Muzaffer Kale ile harfler, kelimeler ve anlar üzerine

Röportaj: Tolga Binbay

Blog: Kent Kültür Sanat

Geçtiğimiz aylarda Sabahın Bir Devamı Vardı isimli öykü kitabını yayınlayan Muzaffer Kale ile harfler, kelimeler ve anlar üzerine bir söyleşi yaptık. Edebiyattan girdik, geçen yıl kazandığı Sait Faik Hikâye Armağanı’na uğradık; edebiyat öğrenciliğine selam verip Türkiye’de kaldık.

Seni yıllarca dizelerinle, şiirlerinle takip ettik. Sonra arka arkaya öykü kitaplarınla çıktın karşımıza. Hem de kısa öykülerle. Nasıl sakladın bizden bu kısacık, kendi kendine parlayıp sönen metinleri?

Sağolasın; böyle bir tanımlamayla ilk kez karşılaşıyorum ve çok hoşuma gitti, kendi kendine parlayıp sönen metinler… Aslında bu, yazılı olan her şeyi kapsayabilir. Yazıların taşıdığı duygu ve düşünceler, görüş ufuklarımıza girdiğinde sonuna kadar, birebir algılanmazlar; karşılaşma anındaki algı-vergi trafiği her seferinde payına düşen değişik anlamları kendi tarafına taşır. Okunmakta olan metin parlar, görünür hale gelir, sayfa çevrilince kitabın kendi hafızasına dönülür, “söner gibi olur.”  Yaşarken de öyle değil mi? Aslında çok sıradan olan bir olay, yaşandığı anda insana, “yıldızlar kadar yüksek” gelir… Bu iyidir. İnsanın içini yükseltir. İçin havalanmış olur.

Şiir meselesine gelecek olursak -ki edebiyatın anadilidir diye düşünüyorum şiiri- edebiyatçı dünyayı şiirle tartar. Hangi şiirle, diye meseleyi uzatabiliriz. Olabilir. Edebiyat bir yerde zaten, meseleyi gürültüye getirmemektir. Meselenin hakkını vermektir. Dünyayı anlaşılır bir dile çevirmektir. Şiir de olabilir bu, düzyazı da. Gönül isterdi ki şimdiye kadar yayımlanmış birkaç romanım, gezi yazılarım, denemelerim; filme çekilmiş senaryolarım, oynanmakta olan tiyatro metinlerim de olsun. Mutlu olurdum sanıyorum. İçimi biraz daha fazla rahatlatmış olurdum, belki… Ama şunu söyleyebilirim, edebiyatla yaşayanların tür fetişizmine düşmeden değişik türler arasında yolculuk yapmaları onları en azından dilde ve anlamda diri tutar. Öyküler de böyle böyle çıktı. Saklamadım… Biriktirdim diyebilirim. Görünmek istedikleri zaman küçük bir yardımım oldu.

Ama günümüzde, edebiyatta saklamak, beklemek, biriktirmek pek görülen bir tavır değil. Katılır mısın bilmiyorum ama senin yaptığın biraz da direnmek değil mi? Hayata, edebiyata…

Benim bir saatte söyleyeceklerimi bir sorunun içinde kusursuz bir cevap olarak verdiniz aslında. Benim yapacağım bu durumu biraz açmaya çalışmak olacak… Döneme egemen olan liberal algı, yaşama biçimini etkilediği kadar düşünme biçimini de istediği yönde şekillendiriyor. Bu noktada edebiyatın bu olumsuz işleyişe karşı durması beklenir ama bu duruş edebiyatın malzemesi, yapısı gereği büyük oranda gerçekleşemiyor. İlişkilere sinen kapitalist davranış biçimi, edebiyat alanında da kendini var ederek dönemin sağlıksız ruhuna uygun yaratım süreçlerini destekleyip besleyebiliyor.

Bir sanat yapıtının niteliği onun oluşum sürecinin uzunluğu-kısalığı ile ölçülemez; ama dediğiniz gibi genel algı, emek sürecinin magazinel ilgi seviyesine düşmesine neden oldu. Şaka yollu da olsa yazılacak bir metinde nelerin bulunması gerektiği hakkında şablonlar ortalıkta dolaşıyor. Ters örnekler doğruları göstermek için yalnızca bir mizah unsuru olmayabilir bu durumda.  İşin başka bir yanı bu...  

Şimdi, bizim zamanımızda, diye söze devam ederek nostaljik bir şirinlik yapacak değilim; ama karşılaştırmak için şöyle bir örnek vermem gerekecek… Bundan otuz yıl kadar önce bir şairin veya öykücünün en azından bir on yıl dergilerde göründükten, adını oluşturduktan (evet, ad oluşturulan bir şeydir) sonra kitaplaşması ondan beklenen normal bir davranıştı. Böyle olduğu halde birçok isim ilk kitaplarını saymaz olurdu bir süre sonra.  Bu sağlıklı işleyişin tersine dönmesinde eleştirel süreçlerin işletilemez oluşu, bu tür çabaların al gülüm-ver gülüm hesabı kitap tanıtım tellallığına düşürülmesi, olumsuz gelişmeler tabii…

Sürecin işleyişine paralel olarak asıl darbe, sözüm ona bazı iyi niyetli  (!) yayınevlerinin (?) parayı veren düdüğü çalar mantığıyla, ortalığı kitap cennetine çevirmeleridir… Ne bileyim, çoğumuz da köy kökenliyiz aslında, oldukça acıklı geliyor bana bunlar… Heves gibi temiz bir duygu, sömürü aracı yapılmamalıydı. Yetenek de bir yere kadar olabilir. Zorlanmamalı fazla… Öte yandan, yazarın amacı okur tavlamak-avlamak da olmamalı… Yapıtın samimiyetini bozar bu. Edebiyat pazar için üretildiğinde, pazar için üretilen öteki metaların kusurlarını taşır, bu onun varoluş doğasına aykırıdır. Dipnot olarak bakınız: klasiklerin namuslu çevirileri…

Heves söndürülmemeli, dedin. Gösterişsiz bir heves... Geçmişte ödüller de bu hevesi kısmen korurdu, gelişmesine yardımcı olurdu. Güneş Sepeti’yle aldığın Sait Faik Hikâye Armağanı senin hevesine katkıda bulundu mu?

İnsan bir sorunun ardına düşer. Edebiyatla tanışır. Ardına düştüğü sorunun binlerce yıldır sorulduğunu edebiyatla tanışınca anlar. Bu noktada dünyayla burun buruna gelir. Edebiyatta sorun sözcüğe, cümleye bürünmüştür. Binlerce yıl önce yapılan kötü bir büyüyü sürekli bozmak gibi anlamlı bir eylem sürüp gitmektedir. Öyle ki bu büyünün tamamen bozulması, dünyayı belirsizliklerden kurtarıp görünür hale getirecektir. Yarım, kendini tamamlayacak, baş aşağı duran ters çevrilerek durumu normalleşecektir… Daldan bir elma düşecektir.  Bu yolla bulunan bütün yanıtlar ve patikalar birer hevesi canlandırır. Aklın, bedenin, günlük hayatın, gerçeklerin ve buna bağlı olarak düşlerin özgürlüklerinin ilk şartıdır bu. Doğrudan doğruya günü kazanmakla ilgili sıradan bir çaba… Böyle düşünüldüğü zaman kendinden başka kimseye hesap vermen gerekmediğini de anlarsın. Soru peşinden gitmek insanı özgürleştirirken asi ve devrimci de kılar. Reddeden bir akıldan doğan düşünceler, insanlık tarihinin temize çekilmiş, toplumsal vicdanı dimdik ayakta tutan düşüncelerdir.

Ödüllere gelince… Ödüller, bilindiği gibi ilkçağlardan beri şöyle ya da böyle gündemde olagelmiştir. Bir tartışmayı da her zaman beraberlerinde getirirler. Senin dediğin gibi bir hevesi korudukları, onun gelişmesine katkıda bulundukları zaman işlevleri azımsanamaz.  

Güneş Sepeti’yle layık görüldüğüm Sait Faik ödülüne gelecek olursak… Sait Faik birçok arkadaşta olduğu gibi benim de edebiyat okuyup yazmama ön ayak olmuş bir yazardır. Aynı dilde düşündüğüm için kendimi şanslı hissediyorum. Hevesime zaten önceden, ödülü almadan önceden de öyküleriyle katkıda bulunuyordu. Ödülü aldığıma sevindim. Belki bazı insanların ilgisini çekmiş olabilir, bilmiyorum, metinlerimi okuyarak, yeni bir şeyler duymuş olmalarını isterim. Yeni bir ses… Bir tını… Karanfil şeklinde uzayıp giden bir cümle…

Meslekten de edebiyatçısın. Uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yaptın. Her lise öğrencisi, her genç az çok şairdir/yazardır. Sonrası niye gelmiyor? Edebiyat neden hayatından çıkıyor büyüyenlerin?

Sorunun sonunda,  mücevher gibi orda parlayarak bütün ilgiyi üstüne çekmeyi başaran  “büyüyenlerin” sözcüğünü özellikle ellemeyeceğim. Onun içi çok dolu. Patlatmadan ele almak lazım. Bunu başka zaman bir başka bir yerde konuşalım. Ayrıca ne güzel bir saptama: “Her lise öğrencisi, her genç az çok şairdir/yazardır.

Ama az-çok’u unutulmamalı işte; çünkü tamamen özgür olunan zamanlara denk gelir bu şiir zamanları, yazı zamanları, aşk zamanları.  Biz, şiir ve genel olarak edebiyat işlerini doğrudan duygu patlamalarına bağladığımız için bu aşk uzun sürmüyor. Aşk geçince şiir de hafifliyor. Üstünde durulmayacak bir sızı kalıyor yalnızca. Sonra, bir zamanlar ben de şiir yazardım oluyor. Hey gidi günler!

Ama tam da burada ilginç bir durum var. Müfredata göre lise birinci sınıfın edebiyat programında, birinci dönem baştan sona yalnızca şiir bilgisi (poetika) dersi işleniyor örnekleriyle. Hem de örnekleriyle… Bu derste işlenen konular anlaşılsa, ortaya konan bir metnin şiir olup olmadığı, edebi bir değer taşıyıp taşımadığı rahatlıkla anlaşılabilir. Şiirin dil bilinciyle, söz ve anlam sanatlarıyla, imgeyle kurulan bir “yapı” olduğu anlaşılabilir. Ama ne var ki bu “şiir bilgisi” konusu şakır şakır işlenirken bir yandan bazı öğrenciler, diğer yandan da bazı edebiyat öğretmenleri derste gördükleri şiir bilgisiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece duygu yığması, iç dökme diyebileceğimiz “üzüntülü” metinler yazıyorlar. Felaket tek başına gelmiyor. Bu durum ülkenin edebiyat çevrelerinde de kendine yer bularak önemli bir belirleyen olup çıkıyor. Edebiyat olmayan, edebiyat olanın yerini almış oluyor.  Gerçi, edebiyatta bir de  “İtirafçı Şiir” geleneği var; fakat onda da iç dökme bulamazsın, okuyanı harekete geçirecek, onu sarsacak duygu ve düşünce uçları öne çıkarılarak, birinci şahıs vurgusuyla insani bir soruna odaklanılır.

İtirafçı şiir, Anne Sexton, Silvia Plath örneklerinde olduğu gibi edebi sanatlarla, imgelerle,  etkileri-çağrışımları derinleştirilmiş metinlerdir. Bunu fark eden çok az öğrenci şiir okuru olabiliyor. Çok az tabii! İyi bir şiir okuru, iyi şiir yazmaya da adaydır. Bu öteki türler için de geçerli. İlgilenilen tür hangisiyse onun tarihsel süreçteki gelişimi de göz ardı edilmemeli. Günümüzün diliyle, günümüzün edebiyatı yapılmalı. Edebiyat, başlangıçta bir dil içi çeviri eylemidir…

Konu kapanırken aklıma ne geldi biliyor musun, şaka gibi, ülkemizde şiir kitaplarının okunmamasındaki temel nedenlerden biri, yazılan şiirlerin şairi için özel şeyler olduğunun sanılması. Gerçekten şaka gibi… Edebiyat öğretmenliği deyince Ahmet Haşim’in Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’ındaki memuru anlamıyorum. Anlamazlığa gelip işi edebiyat öğrenciliğine vuruyorum. Sonuç: Uzun yıllar değişik liselerde edebiyat öğrenciliği yaptım. Edebiyat öğrenciliği yaptığımı anlayan birkaç öğrenci oldu, sonradan onlarla da sıkı birer arkadaş olduk.

Öykülerinde toplumu derinden etkileyen,  yakın tarihte yaşadığımız Ankara katliamı gibi güncel olaylar da var. Birçok öykücünün kaçındığı bir durumdur bu. Peki, sen güncele yaklaşırken neyi, neleri önceliyorsun?

Şiiri de öyküyü de içinde yaşadığım ülkeye ve dünyaya bakarak yazıyorum. Oraya aittirler. Beni insan ilgilendiriyor. Herhangi bir dinin, etnik yapının, cinsiyetin savunucusu değilim; yani kışkırtıcı değilim. Ben her koşulda barışı savunuyorum. Bir bilim adamının, bir akademisyenin, bir öğretmenin, sanatçı kimliği taşıyan birinin hiçbir ikileme düşmeden,  kesintisiz bir şekilde barışı savunması onun birincil görevidir.

Başı gövdesinden ayrılan bir mahkûmun ölmeden önce celladıyla göz göze geldiği anı düşünelim. Hem ölen hem de öldüren açısından okuyacak olursak, ikisinin de trajedilerinin eşitlendiği an. Biz hemen mahkûmun yanında yerimizi alırız (yoksa almaz mıyız, daha orada değil miyizdir), yaşamsal bir durum olduğu için, doğrudur bu etik olarak; ama celladı da elindeki kılıç gibi bir metale dönüştüren süreç, hangi şiddetle cereyan ederek insanı insanlıktan çıkarmıştır, bu da en azından, başı gövdesinden ayrılan insanın trajedisi kadar dayanılmaz ağrılarla dolu olsa gerek. Bir edebiyatçı olarak böyle bir ölümü bütün boyutlarıyla görünür kılmak, onu doğuran etmenlerin de kavranmasına olanak vermek, hiçbir şeyin asla göründüğü gibi olmadığını vurgulamak bir sorumluluğu üstlenmek olur sanıyorum.

Önemli olan (bence ), insanı binlerce zaman izlemek değil (izlenebilir de), ama o,  bir daha asla eşi benzeri olmayacak an’da özellikle yakalayabilmektir. İşte, o anda, bütün insanlı tarihinin en aşşağılık dorukları ve insana yakışacak olan o, en yüce adalet arayışının ışıltıları birlikte vardır. Toplumu etkileyen güncel olaylar bir Ankara katliamı gibi öyküye geçerken hangi kesimden olursa olsun insanları, insan olmanın trajedisiyle yüzleştirmek istedim. Barış içinde yaşamanın, bu dünyayı eşsiz bir vatan haline getireceğine inanıyorum.

Evet, hem Güneş Sepeti hem de Sabahın Bir Devamı Vardı, her iki öykü kitabın da “bir daha asla eşi benzeri olmayacak anları” yakalayan kitaplar. Kendi adıma, okurken birçok yeri çizdim, birçok anı işaretledim. Senin için hepsi özeldir gerçi ama bu yakalanmış anlar içinde sen hangisini, hangilerini işaretlerdin?

Benim için hepsi özel gerçekten… Öyle bakılırsa… Şöyle söyleyeyim, ben o an’ları tek tek değil de bir bütün olarak biriktiriyorum. Biriktirdiğimi sanıyorum. Aslında denilir ya, her şair ömrü boyunca tek bir şiiri sürdürür; öykücü de öyle, aynı damarın katmanlarındaki öyküleri tarar hayatı boyunca. Ben gerek öykü, gerekse şiirlerimde bu “eşi benzeri olmayan anların” toplamı görüntüye dönüşünce, birleşince, içeriden okunan, yaşadığım zamanların Türkiye’si görünsün istiyorum. Bunu gerçekleştirebilmek istiyorum… Belki…

MUZAFFER KALE KİMDİR?

1957 Bodrum, Bahçeyakası doğumlu. Dicle Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Başta şiir olmak üzere çalışmaları 1981’den itibaren farklı edebiyat dergilerinde yayınladı. Edebiyat öğretmenliği yaptı ve uzun yıllar İzmir’de yaşadı. Bir Günlük Güneş, Gözlerim Akşama Ölür, Acıtmıyor Boynumu Dünya, Işıktan Kalan Kırılma, Hiçbir Şeyi Unutmadım, Sakın Zar Atma, Lirik Aksan, Menekşenin Sayılı Günleri, Kayıp Saklambaç isimli şiir kitaplarından sonra Güneş Sepeti ve Sabahın Bir Devamı Vardı isimli öykü kitapları yayınlandı. 2016 yılında Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanını "Güneş Sepeti" adlı kitabıyla kazandı.