'Aydınlarımız' ve teslimiyetleri

Ekin Koç

Blog: Serbest Kürsü

Türkiye burjuvazisi kendi kurduğu Cumhuriyet'i tasfiye etti. Yerine koyduğu siyasal iktidar ise yeni bir rejimi, zamanında "2. Cumhuriyet" adı verilen mefhumu kurup kalıcılaştırmaya çalışıyor. Tabii ki, Türkiye gibi oldukça önemli aydınlanmacı ve laik birikimin olduğu bir ülkede bunu yapmak çok zor. Ancak gelinen noktada, söz konusu işlem için AKP "karşı taraf"ın aydınlarıyla uzlaşma görüntüsü vererek, toplumun kendisine muhalif olan yarısında da kendi meşruiyetini üretme gereği duyuyor. Daha doğrusu burada uzlaşan figür Erdoğan değil, "karşı taraf"ın aydınları olarak sunuluyor.

Anlayacağınız, Erdoğan teslim olmuyor. Erdoğan'a teslim olunuyor. Bu durum teslim olan aydınlar tarafından Erdoğan'ın uzlaşmacılığı gibi görünse de gerçek bu değil. Kaldı ki, zaten uzlaşma, Erdoğan'ın siyaset tarzına aykırı bir nokta. Tam da bu noktada "aydınlarımızın ya da aydın payesi verilen sanatçılarımızın neden Sabah gazetesine röportaj sırasına girdikleri, neden teslim bayrağını çektikleri" sorusunun sorulması gerekiyor. Gerçekten kötü bir insan oldukları için mi ya da içleri boş olduğu için mi uzlaşıyorlar? Birazdan bu meseleye tekrar döneceğim...

80'lerde ve 90'lı yılların başında aydın sorunu üzerine onlarca yazı yazıldı, tartışma yapıldı. Eh, 12 Eylül karanlığından çıkış bölgesinde bu konunun uzun uzadıya tartışılması da oldukça gerekli ve normaldi. "Aydın nedir" sorusuna çeşitli cevaplar verildi. Ancak, kanımca bu soruya en sarih cevabı veren yine Türkiye solunun en üretken aydınlarından Yalçın Küçük oldu. Aydın Üzerine Tezler'de aydını, "aklıyla ve inatla mücadele eden kişi" olarak tanımlıyor. Günümüzde gelinen nokta için bir ek yapılması gerekiyor; bugün kapitalist üretim ilişkilerini sorgulamayan kimsenin aydın olması mümkün gözükmüyor. Çünkü, artık aklın ve inadın yönü sosyalizmi gösteriyor. Aydınlarımızın ya da aydın payesi verilen sanatçılarımızın teslimiyeti de, bu noktayı es geçtikleri için vuku buluyor.

Peki nedir bu uzlaşma? Neden kötüdür?

Uzlaşma aslında ilkel bir kurumdur. Kurum diyorum, çünkü aslında ceza hukuku tarihinden örnek verme yoluyla devam edeceğim. Erken Ortaçağ öncesinde, kan davası hayli yaygındı. "Kısasa kısas" anlayışının hakim olduğu biliniyor. Keza, kan davası hakkı maktulun ailesine de geçebiliyordu. Ceza Hukuku`nun kamusallaşması sürecinde ise kan davalarını önlemek için uzlaşma usulleri ortaya çıkıyor. Yani işlenen suçun karşılığı olarak bir diyet ödeniyor. [1] Böylece, işlenen suçun karşılığı sadece bir bedel yoluyla, yani maddi olarak ölçülerek, gerçeğin ve gerçek cezalandırmanın yerine geçiyor. Bugün Türk Hukuku'nda uzlaştırma usullerinin yeniden getirilmeye çalışılması bir başka konu. Ancak, uzlaşma anlattığım sebepten ötürü epeyce ilkel bir kurumdur. Siyasal mücadelede ise ilkel bir tarzdır. Çünkü çelişkileri görmezden gelir. Ve teslimiyete giden yolun taşlarını döşer.

Kapitalist üretim ilişkileri uzlaşmaz çelişkilerin damga vurduğu bir sistemdir. Uzlaşmaz çelişkileri, uzlaşma yoluyla aşamazsınız, sadece meşruiyet sağlarsınız. Tam da bu yüzden siyasal mücadelede ilkel bir tarza ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan emekçi sınıfların uzlaşmaz mücadelesi. İşçi sınıfı, düşmanı olan patron sınıfı ile nasıl uzlaşabilir ki? Soma'da katledilen işçilerimiz failleriyle nasıl uzlaşabilir? Ya da Haziran Direnişi'nde katledilen kardeşlerimiz nasıl buna razı olur?

İşte bu noktada "aydın" payesi verilen sanatçıların teslim bayrağı çekmesi gündeme geliyor. Teslim olmaları iyilikleri ya da kötülüklerinden ileri gelmiyor. Ortada tam anlamıyla ideolojik bir sorun var.  Kapitalist üretim ilişkilerini sorgulamayan ve sosyalizmi hedef olarak göstermeyen kişilere, bu noktadan sonra aydın denemez. Ve onlar egemen sınıfın siyasal temsilcileriyle uzlaşmaya meyillidir.

Yalçın Küçük, yine Türk aydını için, yanlış hatırlamıyorsam "korkaktır ve aşağılık kompleksine sahiptir" demişti. Birçok teslim örneği ile bu tez kanıtlanmış görünüyor. Ancak korkaklık ve aşağılık kompleksi ise ideolojik yönün eksikliğinin ürünüdür. Uzlaşmaların bir diğer sebebi de işte bu aşağılık kompleksidir. Karşılarında yenilmez bir figür olduğunu sanmalarıdır. Bu sarmal ise gerçek bir ideolojik kavrayışla aşılabilir. Her şeyi kendi sanatı çerçevesinde değerlendirenler, geçmişin siyasal bilançosunu unutanlar, István Szabó'nun  muhteşem Mephisto filmindeki "Ben sadece sanatımla ilgilenirim" diyen ve sonunda kendini Nazi destekçisi olarak bulan tiyatrocu ile aynı talihi paylaşmaya mecburdur. 

Bize uzlaşma değil, sermaye sınıfı ile uzlaşma bilmeyen bir mücadele gerekmektedir. Artık miadını tamamlayan ve unvanlarını yitiren eski aydınlarımızı tarihin bir köşesine atıp yenilerini yetiştirme zamanıdır.


[1] Cemil Ozansü, 12 Levha Yayınları, Erken Modernlikte Ceza Sorumluluğunun Kamusallaşması ve Rasyonelleşmesi, s.130