Yeni Orta Çağ'da Lenin'i hatırlatmak

Ekin Koç

Blog: Serbest Kürsü

"Devrimci, dağlar kadar büyük kayalar üzerindeki kılcal damarlar kadar ince yarıklarda bir narin dağ çiçeğinin, yaşam ile ölüm arasında mikroskobik titreyişlerinden büyük mesajlar alabilendir. Devimci politikacı,bu mesajları güce yüklenmede ve güç biriktirmede kullanabilendir. Devrimci politikacı, kendisiyle karşı merkezler arasında eylemli-bilgi oyunları kuran ve oynayandır. Her eylem, bir bilgi akışı ya da radyasyonudur.Mutlak cevabı vardır. dağ çiçekleri bile habercidir. Titreşerek haber verirler. bu, bir haberdir"(1)

Avrupa'da burjuvazinin siyasal iktidara göz diktiği dönemde aydınlanma akımı tarihe damgasını vurmuştu. Peki nedir bu aydınlanma? Kant'ın cümleleriyle cevap vereyim: "Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! “Aklını kullanma cesaretini göster!” Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır."(2) Evet, aydınlanma düşünürleri, insan aklına, insanın kendine güveninde birleşiyordu. Marksizm aydınlanmayı içerip aştı. Bir başka deyişle, insanı ve aklını tarihsel, toplumsal bağlamda ele aldı. Ama liberal ideologların ima ettiği gibi hiçbir zaman aklı ve aydınlanmayı reddetmedi. Kapitalist üretim ilişkilerinin anarşik yapısını ve rasyonel olmadığını öne süren Marksizm nasıl reddedebilirdi ki zaten?

1945-1990 arasında Sovyetler Birliği'ne set çekmek için refah devleti politikalarını uygulayan emperyalizm bu dönemde de akla önem veriyormuş gibi yapıyordu. Henüz topyekun bir savaş açmamıştı. 1970'lerden itibaren bu savaşın yoğunluğunu artırdı. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra da akla ve insana karşı topyekun bir harbe girdi. Bu dönemde "Yeni Orta Çağ" kavramı çokça tartışıldı. Alpaslan Işıklı ve Yalçın Küçük çok kullansa da, bu kavram esasen Alain Minc`in kitabıyla literatüre girdi. Minc, kitabı temelde Fransız burjuvazisine "öğüt" olarak yazmıştı. Yeni kurulan dünyada nasıl rol almaları gerektiğini savlamıştı.  Lakin, "Yeni Orta Çağ" ile ilgili tespitleri oldukça önemlidir. Örneğin Minc şöyle diyor:"Yeni Ortaçağ: Aklın, kurucu ilke olarak, uzun zamandan beri kaybolduğu sanılan ilkel ideolojilerin ve boşinançların yararına silinip yokoloşu."(3) Aklın ağırlığını koymadığı yerde, bir gün gericilerle ittifak yapılıp ertesin gün de Madımak katliamı anılır. Yeni Orta Çağ`da her şey mübahtır çünkü. Hesap sorma kültürü de o dünyanın ruhuna aykırıdır. Feodalizmde biat hakimdir. Hesap sorma ise yurttaşlık bilincine içkindir. Yurttaşın olmadığı yerde karanlık daha da kolay hüküm sürer.  Bugün ise aklın yönü sosyalizmi gösteriyor. O hâlde, yurttaşlık bilinci sadece sosyalizme ait olabilir.

Seçimlerde aldığı tutum yüzünden TKP`ye çok yüklenildi. Ancak, bu tutumunun ne TKP`nin "gıcıklığı" ile ne de "memnuniyetsizliği" ile ilgisi var. Evet, düzenden memnuniyetsiz olduğumuz doğrudur. Ama ortaya koyulan tutumun aslında ilkelerle alakası var. Bir komünist parti dünyanın her yerinde işçi sınıfının iktidarını hedeflemekle, devrimi aramakla yükümlüdür. Aldığı bütün kararlar da buna uygun olur. Sosyalizm mücadelesi, güncel taleplerin nihai talebe bağlama mücadelesidir. Ekim Devrimi arifesinde "Barış, Ekmek, Özgürlük" sloganı güncel talepleri ifade ediyordu. Ama Lenin bu taleplerin düzen içerisinde gerçekleşmeyeceğini, iktidarın alınması gerektiğini anlatıyordu. 

Lenin, İki Taktik kitabında da, proletarya ve köylülüğün devrimci diktatörlüğünü hedeflerken, işçi sınıfını iktidarını en başa yazıyordu. Her konuda bu böyledir. Örneğin; barış meselesinde şunları söylüyordu:"'Kahrolsun savaş' sloganı, elbette doğrudur; ancak bugünün özel görevlerini, büyük yığına başka türlü yanaşma zorunluluğunu hesaba katmıyor. Bu slogan bana kalırsa, 'eski güzel günler'in beceriksiz ajitatörlerinin kendilerine bir temiz sopa attırdıkları kırlarda saf saf ileri sürdükleri 'Kahrolsun çar' sloganına benziyor. Devrimci sonuna-değincilik yandaşları, bireyler olarak değil, ama sınıf açısından göz önünde tutulurlarsa iyi niyetli kişilerdir; çünkü ne ilhaklardan, ne de öbür halkların ezilmesinden gerçekten kazanacak hiçbir şeyleri olmayan sınıfların (işçiler ve köylüler) üyeleridirler. Burjuva 'aydın' baylar için ise durum bambaşkadır; sermaye egemenliğinden vazgeçmenin olanaksız olduğunu onlar çok iyi biliyor ve güzel sözler, ölçüsüz vaatler, sayısız güvenceliklerle, yığınları utanmadan aldatıyorlar.

Sonuna-değincilik yandaşları, yığın olarak bu işi kötü niyet olmaksızın, sağduyuya dayanarak değerlendiriyor ve 'Ben ilhak istemiyorum, Alman bana saldırıyor; öyleyse ben hiç de emperyalist çıkarları değil, haklı bir davayı savunuyorum' diyorlar. Bu insanlara, onların kişisel isteklerinin değil, bir siyasetin, yığınlara ve belirli sınıflara ilişkin ilişki ve koşulların sözkonusu olduğunu; bir yanda savaş, öte yanda da sermaye çıkarları ve uluslararası banka şebekesi arasında bir bağın varolduğunu, vb. yineleye yineleye açıklamak gerekiyor. Sonuna-değincilik ile savaşmanın yalnızca bu biçimi ciddidir ve başarı belki çok çabuk olmayacak ama kesin sürekli bir başarı vaat etmektedir."(4) Bu konuda da yine işçi sınıfının çıkarlarını merkeze koyuyor.  

Türkiye solu yıllarca, kavramın ortaya çıktığı tarihsellikten kopararak; ulusların kendi kaderini tayin hakkını tartışıp durdu. Konumuz bu değil. Ancak, UKKTH`nin 1919`da Bolşevik parti programından çıkarıldığını hatırlatmak gerekiyor.(5) Davis, haklı olarak şöyle diyor: "Ulusçuluğa ait bir sloganın özünde sınıf savaşımı olan bir amaç için kullanılması devrimci taktik olarak meşru olabilir; mantıksal bir öneri olaraksa anlamsızdır. Kendi kaderini belirleme tartışmasına hiçbir katkısı olmamıştır.(6) Bu başlıkların her biri kapsamlı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Ama niyetim burada bunu yapmak değil. Lenin`in devrimi arayan bir komünist olarak işçi sınıfı çıkarlarını ve iktidarını  siyasetin merkezine oturtmasının önemini anlatabilmek. En önemlisi; bolşeviklerin kendi güçlerine güvenip bu gücü örgütlemeleri oluyor.

Lenin, büyük bir devrimci siyaset dehasıydı. Yine;  Davis`in sözleriyle devam edeyim:"Yöntem açısından Lenin`i çağdaşlarının çoğundan daha üstün kılan 'siyaseti yönetim makamına oturtma' yeteneğidir. Yani her sorunda, her çelişkide işin siyasal yönünü inatla sarsılmadan, sürekli ve dirençli biçimde yakalama ve ortaya koyma eğilimidir."(7) Kanımca; Lenin hakkında yapılan en doğru tespitlerden biri. Tabii ki burada siyaset yapmak için siyaset yapmak anlamı bulunmaz. Siyaset, devrimcidir burada. İşçi sınıfının iktidarını hedeflemek, düzeni değiştirmek için yapılır. Keza, China Mieville de benzer cümleleri kurar:"Yaşamı boyunca muhalifleri ve arkadaşları onu, gurur kırma konusundaki zalimliği, katılığı ve acımasızlığı için suçlayacaklardı. Herkes onun, olağanüstü bir irade gücü olduğunda anlaşıyordu. Siyaset için yaşayıp ölenlerin bile belli bir dereceye kadar sıra dışı gördükleri şekilde siyaset, Lenin'in kanı ve iliğinden başka bir şey değildi. Onu özel olarak ayrıcalıklı kılan şey, dağılma ve çekilmenin politik anını kavrama duyusuydu."(8) Evet, Lenin siyaseti en başa oturtmuştu. Ama her şeyden önce devrimciydi. Devrimin heyecanını ve yakıcılığını duyuyordu. Devrimci siyaseti merkeze oturtmuştu. Lenin`in bu gücü düzenle olan ideolojik bağlarını koparmasından geliyordu. 

"Sosyalist devrimcilerle Menşeviklerimiz sosyalizm sorununu ezbere ve yanlış öğrendikleri bir öğreti açısından düşünüyorlar. Sosyalizmi uzak, bilinmeyen, karanlık bir gelecek gibi sunuyorlar.Oysa bugün, sosyalizm tüm çağdaş kapitalizm yollarının ucundadır; sosyalizm, modern kapitalizm üzerine ileriye doğru atılan bir adım olan her hazırlıkta doğrudan ortaya çıkıyor."(9) diyen birisi için başka türlüsü mümkün olabilir miydi zaten? Bugün de hâlâ geçerlidir bu cümleler. Çünkü, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu dünyada sosyalizm günceldir. Öyleyse, "Bu ülkeye sosyalizm gerekiyor. Bu düzen hemen yıkılmalı" diyemeyen bir siyasetin devrimci kalabilme ya da olabilme şansı kalmamıştır.

Bütün bunları TKP`nin seçimlerde de aldığı tutumun hangi referanslar üzerinden şekillendiğini ifade edebilmek için anlattım. Bazen tekrarlar ilerletici ve faydalı olabiliyor. Referanslarımız işçi sınıfının iktidarını hedeflemek, bunun içinse düzen içi çözümlerden medet ummamak, işçi sınıfının siyasetini örgütlendirmek ve güçlendirmek.  Açıktır ki, bütün bunlar düzen içi siyaset yürüten öznelerin peşine takılarak ya da siyasetlerine ortak olarak yapılabilecek işler değil. 

Yazının bu bölümünde, Avrupa`daki  kitlesel, işçi sınıfı içinde örgütlü, anlı şanlı komünist partilerin ideolojik dönüşümlerinden bir örnek vermek istiyorum. 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa`daki komünist partiler ciddi bir ideolojik dönüşüm geçirdi ve devrimciliklerini kaybetti. Sosyal demokrat çizgiye geldiler. Bugün ise siyasette esameleri bile okunmuyor. Burada halk cephesi politikalarının kalıntılarının suçu vardı. Ama, "Hırsızın hiç mi suçu yoktu?" demek zorundayım. 

Portekiz`de 1974`te Karanfil Devrimi ile beraber faşizm yıkıldı. Aynı tarihte Yunanistan`da Albaylar Cuntası devrildi. 1975`te ise Franco`nun faşizmi çözüldü. Peki, bütün bunların yakın tarihlerde olması tesadüf müydü? Tabii ki hayır, ulusal ve uluslararası sermayenin artık miadını doldurmuş rejimleri tasfiye etmesiydi.1973 Petrol Krizi`nin söz konusu ülkelerin halklarında yarattığı bunalım da bir etkendi. Devrimci süreçlerin açılmasını istemiyordu burjuvazi doğal olarak. Elbette ki, her ülkedeki öznel koşullar ve sınıf mücadeleleri çok farklı etkilerde bulunmuştu. Ama temel olarak durum böyleydi.  Ben İspanya Komünist Partisi`nin Franco faşizminin tasfiye edildiği dönemdeki tutumlarına değinmek istiyorum. 1974 yılında İKP, liberallerle işbirliği yapmış, "Demokratik Kurul" diye bir yapı kurararak monarşi yanlısı Don Juan`ı desteklemişti.(10) Bu yıl aynı zamanda çok sayıda grevin yapıldığı bir yıldı. Franco`dan hesap sorulmadı. Burjuvazi, Franco sonrası için pürüzsüz geçiş peşindeydi. Taç giyen Juan Carlos, ülkeyi yönetmeye başlamıştı. Geçiş sürecini planlayan ekip içinde Franco yanlıları da vardı.(11) Franco döneminde hazırlanmış yasalar düzenlenerek yeniden yürürlüğe girmişti.(12) Franco faşizmi ile gerçek bir hesaplaşma gerçekleşmedi. 

Söz konusu dönemde İKP`yi düzen içine çekme operasyonu da devam ediyordu. İKP de nihayetinde bu duruma teşneydi.  Temelinde sınıf ittifakına dayanan, proletarya diktatörlüğünü reddeden Avro komünizmi benimsemişti çünkü. İspanya burjuvazisi tarafından yaratılan "demokrasi şöleni" kampanyasına ortak olmaya çalışıyorlardı. "Bizim olmadığımız yerde demokrasi olmaz." diyorlar ve MK üyeleri sokakta parti formu dağıtıyordu.(13) 1977`de yapılan seçimlerde İKP %9.3 oy almıştı. Bu, partinin gerçek örgütlülüğünü hiç yansıtmıyordu. Ancak, bir kere düzen siyasetinin peşine takılan bir parti için bu sonucun gelmesi hiç de şaşırtıcı olamazdı.

Seçimlere  "Demokratik Merkez Birliği" diye merkez sağcı olarak adlandırabileceğimiz bir parti de katılmıştı. Birçok partiyi bünyesinde toplamıştı. Oyların çoğunu almıştı. Ancak, Kurtalan`ın deyişiyle, Francocu geçmişe daha sadık kalan "Halk İttifakı" adlı parti de %8.4 almıştı. Okura çok tanıdık gelecek bir argüman sunulmuştu: İKP`ye göre faşizm yükseliyordu. Faşizme karşı yine sağcı Suarez desteklenmeliydi.(14) Bu noktada sözü   Kurtalan`a vermekte fayda var:"PCE, evinde oturan küçük burjuvaya kendini beğendirme derdine düşecek yerde, hareketlenmiş yığınların çoğunluğunuz kazanmak üzere işçi alaylarını sokağa dökseydi bugün İspanya bambaşka olabilirdi. En azından, burjuva demokrasisinde erimemek için elden gelen her şeyin yapıldığını söylemeye hakkımız olurdu."(15) Bu bağlamda, burjuvazi bir taşla iki kuş vurmuştu aslında. Yumuşak bir geçişle hem kendi ürünü olan Franco faşizminden hesap sormamıştı hem de düzen içine çekilmeye teşne olan İKP`yi tasfiye ederek tehlikesiz ve etkisiz bir KP yaratmıştı. Kendi gücüne güvenmeyen komünist partilerin makus talihidir bu sonuç.

İşçi sınıfı siyasetine güvenmek ve onu güçlendirmekten bahsetmişken bir alıntı yapmak istiyorum. Biraz uzun bir alıntı. Ancak, okuyucuyu sıkma pahasına da olsa gerekiyor.  Çok başka tarihsel bir dönemde yazılsa da bugün de hala geçerli bu cümleler: "Bugün Türkiye`de solculuğun işçi sınıfında duyduğunu söylediği ilgi, feodal bir ’aşk’a benziyor. Tarihin en modern sınıfına eski dönemin duygularıyla yaklaşıyor.

Feodal aşk nedir?
Feodal aşk, karşılığını beklemeksizin sevmektir. Bir şövalyenin bir kadını zorla fethetmeye kalkışması olacak şey midir? Onun insansı hataları bile yoktur; kötülüklerden arınmış bir melektir o. Onun saflığı ve iyi yüreğinin kötülükleri bilemeyen cahilliği karşısında acı çekilir
Feodalizmde aşk sosyal bir görevdir. Çocukluğumuzda, o dönemleri anlatan film ya da romanlarda gördüğümüz soylular arasındaki aşklar nedense herkese sıkıcı gelir. Birbirine uzak konumlar, hatta giysiler, hep ne anlama geldiği belli olmayan bir 'iyi'lik ve acı çekmeler, cinselliğin bile o aşkı kirleteceğini düşünen bir puritanizm  çevresinde döner durur.
İşte feodal aşk budur. Acı çekilmelidir; acı çektirmeyen aşk yoktur. Zaten acıyı ancak erdemli insanlar duyabilir. Soylular, köylülerin çektiklerini acı olarak görmezler. Gerçek acı 'elem'dir, kalbin ıstırap içinde kıvranmasıdır.

Sol yayınlara devletin bu kadar ceza vermesi bu aşkın sanki tek ölçütü ve anlamı haline gelir. Manşetler acılı aşkın mektuplarının satırları sanki: 'Yazı işleri müdürümüz hapiste', 'yine toplatıldık', 'işte cop izleri', 'ajanlık teklifi', 'basıldık' gibi hep acılarla ve çilelerle içiçe olan yayınlar. Düşünülüyor ki, bunlardan işçi sınıfı etkilenecek, gözyaşları içinde onlara koşacak.
Oysa devlet budur. Bunun için vardır. İdeolojik bir araçtır. Bu tür yayın anlayışlarının devleti teşhir işlevi olamaz. Çünkü devlet artık son derece çıplak bir durumda ortadadır. Bu tür yayınlar hiç düşünmedikleri başka bir etkinin, müthiş bir korku, atalet ve sol potansiyellerin daralmasına aracı oluyor.

Marx işçi sınıfını tarihin en modern sınıfı olarak tanımlıyordu. Çok modern bir sınıf olduğu için erdem falan istemiyor işçi sınıfı, güç istiyor."(16)

Bugün, Türkiye burjuvazisi ve emperyalist tekeller, AKP Türkiyesi`ni, ondan hesap sormadan, devam ettirmek istiyor. Ancak, bu geçiş sırasında bir sarsıntı istemiyorlar ve milyonları bu zihniyete ikna etmeye çalışıyorlar. TKP`nin aldığı tavır da, tam da yukarıda anlatılanlar bağlamında önem kazanıyor; Burjuvazinin programına, siyasetine ortak olmamak...  "Başka bir ülke sosyalizmle mümkün." diyebilmek ve bu iradeyi örgütlemektir bir komünist partinin esas işi. İşçi sınıfı siyasetini, yani kendi siyasetini ve  partisini, güçlendirmeyen, bunu hedeflemeyen bir KP`nin ne kadar etkisi ya da ikna gücü olabilir ki? Komünist partilerin görevi bu değil midir? Başka türlü nasıl devrimci duruma hazırlanılabilir? Leninci siyaset de bu değil midir zaten...


1- Yalçın Küçük, Şebeke 1, İthaki Yayınları,  İstanbul, 2004, s.372

2- Kant, Aydınlanma Nedir?

3- Alain Minc, Yeni Orta Çağ, çev. Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Kitabevi, s.8

4- Vladimir İliç Lenin, Proteryanın Devimimizdeki Görevleri içinde Ekim Devrimi Dosyası, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1999,s.52

5- Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, çev. Kudret Emiroğlu, Belge Yayınları, İstanbul, 1991, s.89

6- A.g.y.

7- A.g.e., s.96

8-China Mieville, Ekim Rus Devrimi`nin Hikayesi,çev. Saim Özen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017,s.26

9-Vladimir İliç Lenin, Sosyalizme İlerlemekten Korkarak Öncü Olunabilir Mi? içinde Yaklaşan Felaket ve Kurtulma Çareleri, çev. Mehmet Korkmaz, Ekim Yayınları, Ankara, 1990,s.58

10- Mehmet Kurtalan, İspanya`da Faşizmin Çözülüşü, İşçinin Sesi Yayınları, s.52

11- A.g.e., s.53

12-A.g.e., s..54

13-A.g.e., s.59

14-A.g.e., s.62

15-A.g.e., s.61

16-Hasip Akgül, Görme Kılavuzu, Duvar Yayınları, İzmir, 2008, s.148-149