Çok kültürlülük halleri

Celil Denktaş

Blog: Serbest Kürsü

Kendi kendisini solun devrimci olanı olarak ilan eden solumuz, fraksiyonlarüstü bir çok kültürlülük düşkünlüğüne boğulmuştur. Bunu bireyin çok kültürlü olması durumu, yani her birşeyi bilmesi, güzel sanatlara bayılması, keman tınılarından bizlerin anlayamayacağı hazlar çıkartması falan olarak söylemiyorum. Tersine, bilgiyi, sanatın güzelini, kemanın akortunu takmamasını, folklorik hoplama zıplamalara, yemeklerdeki ishot oranına, Türkçe'nin bozuk şivelerine, ha, bir de kendisinin ve fraksiyonunun değil de diğerlerinin cinsiyet kademelerine özgürce bakabilmelerini efendice kabullenebilmesini kastediyorum.

Almanya'daki “biraz aydın”lar bununla, “multi-kulti” diye dalga geçerler. Biraz ondan, biraz bundan diye çevrilebilir. Tanımlamaları bilinçli bir iğneleme değildir; içine girmeyi beceremedikleri bir ruh haline vurmayı denemektedirler akıllarınca. Asıl hedeflerindeki bir türlü başa çıkamadıkları aptallaşmadır ve devletin gölgesini kültür saldırısının her köşesinde hissettiklerinden süngüleri düşüktür. Biraz yabancı sempatisi, biraz homoseksüel toleransı, az folklor, üç beş etnik baharat, çeşit olabilecek herşey; böylece uzar gider.

Kültürün ne anlama gelebileceği üzerinde kafa yormaya gerek kalır mı? Bizim gençliğimizin, emekçilerin, grevlerin, mahalle direnişlerinin üzerine basarak yükselmiş sanatçılar “stand-up”çılar devlet katına erip ana akım medyaya istediklerinde manşet olabildiklerinde, gerisi teferruattır. Sol düşmanlığı bu katrede yutulabilir, sineye çekilebilir. Bu adamların ben de solcuyum diyebilmesi ne büyük reklamdır ama! Öyle ya, solculuğun artık reklama ihtiyacı vardır. Oysa, devrimci solcu olduğunun gıyaben bilinmesiyle böbürlenen devrimci solcunun sol düşmanlığını, devrimci düşmanlığını hazmetmeye çalışması kendisi için ne kadar acı vericidir. Bırakın bunu yaşamayı, akıldan geçirmek bile “insan olmakla, olamamak”ın keskin köşesine iter kişiyi.

Sanatçı ille de taraf mı olmalıdır? Evet öyle olmalıdır. Üstelik taraf olmakla kalmayıp, olduğu tarafın ne taraf olduğunu bilmelidir. Kültür bilinci dışlamaz, ki sanat haydi haydi. Devrimci solcu ben bunu böyle bilmiyordum diyemez; kendini inkar mı edecek? Ben, bilinçsizim mi diyecek? Kimi, farkında olmadan mücadelenin ortasına düşmüş olabilir, kabul. Koşullardaki hızlı dönüşüm bunu da olası kılabiliyor. Ama hayat bu kadar mı hızlı dönüşüyor? Hayatın değişmesine yetişemeyen sanatçı düşünülebilir mi?

Balsac'ın Marx'a, Puşkin'in Lenin'e esin vermiş olduğunu kitaplardan şöyle bir okuyup, Orhan Pamuk'ta birşeyler aramak şapşallık değilse, bilinçsizlik de değilse, açıkça ihanettir. Öncelikle de kendine. Güvensizlik, körlük vs. hafif kalır ve bu durum hallerini kullanacak kadar da saf değilim. Zaten şapşallığın, bilgisizliğin bir devrimci solculuk ölçüsüne doğru itiliyor olmasını herhalde sabırla izleyecek değiliz. Kaldı ki Orhan Pamuk'un üzerine basarak -tabii ki- devrimci olmak sırasını burjuvazi, sana bırakmaz. Adamı mahkemelere çıkartarak, ölümle falan korkutarak bu işi senden daha iyi yapıyor. Yurtseverlikle faşistlik arasındaki kalın çizgiyi daraltıyor, seni de bir güzel kıstırıyor.

Kültürün yerel çiğ köfte tarifleri ve etnik baharatların kullanım kılavuzu olmanın ötesinde bilgiyle, bilinçle, ahlakla ilişkisini kuramamaksa şapşallığı aşan bir durumdur. Sırasında eline silah verip ne kadar keskin devrimci olduğunu kanıtlamasını istediğin adamın aklını küçümsemek hakkını kendinde bulmak gibi, tıpkı. Bu insanlar seninle afişe, bildiriye, korsana çıkmadılar mı? Üstelik duvarlardaki yasadışı resimler, yazılar, bildirilerin ajitatif dili, marşların kan dolaşımını hızlandıran nağmesi bilinç değil de nedir? Onlar sana değil, sen onlara mecbursun. Onları sahteleşmeye ittikçe de marjinalleşmeye!

Sanatçının sanat içerisindeki mücadelesi doğrudan politik mücadele içerisindeki mücadelesinden farklıdır. Onu politik önderliğin gözünde tuhaflaştıran budur. Oligarkların ruhunu okşayan da. Sol politika önderliği kendisini kapitalist oligarşiyle karşılaştırmaya başladığında elbette gönlünün okşanmasını o da bekler. Sol içerisinde mücadele veren sanatçıdan soytarılaşmasını beklemektir bu. Onlarsa soytarılaşmaya direnir. Gerçek sanatçılarsa tabii. O zaman hazır soytarıları kullanmayı denersin. İhanet içerisinde değilsen, ne yaptığının bilincinde değilsindir. Acı olan da zaten solda görünüp faşistin elini öpme kuyruğuna girenle aynı oksijeni tenefüs etmek değil, tekellerin allayıp pullayıp ortalığa saldığı yarım akıllılara öpsün diye elini uzatmaktır.

Kültürün inkarı herhalde sonunda insanlığın inkarına varır: Neden devrime ihtiyaç duyulsun ki? Herşey zaten kendi halinde, kendi kendine devinmiyor mu? Diyalektiği yorumlarken aşırıya kaçmayalım lütfen. Biz, maddeciyiz maddeci! Zaten kapitalizmin emeği maddeye dönüştürme becerisine hayran kalmamak elde mi? Tabii ki döktükleri kanda boğulacaklar yani. Bak, Marx da tam onu diyor, istersen hemen bulayım; neredeydi? Solcu(!) yayınevlerinin bastıklarına bir bakınız. Yüzlercesi var. Editörleri, basılıp dağıtımı yapıldıktan sonra okuyorlar bunları. O kadar çeşitli ve çokturlar ki, hangi birine yetişeceksin? Sal gitsin. Bunların, bir de sinemacıların, bir de plastikçilerin vd. yararlandırıldıkları fonlara da hiç kafayı takmayın. Bunlar, çok kültürlülük halleridir.

Alman sosyal demokrat partisi, yani Marx'ın, Engels'in bir zamanlar üzerine titrediği gözbebekleri, emekçi ittifakı, işçi enternasyonalinin çocuğu, zincirlerinden ilk boşandığında kurucusunun evladını boğazlayarak işe başladı; Rosa da onun yanında. Hamburg'da, Berlin'de bugünkü İŞİD'in ilk müjdesini verdiler. Tabii bir başka açıdan: Sosyal demokratlık, ki o zaman sosyalizm olarak anlaşılıyordu, adına emekçileri katlederek. Sonra da, Batı'da kalan parçası 1950'lerde modernleşmeye doğru evrilip proleteryayı  programından çıkardı. O gün bu gündür de Almanya iktidarlarından eksik değil. Alman iktidarları ki halkına dünyanın dördüncü ekonomik gücü olmanın ve bugün Orta Doğu'ya en fazla silah satmanın, dünyaya da demokrasi satmanın gururunu vermekte. İnsan hakları dediğinizde her taşın altından Alman çıkar. Oysa bir zamanlar Thyssen'in, Stinnes'in, Krupp'un Hitler'i hiç yoktan yükseltmesine engel olamamışlardı; bugün Hitler adının anılması, yenileri ortalıkta cirit atıyor olsalar da, hala resmi olarak yasak. Avrupa'da faşizmin iktidar olduğu, savaşlar sahnelediği yıllarda ölen milyonlarca insan umurlarında değildi. Nazizm, on yıl bile işine yaramadı kapitalizmin zaten.

Proleterya diktatörlüğünü programlarından çıkartanlar haliyle enternasyonalizmi de rayından çıkarttılar. Alman demokrasisi hayranı solumuz da ardından. Enternasyonal, bir “multi-kulti” şaklabanlığına döndü. Bilinç, yerini sınır tanımayan aktivistlerin esnek eylem programlarına bıraktı. Bir gün orası, ertesi gün burası. Başkanlık çift çift yapılmaya başlandı. Birilerinin bizlerin aklıyla zoru olmalı. Tek kişilik diktatörlüklerle savaşmamız isteniyor, Cervantes'in yeldeğirmenleriyle yani. Hedef gösterdikleri bir kişi, bir parti çok çok. Oysa anlamı geniş. Proleterya kalmadığına göre diktatörlüğünden de kurtulunmuş olunacak yani. Öyle sanılıyor. Hafife alınıyoruz.

Hayır, tükenmedik. Tükenmeyiz de. Geriye çekilmeyeceğiz. Kendimizle tartışacağız üstelik. Karizmalar sarsılacak; sarsılsın varsın. Proleteryayı tanımayan, emeğe inanmayan solu sarsmak zorundayız. İşe kendi emeğimizi kabul ettirmekle başlamalıyız. Her yere sesimiz girmeli. Günah keçisi liberallerin değil, kendi arkadaşlarımızın yakasına yapışmalıyız. Sanatçısını adam yerine koymayanların. Kimisi, gürültü ev dışına çıkmasın diye titizlenecek; varsın çıksın. Gürültüyü herkes duysun. Duysun ki 80'lere gömülüp kaldığımız sanılmasın.