kendi insanını yaratır. Cumhuriyet kendi kadınını yarattı ve o kadının havsalasına cihatçıların kadınları köle pazarında satabildiği bir Türkiye sığmaz.

Bu gerici iklimin kazandığı güç, Konya’nın Taşkent ilçesinde kaçak bir Kuran kursu gaz kaçağı nedeniyle havaya uçtuğunda gözler önüne serildi bir gün. 18 kız çocuğu patlama etkisiyle yerle bir olan binanın altında kalarak feci şekilde can verdi. 29 kişi yaralandı. Ama çocukları ölen anne ve babalar arasından tek bir şikayetçi bile çıkmadı. “Takdir-i ilahi. Ölüme inanıyoruz, şikayetçi olmayacağız” dediler.

Çok bilen ve çok okuyan, isim yapan, anlı şanlı profesörlerin sahip olmadığı bir şeye sahipti “laikçi teyze”. İşin doğası gereği, yaşayan her şey gibi, kendisini yaratan ve varlığına yön veren, siyaset arenasında yerini tayin eden bir konumlanma noktasına sahipti o da. Tam da bu nedenle, yaşadığımız bu tarihsel anda üzerine gelen şeyin geçmişin enkazı olduğundan bir an bile şüphe etmedi. Karşısında duran enkaz tüm gücüyle kendi varlık nedenine de karşıdır aynı zamanda. Birey oluşunu vatandaşlık devrimine borçlu çünkü. O vatandaştır, bir ilahın kulu değil ki “takdir-i ilahi”ye razı olsun.

Çelişkideki konumumuz ve çelişkinin seyrine göre bildiğimiz şeyi biliriz ve onu ifade ederiz en nihayetinde. Bu karşı taraf için de böyledir. Zaten “laikçi teyze” yaftasıyla kendini ifade eden bu kin, dil bilgisi açısından cehaleti gözler önüne sererken tüm gerici ve kadın düşmanı niteliğini de gözler önüne sermiş olmuyor mu?

Laikliğin bu yazının kapsamını fazlasıyla aşan boyutları olduğu şüphesiz. Tarih sahnesine bir burjuva ideolojisi olarak çıkması ve burjuvazinin elinde daha sonra büründüğü yeni biçim bir kenarda kalsın. Günümüzde ezilenlerin mücadelesinde acil bir ihtiyaç olarak belirginleşen ve “emekçi aydınlanması” olarak da ifade edilen yeni karakteriyle laiklik gittikçe daha da önemli bir mücadele alanı olarak kendini gösteriyor. Yanı başımız bir cihatçı cennetine (cehennemi?) dönmüşken teyzeler, amcalar, kadınlar, erkekler, gençler ve yaşlılar olarak mücadelenin seyrinde yerimizi tayin ediyor ve hareketin bir parçası oluyoruz.

@emrecanpolat