Calais ‘Jungle’ kampında mültecilerin yaşam mücadelesi

Çiğdem Gelegen

Blog: Serbest Kürsü

Aslında mültecilerle ilgili bir yazı yazmak aklımda yoktu şu an için. Birkaç ay önce okuduğum bir yazıda yazılanlarla bağlantılı bir konu hazırlıyordum. Yazıda Homo Sapiens türünün dünyayı nasıl istila ettiği sorgulanıyor ve bu soruya yanıt olarak genler veriliyordu. Homo sapiens türünün Afrika’yı terkederek dünyayı istila etmesinin altında, kendisinden olmayanları ‘diğerleri’ olarak nitelendirme, buna karşın kendisinden olanlarla muazzam bir işbirliğine girme özelliğinin yattığını ve bu özelliğin genetik kod tarafından belirlendiği söyleniyordu. 

Bu kadar karmaşık bir özellik nasıl ‘işbirliğine yatkınlık geni’ olarak adlandırılan bir gen tarafından belirlenebilirdi bunu kafam almıyordu. Öte yandan emperyalizmin kökeninde yatan bu ‘kendinden olmayanı düşman görme’ dürtüsünü bir gen ile açıklamak emperyalist yaklaşımı doğrulamak demekti. Bu nedenle bu konuyu daha detaylı irdelemeye ve bu konuda yazmaya karar vermiştim ki birkaç arkadaşım hafta sonu Calais’de bulunan ‘Jungle’ göçmen kampına gideceklerini söyledi ve bana katılıp katılmayacağım soruldu. Ben de arabayla onlara eşlik etmeye karar verdim.  

Cuma akşamı yola çıktık ve Manş tüneliyle İngiltere’den Fransa’ya geçip gece saat on bir sularında Calais’ye vardık. Ertesi sabah erkendan kahvaltımızı yaptıktan sonra yola çıktık. Kamp yolunda araba sürerken önümde birkaç göçmenin kamyonlar arkasında koşup arka kapılarını açarak kamyonların içine girmeye çalıştıklarını gördüm. Kampta ilk olarak gözüme çarpan, sonrasında göçmenlerin çadırları önünde yemek pişirmelerinden kaynaklandığını öğrendiğim gökyüzüne yükselen yoğun sis dumanı idi. Birlikte geldiğimiz gruptaki bazı kişiler yardım malzemeleri dağıtma işine girerken ben yanımda bir kişinin eşliğinde kampı dolaşmaya ve yaşayanlarla sohbet etmeye başladım.

O günü kampta geçirdikten sonra akşam tekrar Londra’ya döndüm ve sonrasında düzenli olarak kampa ziyaretimi tekrarladım. Kampa attığım her adımda Londra’da içinde yaşadığım köpükten dışarıdaki gerçek hayata çıkmanın verdiği şoku yaşadım. Her gün bisikletle yapılan iki saatlik işyeri yolculuğu arasında kalan zamanlarda sinir bilimleri üzerine yapılan çalışmalar, okunan makaleler, hazırlanan sunumlar, yapılan ameliyatlar ve devamında gelen ev içi sorumlulukları, çocukla yapılan ödevler, hazırlanan yemekler ve tam uyuma öncesi okuma alışkanlıkları… Bu köpükteki hayatı sarsan nadir şeyler otobüsün geç gelmesi, yoğun yağmur nedeniyle tren raylarının kayganlaşması ve dolayısıyla tren seferlerinin aksaması ya da çocukta beklenmedik gelişen bir nezle hali... 

Ancak Jungle kampında durum çok daha farklı, orada bir yaşam mücadelesi var. 2015 yılı Kasım ayında Paris’e yapılan bombalı saldırının akabinde kampta Sudanlıların yaşadığı bölümde bir yangın çıkmış, bu nedenle o bölgede yaşayan göçmenler kampta başka yerlere yerleştirilerek bu sure içinde korunmasız kalmışlar. Yine Paris saldırısından bir hafta once Calais bölgesinde aşırı sağ bir grup kampa yakın bir caddenin ortasında Kuran yakarak göçmenlere karşı bir protesto gösterisi düzenledi. Bunun gibi olaylar Jungle kampında sık sık gözleniyor. 2015 Ekim’de yüze yakın göçmenin yol kenarında bulunan çitlerin üzerinden atlayıp Manş Tüneline geçerek İngiltere’ye geçme girişimlerini takiben İngiliz Hükümeti anayolun her iki tarafında yaklaşık iki metre uzunluğunda üstü jilet kaplı çitler yaptırdı. Aynı hafta bir göçmen çitleri atlayıp tünel girişinde öldü, bu şekilde ölen onlarca göçmene bir yenisi daha eklenmiş oldu. Göçmenlerin hayatları pahasına kamyonlara atlayarak başladıkları umut yolculuğu kesici çitler ve polislerın varlığıyla imkansız hale getirilmişti.


Jungle kampından bir görüntü

Jungle’da yaşam koşulları çok zor, ancak göçmenler bu zor koşullar normal yaşamlarına devam etme mücadelesi veriyorlar. Ocak 2015’de kamp sakinleri gönüllülerin yardımıyla kendilerine bir tiyatro çadırı kurdu ve tiyatroya “Good Chance Calais” ismini verdiler. Yapımı bittikten kısa bir sure sonra, Şubat 2016 tarihinde Londra kökenli Shakespeare’s Globe tiyatrosu burada Shakespeare’in Hamlet oyununu sergiledi. Kampta Kürt, Afgan, Suriye, Sudan mutfağından yemeklerin sunulduğu restoranlar, her türlü dini inanışa seslenen ortodoks, katolik kiliseleri, camiler, her yaşta kişiye hitap eden kitapların yer aldığı “Jungle kütüphanesi” var. Kampın içinde birçok ufak tefek dükkan ve çay salonları var. Yani her ne kadar yaşam koşulları kamp sakinleri için çok zor olsa da bir şekilde hayata tutunarak mücadeleye devam ediyorlar.

İngiltere’nin son noktası Dover’dan 1.5 saatlik gemi yolculuğu kadar uzakta olan Jungle kampında bir insanlık dramının yaşandığı çok açık. Jungle göçmenleri barındıran ne ilk ne de tek kamp. Bölgede ilk olarak 1999 yılında Kızıl Haç tarafından Sangatte (Sans gate yani Çıkışsız) göçmen kampı yapıldı. Yaklaşık 600 göçmeni barındırma kapasitesinde olan kampa kısa sürede çoğu Irak, Afganistan ve İran’dan iki bine yakın göçmen geldi. Gelen göçmenler sürekli olarak Manş Tüneli'ni kullanarak İngiltere’ye geçme girişiminde bulundu. Bu dönemde Manş Tüneli yöneticileri defalarca Sangatte kampının kapatılması gerektiğini tekrar etti ve İngiliz Hükümeti tüneli kullanarak İngiltere’ye kaçak gelen her mülteci için Manş Tüneli'ne cezai yaptırımlarda bulundu. Mültecilerin tüneli kullanarak İngiltere’ye geçmelerini önlemek için milyonlarca sterlin harcanarak tünelin etrafı kesici çitlerle çevrildi ve yüzlerce video kamera yerleştirildi. Bütün bu uygulamalara rağmen 2001 Noeli'nde yüzlerce mülteci Tünel'deki güvenlik bariyerlerini yıkarak diğer yüzlerce mültecinin tünele girmesine olanak sağladı. Olayı başlatan üç Iraklı ve Afgan göçmen Fransız Hükümeti tarafından cezaevine kondu ve takiben Kasım 2002’de Fransa’da dönemin içişleri bakanı Nicolas Sarkozy kampın kapatılması kararını verdi.

2002’de Sangatte merkezinin kapanmasını takiben göçmenler farklı yollardan Calais bölgesine gelerek kendi yaptıkları çadırlarda ya da gecekondularda yaşamaya devam ettiler. “Jungle” göçmenlerin Calais’de kendi imkanlarıyla kurdukları kampa verilen bir isim. 6000 kişilik nüfusuyla Batı Avrupa'nın en büyük göçmen kampı ve globalizasyon krizinin merkezi. Jungle’a ek olarak Calais ve Dunkerque bölgesinde yine mülteciler tarafından yapılan ve daha az sayıda mültecinin yaşadığı kamplar da var. 2006 yılından bu yana var olan Dunkerque Grande-Synthe kampında IŞİD’in yerleşim yerlerine el koymasını takiben yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan Kuzey Iraklı Kürtler yaşarken Irak ve İran’dan gelen mültecileri barındıran bir diğer kamp Téteghem Kasım 2015 tarihinde ortadan kaldırıldı. Böyle birkaç kampı barındırıan Calais-Dunkerque bölgesinde toplam on bin kadar mülteci yaşamakta.

Kendi ülkelerinde politik ve sosyal istikrarsızlık ile yoksulluktan kaçan mülteciler binlerce kilometre tehlikleli yolculuklar yaptıktan sonra son durakları Avrupa’da insanlık dışı uygulamalara maruz kalıyor ve hiçbir Avrupalının yaşayamayacağı koşullarda yaşıyorlar. Mülteciler Avrupaya ulaşmak için farklı yollardan geçiyorlar. Bir tanesinde Türkiye üzerinden öldürücü deniz yolculuğu yaparak Yunanistan’a ve buradan Makedonya, Sırbistan, Hırvatistan ve Macaristan üzerinden Avusturya ve Almanya’ya ulaşıyorlar. Bu yolda mülteciler uzun tren rayları üzerinde saatlerce yürüyerek hayatlarını tehlikeye atıyor. Bütün bu zorluklar yetmiyormuş gibi bu yolların üzerinde yer alan ülkeler mültecilerin ülkelerine girememeleri için tüm önlemleri alıyor. Macaristan’ın mültecileri durdurmak için ilk olarak Eylül 2015’te Sırbistan ile sınırına 175 km uzunluğunda ve 4 metre yüksekliğinde dikenli tel örmüş, bundan hemen bir ay sonra Hırvatistan ile sınırına dikenli tel örerek sınırlarını kapatmıştır.

Hırvatistan-Macaristan yoluna ek olarak özellikle Eritrea, Somali, Nijerya gibi Afrika ülkelerinden gelen mülteciler Libya/Mısır üzerinden İtalya ve Fransa ya da Cezayir/Fas üzerinden İspanya ve Fransa deniz yolunu kullanarak eski, kalitesiz ve tehlikeli botlarda çok ucuza imal edilmiş güvenlik yelekleri deniz yolculuğu yaparak yaşam mücadelesi veriyorlar. Binlerce kilometre yol aldıktan sonra geldikleri yer ise Calais –insanlığın bittiği yer. 

Kampta yaşam koşulları çok kötü, 5500 kadar kişinin yaşadığı kampta 40 tane tuvalet var; yani her 150 kişiye yaklaşık bir tuvalet var. Öte yandan kampta yıkanma amaçlı sıcak suyun aktığı bir tane dahi kabin yok; insanlar tencerelerde ısıttıkları sular ile temizleniyorlar. Kampta yaşayan 5500 kişiden 300 tanesi kadın ve 600 tanesi çocuk olup çocuklardan 400 tanesinin yanında erişkin yok. Çöplerin kaldırılması için herhangi bir oturmuş sistem yoktu, ta ki Kasım 2015 tarihinde Sınır Tanımayan Doktorlar grubunun mücadelesiyle Fransız hükümetine bağlı servisler atıkları imha etmek amacıyla kampa düzenli gelmeye başladılar. Öte yandan aileler kampta gönüllülerden gelen çadırların içinde yaktıkları ateşin etrafında oturarak ısınmaya çalışıyor. Bebek bezi, ıslak mendil gibi temel hijyen malzemeleri yok denecek kadar az. Dolayısıyla kampta tüberküloz da dahil olmak üzere bulaşıcı hastalıkların görülme sıklığı yüksek. Yemek ise bir başka problem; kampta gönüllülerin çalıştırdığı “Ashram Mutfağı” dışında mültecilere parasız yemek veren bir yer yok. Özellikle mutfaktan uzaktaki çadırlarda yaşayan çocuklu aileler parasız yemekten faydalanamıyor bu nedenle mutfak gönüllüleri çocuklu ailelerin çadırlarına günde bir defa sıcak yemek götürüyorlar.


Kamp sakinleri cep telefonlarını kendilerinin inşa ettikleri kilise avlusundaki ortak bir şarj istasyonunda şarj ederken.

Aylarca devam eden yolculuktan sonra Jungle kampına ulaşan birçok mültecinin hayali Birleşik Krallık'a geçerek göçmen statüsü alabilmek. Birçoğu Fransızca bilmediği için ya da geçmiste, İşçi Parti döneminde ülkelerinde varolan zor koşullardan kaçıp İngiltere’ye gelen kişilere kısa süre içinde göçmen statüsü verilmiş olmasından dolayı bu kolaylıkların halen devam ettiğine, dolayısıyla İngiltere’de daha kolay iş ve oturacak bir yer bulabileceklerine inanadıkları için İngiltere’ye gelmeyi tercih ediyor. İngiltere’nin göçmen başvurularına karşı tutumu Muhafazakar Parti'nin başa gelmesiyle kökten bir değişime uğradı. Göçmen kabul edilen Avrupa ülkelerine bakıldığında Ocak-Mart 2015 tarihlerinde Almanya’ya toplam 73.120 göçmen başvurusu yapılırken İngiltere’ye aynı dönemde sadece 7335 başvuru yapılmış, bu şekilde Ocak-Mart 2015 tarihleri arası Almanya Avrupa Birliğine yapılan toplam göçmenlik başvurularının % 40’nı üzerine alırken bu oran İngiltere için % 4 düzeyinde kalmıştır (Independent, 8 Ağustos 2015). 2015 Noeli'nde yaptığım ziyarette konuştuğum 16 yaşındaki bir Afgan genç bana Noel öncesi iki ay içinde üç defa İngiltere’ye geçme girişiminde bulunduğunu, hiçbirinin olumlu sonuçlanmadığını, buna karşın Noel sonrasında şansının döneceğini ve İngiltere’nin kendisi gibi göçmenlere kapısını açacağına inandığını söylemişti.

Jungle’da yaşananlar Avrupa’da yaşanan mülteci krizinin sadece bir parçası. Jungle’da hayat mücadelesi veren göçmenler Avrupa’ya gelen göçmenlerin sadece % 2’sini oluşturuyor. İngiltere'de hükümetteki muhafazakar parti lideri David Cameron göçmenler için "a swarm of people coming to UK across Mediterranean" (Akdeniz yolunu kullanarak Birleşik Krallık'a sürüler halinde gelen insanlar) ifadesini kullandı. Durum sadece Cameron'un bir söylemiyle bitmiyor. İngiliz Daily Mail gazetesinin mültecileri sıçan olarak gösterdiği karikatür de hafızalarımızdan çıkmıyor. Bütün bunların ötesinde Birleşik Krallık İçişleri Bakanı Theresa May 2015 Ekiminde Muhafazakar Parti konferansında “göçmenler için yeni stratejisinin” ana hatlarını verdiği bir konuşmasında "savaş ve diktatör rejimlerinden etkilenip ülkelerinden kaçarak Birleşik Krallığa gelen insanların sığınmacı hakkı başvurularının Birleşik Krallık’ta verilmemesi, bu kişilere sığınmacı yaşam haklarının Birleşik Krallık dışındaki ülkelerde verilmesi gerektiğini" söyledi. Bunun altında yatan mantık ise eğer bir kişi binlerce kilometre uzakta Suriye’den kendi imkanlarıyla Birleşik Kırallık'a gelebiliyorsa söz konusu kişi oldukça güçlü ve dolayısıyla her türlü koşulda yaşamını idame ettirebilir. Bu nedenle Birleşik Kırallığa gelebilecek düzeyde sağlıklı ve güçlü kişilere ülkede sığınmacı olarak yaşama hakkı verilmemeli, buna karşın bu haklar ülkeye gelemeyen zayıf ve yeterli donanımı olmayan kişilere içinde bulundukları ülke sınırlarında verilmelidir. Genç, güçlü ve Birleşik Krallık'a gelmek için yeterli kaynakları olan insanlara sığınmacı hakkı verilmemesi ve bu insanların korunmaya ihtiyacı olmadıkları temelli bir mantığın hiç bir yerinden tutulamayacağı biraz düşünülse ortaya çıkıyor.

Peki bu göçmenlik dramı karşısında Türkiye nasıl bir tutum sergiliyor? 2016 Martında Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye göçmen krizini sonlandırmak için bir plan üzerinde anlaşmaya  vardı. Bu plana göre Türkiye’den yola çıkıp Yunan adalarına ulaşan tüm göçmenler Türkiye'ye geri gönderilecek, bunun karşılığında AB Türkiye'ye gönderilen her bir Suriyeli karşılığında Türkiye'den bir mülteci alacak. Buna karşılık Türkiye'nin üç talebi var:

1. Türk vatandaşlarının Haziran 2016'dan itibaren Schengen bölgesinde vizeden muaf tutulması.

2. Mülteciler için hazırlanan projelerde kullanılması için hazırlanan 3 milyar euroluk AB fonunun Türkiye'ye Mart ayının sonundan önce gönderilmesi.

3. Türkiye'nin üyelik müzakerelieri kapsamında yeni başlıkların görüşmelere açılması (BBC 8 Mart 2016).  

Bu anlaşmayı takiben Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Kurumu ve diğer bazı kurum temsilcileri AB ve  Türkiye arasında yapılan mülteci anlaşmasının insan hakları ve hukuka aykırı olduğunu ve anlaşmanın resmi insan kaçakçılığı olduğunu ifade etti. AB ile varılan geri kabul anlaşmasından sonra Yunanistan'ın Türkiye'ye iade ettiği mültecilerin tutulduğu Kırklareli Pehlivanköy Geri Gönderme Merkezi'nde mültecilerin Türkiye'ye gönderilirken başka bir Yunan adasına götürüldüğü yalanıyla gemilere bindirildiği haberi verildi (T24, 4 Mayıs 2016). Yine yakın geçmişli bir yazı dizisinde Elbistan’da ayçiçeği, Malatya’da kayısı, Mersin’de protakal ve Kırşehir’de soğan toplayan Suriyeli mevsimlik tarım işçilerinin günde 11 saat çalışmaya karşılık 20-35 lira yevmiye aldıkları, ayakta kalmak için tek oda çadırlarda tüm yaşamsal ihtiyaçlarını hiçbir destek olmaksızın karşılama mücadelesi verdikleri yazıldı (Cumhuriyet, 18 Haziran 2016). Türkiye’de kayıtlı Suriyeli sayısı 2.749.140 iken kamplarda kalan Suriyeli sayısı 270.380 ve Suriye’li çocuklar toplam Suriyeli nüfusun %54’ünü oluşturuyor. Göçmenler kampta kalmkatansa sokaklarda yaşamayı tercih ediyorlar. Tüm bunlar hem batı dünyası hem Türkiye’nin göçmen dramına nasıl baktığını çok açık gözler önüne seriyor. Elbistan’a mevsimlik işçi olarak gelen bir Suriyeli göçmen kadın şöyle söylüyor: Türkiye’de bazı anneler çocuklarını korkutmak için seni Suriyelilere vereceğim diyor. Bu çok acı, biz öcü değiliz. Biz de insanız. Biz ister miydik buraya gelmeyi. Ama mecbur kaldık...

Bütün bu anlattıklarım hikayemin göçmenler tarafındaki yansımaları. Terörle savaş propagandası açısından bakarsak Amerikalılar ve Batılı müttefikleri bu insanlara karşı “kendilerini” savunmaya çalışıyorlar. Belki bu savunma konseptinin biyopolitik yönden yorumlanması günümüz kapitalizminin işleyişi konusunda aydınlatıcı olabilir. Bu bağlamda yazının ilk paragrafında dile getirdiğim “kendinden olmayanı (mülteciler) düşman görme”’ dürtüsünü bağışıklık (immünite) ve öz bağışıklık (otoimmünite) kavramlarıyla bağlantılı olarak ele almaya çalışcağım.


2012 yılı Amerika Birleşik Devletleri Terörist Tanımlama Çizelgesi

Amerikan Hükümeti Terör ile Savaş söylemlerini her yerde ve her zaman dile getirerek Orta Doğu Halkları ile topraklarında savaşıp bu insanlara karşı “kendisini” savunuyor. Drone kullanımı temelli bu kadar “duyarlı savunmaya” bir savunma krizi denebilir ve böyle bir çığrından çıkmış “savunma içgüdüsü” bugün yaşadığımız Doğu-Batı, İslam–Hıristiyan dünyası kutuplaşmalarını, IŞİD, El Kaide ve paralelinde göçmenlik durumunu gündeme getiriyor. Burada biraz immünüte ve otoimmünite kavramalarından söz etmek istiyorum. Belirli bir patojene (vücuda zararlı madde) karşı vücudun verdiği dirence bağışıklık ya da immünite denir. Otoimmünüte ise herhangi bir organizmanın bağışıklık sisteminin kendi dokularına karşı bağışık yanıt oluşturmasıdır. Örneğin oto immün beyin iltihaplanmalarında beyinde farklı sinir hücreleri arası bilgi iletiminde rol oynayan proteinlere karşı bağışık yanıt gelişir ve yanıtın bir parçası olarak bağışıklık sistem bileşenleri vücuda ait merkezi proteinleri tahrip eder. Bu tahribata bağlı olarak hastalığa özgü hareket ve uyku sistemi bozuklukları, depresyon, bilişsel bozukluklar ve epileptik nöbetler gözlenir. Hastalık zamanında teşhis edilip tedavi edilmezse ölümle sonuçlanabilir. Bu yönüyle otoimmün hastalık bireyin kendi vücuduyla yaşadığı ağrılı, tahrip edici ve bireyi bir nevi intihara sürekleyen bu süreçtir.

Yaşamın immüniter korunumu bir ülkede biyopolitik süreçlerin yerinde işleyebilmesi için merkezi bir öneme sahiptir. Buna karşın yaşamı koruma girişimlerinin belli bir eşik değer üzerine çıkması durumunda söz konusu girişimler otoimmün kriz formu altında yaşamın kendisini tahrip edebilir. Bu noktada bir analoji yaparak vücudumuzu yaşamın kendisine, bağışıklık sisteminin bir hücre grubu olan doğal öldürücü hücreleri Amerikan Ordusuna ve vücüdun dışarı atmaya çalıştığı patojeni El Kaide ya da IŞİD’e benzetebiliriz. Bu durumda bu süreci başlatan akut olay yani enfeksiyonu ise 9/11 olarak düşünebiliriz. Bu olaydan sonra, Doğal Öldürücü Hücrelerin patojenlere saldırması gibi Amerika ve Batının sürekli olarak “Terör ile Savaş” söylemi altında Ortadoğu’ya yaptığı katliam ile şu an için gelinen nokta had safhada kendisini gösteren bir mülteci dramı ile birlikte aşırı sağ partilerin Avrupa genelinde güçlenmesi, Donald Trump gibi kişiliklerin Amerikan politika gündemine oturması, İngiltere’de İşçi Partisi milletvekli Jo Cox’un aşırı sağcı bir kişi tarafından öldürülmesi, Colarado’daki gay klubünde 50 kişinin katliamı olmuştur. Sadece birkaç örnek vererek içinde yaşadığımız durumun ne kadar tahrip edici boyutlara geldiğini görebiliriz. Esas tahribat ise yargı, yasama, yürütme gibi klasik burjuva devletinin temel işleyişlerinin tahrip olmasıdır. Klasik burjuva devleti krizlerinin sonuçları ve barbarlığın giderek dünyada yaygınlaşması ya barbarlık ya sosyalizm söylemini gündeme getiriyor. Her ne kadar bütün bunların başlangıç noktasını 9/11 olarak göstersek de bunun da altında yatan faktör hepimizin de çok iyi bildiği gibi mülkiyetin üretim araçlarının ağırlıklı bir bölümüne sahip olduğu kapitalist üretim biçimidir. Bu üretim biçimine son verip sosyalist üretim biçimine bir an önce geçmememiz durumunda her ay bir yenisini izlediğimiz apokaliptik filmlerde gördüğümüz Dünyanın sonunun geldiği konseptini bizzat yaşayacağız. Şu an için acilen yapmamız gereken bu çılgın gidişe ortak mücadeleyele bir son vermektir.


Antijen (Yeşil) – Antikor (Sarı – Mavi) birleşmesi. Burada antijen patojene ait bir molekül iken antikor bağışıklık sistemini oluşturan temel elementlerden bir tanesidir.