Niyazi'nin hikâyesi

Berkay Kemal Önoğlu

Blog: Serbest Kürsü

Daha belki çocuk sayılabilecek yaşta, parti ile tanışmanın büyük bir şans olduğunu düşünmüşümdür.

Bu yazıda, belki istemeden de olsa Türkiye Komünist Partisi bürosundan içeriye adımını atmış bir çocuğun hazin sonunu paylaşmak istiyorum.

Niyazi 11 yaşındaydı. 70 yaşında babası, 75 yaşında anası, kendinden 5-6 yaş büyük ablası ve sıkıcı bulduğu hayatında anlattığı hikâyeler ilgisini çeken tek insan olan eski "solcu" bir de amcası vardı.   

Ezgin, içine kapanık bir çocuktu Niyazi, dar bir dünyası vardı. Arkadaşları da onu pek eğlenceli bulmazlardı. Sık sık ona kötü davranan, hakkını yiyen çocuklar da çıkardı karşısına. Doğrusunu söylemek gerekirse, Niyazi çok şanssız bir çocuktu. Okulda kendisini ifade edemiyor, arkadaş edinemiyordu. Evdeyse onunla aynı dili konuşan biri yoktu. 

Bu sıkışmışlığın içinde, her kafayı çektiğinde içtiğinden yarım bardak da Niyazi'ye içiren, anlattığı hikâye bitene kadar Niyazi'yi onun ufacık yaşam alanının dışına, 30 yıl öncesinde yaşanmış bir serüvene çıkaran amcası, onun biricik idolü oluveriyordu.

Anlatılanlardan anladığı kadarıyla amcası ve arkadaşları "kaybetmişlerdi" ama yaşamışlardı da işte dünya kadar.

Birkaç yıl sonra kendisini güç bela lise öğrencisi olarak buluvermişti Niyazi. Artık yaşam alanı genişlemişti. Daha da önemlisi bilgiye ulaşma kanallarını, kendisinde daha yoğun hissetmeye başladığı merak duygusunu bastıracak kadar artırabilmişti. Artık her işini sürüncemeye bırakmıyordu. Cevap vermese de ayırdına varıyordu lafın gülüncü ile acısının. Hiç konuşmasa da âşık oluyordu bazen ya da öfkesini biriktirebiliyordu bir şeylere. Bazı hobiler edinebilmişti kendisine. Yapmaktan zevk aldığı şeyler vardı, bunlardan biri de motor kullanmaktı hatırladığım kadarıyla. Yakınında bir de arkadaşı vardı, aynı mahalleden. Lafın kısası, aklı başındaydı artık. İpin ucunu tutmuştu zor da olsa.

Artık ipi ucundan kavradığına göre, çektikçe çekiyor, sorup soruşturuyor, takip ediyor, şaşırıyordu. Tahminimce Niyazi'nin yolu tam da bu dönemde düşmüştü TKP'ye. Çocukluğundan aşina olduğu hikâyelere elini uzatıyordu artık, fakat hikâyelerin gerçeküstülüğü ortadan kalkıyor, her biri daha heyecan verici hale geliyordu. Heyecan verici olan, elimizi uzatıp kazanmamız gereken zaferdir değil mi? Yönünü bu zafere çevirmenin fikri bile, Niyazi'yi iyiden iyiye başka birine dönüştürüyordu. Çünkü bu fikir ona, biricik arkadaşını tıpkı kendisi gibi başka birine, daha iyi birine dönüştürme fırsatı ve kudreti veriyordu.

Partiye çok yaklaşmazdı ama "Ben sosyalistim" derdi gürleye gürleye...

Derken liseyi bitireceği son yıla girerken babasını kaybetti Niyazi, birkaç ay içinde de annesini... Bu zor dönem boyunca belki de hiç konuşmadığını söylemişlerdi, ağzını açtığında ise kekemeliğini yenmişti. Bir de motoru vardı altında, herhalde teselli niyetine satın alınmış... Bir daha partiyle ilişiği de olmadı hiç.

Bir otelleri, birkaç da taşınmaz mülkü vardı ana-babasının. Bir miktar da birikmişleri olacak ki, otel onlar öldükten sonra bir yıl çalışmamış hiç. Niyazi, liseden mezun olurken de, herhalde paranın kontrolüne ablasıyla birlikte ortak olmaya başladı…

Ne yalan söyleyeyim hikâyenin buradan sonrasını ben de adım adım takip edemedim.

Niyazi'nin hikâyesinden sizlere bahsetme isteğimin altında ise bir karşılaşma yatıyor.

Yolda karşılaştık Niyazi'yle. Kaba bir ses tonuyla telefonda konuşup küfürler ederek, düz yürüme becerisinden bile yoksun halde yaklaşıyordu. Yanıma gelip selam verdiğinde bir-iki dakika telefonla konuşmaya devam etti. Görüşme bittiğinde telefonu cebine koyarken “Bunu satıcam ya artık” dedi.

Aynı şehrin üniversitesinde inşaat mühendisliği bölümüne girmiş. Oteli satmış, yapı maliyet analizi hocasıyla ortak olup apart-otel işi yapıyormuş. Karşılaştığımızda telefonda görüşüyorlardı, “Para bende de yok hoca, bana niye soruyorsun?” diyordu. Küçük esnaf olmuş, müteahhitlik hayalleri kuruyormuş. Oturduğumuz beş dakika boyunca ileride kendisini nasıl sağlama alacağından, şehre nasıl kazık çakacağından bahsetti durdu. Arazi bulduğunda nasıl üstüne konacağı ve yaptıracağı, binalarda nasıl eksik malzeme kullanacağı hakkında birkaç şaka yaptı. Yoldan geçen birkaç kadına nasıl baktığını da gördüm.

Daha ağzımı açmamışken yanlış işlerle uğraştığımı söyledi. “Neymiş yanlış olan?” dedim. “TKP… Ne bileyim…  Açık saçık…” gibi bir cevap aldım. “Benim amcam da solcuydu” dedi sonra.

Kapitalizmin herkese eşit şans tanımadığı söylenir. Halbuki görüyoruz ki kapitalizm içinde bir şans yok: Emekçi çocukları işsizleştirilirken, geleceksizleştirilirken, daha “şanslı” olanların insan olma vasfına bile erişemediklerine şahit oluyoruz. Bu ülkenin komünist partisine düşen görevin, ne kadar yakıcı olduğu hikâyenin başındaki, ortasındaki ve sonundaki Niyazi’ye bakıldığında gayet açık ve net. Komünistlerin; dokunamadıkları ve kapsayamadıkları herkesin insanlığını dahi koruyamama ihtimalini gözetmek zorunda olduğu bir dönemdeyiz.

Düzen, Niyazi’nin elinden merakını alıp, hırtlık verdi. Kudretini alıp, korkaklık verdi. Arkadaşlarını alıp, yancılar verdi. Ona araba, ev, para verdi ama tüm hayatını mekânsal olarak bile başladığı yere sabitledi. 

Niyazi'yle yolda karşılaştığımız gün, evlerimize döndüğümüzde Atatürk Havalimanı saldırısı gerçekleşti. Niyazi'nin, bırakın memlekete karşı kendini sorumlu hissedip ayağa kalkmasını, vicdanının bile sızlamadığını düşündüm bir an. O çoktan müteahhit olmuştu bile…