Doğanın ve İnsanın Işıklı Sosyalisti Yusuf Ziya Bahadınlı 90 Yaşında

Müslüm Kabadayı

Blog: Kent Kültür Sanat

Eğitimciliğini, yazarlığını, yayıncılığını sosyalizme adamış Yusuf Ziya Bahadın’lı 90 yaşında.

İnsanlık tarihi için çok kısa ama Türkiye toplumunun aydınlanma süreci için uzun ve güzel bir adanmışlığın temsilcisi olan Yusuf Ziya, 9 Eylül 1927’de Yozgat-Sorgun’a bağlı Bahadın köyünde dünyaya gelir. İlkokulu kendi köyünde, ortaöğrenimini Pazarören Köy Enstitüsü’nde tamamlar. Çocukluğunda ve ilk gençliğinde Alevi-Kızılbaş kültürünün güzel örneklerinden birinin yaşandığı Bahadınlı olmanın zorluğunu, hatta acısını derinden hisseden Yusuf Ziya, “Çalışkan” olan soyadını, egemen gerici-yobaz ayrımcılığa karşı bir duruş için “Bahadınlı” olarak değiştirir.

Köy Enstitülerinin iş içinde eğitim felsefesi yanında dünya klasiklerini okuyarak yaşamı estetik biçimde anlatmanın bilincine varan Yusuf Ziya Bahadınlı, bir yandan kendi köyünün çocuklarını aydınlatan öğretmenlik yapar, diğer yandan okuma-yazma uğraşını kolektif çalışma düşüncesiyle halka yansıtmaya çalışır. 1951’de Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nü bitirdikten sonra 1961’e kadar kesintili de olsa edebiyat öğretmenliği yapar.1961’de Hür Yayınevi’ni kurarak hem kendi yapıtlarını hem de Cengiz Aytmatov gibi önemli yazarların ürünlerini edebiyat dünyasına kazandırır. Yayıncılık deneyimini 1969-1979 yıllarında “İlke” ve “Yeni Dünya” adıyla iki dergi çıkartarak sosyalizm mücadelesine doğrudan aktarır.

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın eğitimciliği, yayıncılığı ve yazarlığı bu süreçte olgunlaşırken, yurtsever bir sosyalist olarak birikimlerini doğrudan politik mücadeleyle ülkeye, halka aktarmayı amaçlar. Türkiye İşçi Partisi’ne üye olarak yürüttüğü politik mücadele, 1965-1969 yıllarında Yozgat milletvekili olarak girdiği TBMM’de 15 TİP’liyle birlikte tarihe mal olur. O dönemde Türkiye’nin NATO, AET vd. emperyalist yapılara üyeliğine son vermek için yürütülen mücadele halk tarafından destek görünce parlamentoda boy hedefi haline gelirler. TBMM tarihin en renkli olduğu kadar toplumsal duyarlığın en yüksek olduğu politik tartışmalar TİP tarafından gündeme getirilir. Yusuf Ziya Bahadınlı bu dönemde eğitimci olmanın sorumluluğuyla TİP’in sosyalizm anlayışına uygun eğitim modelini gündeme taşımaya çalışır. Bu amaçla yaptığı araştırma-incelemeler üzerinden “Türkiye’de Eğitim Sorunu ve Sosyalizm” adlı kitabını, 1968’de Hür Yayınevi tarafından halkın yararlanmasına sunar. Aradan yaklaşık 50 yıl geçmesine karşın, bu kitapta irdelenen eğitim sorunlarının kapitalizmden kaynaklanan ana halkası önümüzde durmaktadır. Ülkenin eşitlik ve özgürlük temelinde gelişmesiyle eğitim ilişkisinin ancak sosyalist politikayla çözümlenebileceğine ışık tutan Bahadınlı’nın bu kitabından bugün de yararlanmak mümkündür.

Onun, ülke ve insan gerçekliğimizi irdeleyen, eleştiren ve sosyalizm temelinde çözümler öneren çalışmaları yanında insan ve doğayı estetik biçimde işlediği öykü ve romanları çok önemlidir. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın öykü ve romanlarında özyaşamöyküsünden derin izler bulmak mümkündür. Onun yaşamı, bir bakıma 20. Yüzyıl Türkiye’sinin tanıklığıdır. Yoksulluk ve cehaletle geri bırakılan Anadolu insanının, özellikle köylüsünün yaşadığı zorlukları, kentlere ve başka ülkelere çalışmak üzere göç olgusunu, yiten yaşamları, yok edilmek istenen ortaklaşmacı kültürü, kapitalizm tarafından sakatlanan aşk ve sevgileri, onun öykü ve romanlarının temel izlekleri olarak görmekteyiz. Daha önce dergilerde yayınlanan öyküleri, ilk kez 1964’te Hür Yayınevi tarafından “İtin Olayım Ağam” adıyla yayımlanır. Bunu aynı yayınevi tarafından 1965’te edebiyat dünyasına kazandırılan ilk romanı aha sonraki yıllarda başka yayınevleri tarafından da basılan Haçça Büyüdü Hatiş Oldu, Geçeneğin Karanlığında, Titanik’te Dans, Tavandaki Kırmızı adlı beş öykü kitabı Temmuz 2017’de Yazılama Yayınevi tarafından “Bir Hikayem Var” adıyla yayımlanır. Bu kitaplar üzerine önemli inceleme ve değerlendirmeler yapan B. Sadık Albayrak, onun öykülerini “Köyden Sürülen Köylünün Öyküsü”, “Ülkenin Şehirlerinden Almanya’ya”, “Geride Kalanın Öyküsü”, “Yazarın Göçü: Titanik’te Dans”, “Âşıkların Öyküsü”, “Yitiklerin Öyküsü” ara başlıklarıyla irdelemiştir. Yazılama Yayınevi, öyküleri tek kitapta toplayıp yayımlayarak, yeni kuşak okurun Yusuf Ziya Bahadınlı’nın öykücülüğü hakkında bütünlüklü bir düşünce edinmesine de olanak sunmuştur.

Edebiyat, insanın bin bir halini anlatma sanatıdır; edebi okur ise, anlatılanı anlama çabasını, dış dünyada anlamlandırma mücadelesiyle bütünleştirendir.

Yusuf Ziya Bahadınlı, edebiyatı anlatma sanatının ötesine taşıyan, okurda yeni bir dünya yaratma ve yaşatma istenci, sevinci yaratan bir yazardır. Bunu özellikle “Lidya Gözleri Yaprak Yeşili” romanında, tarih bilinciyle verir. Romanın kahramanları Gülveli, Eren sözcükleriyle Anadolu’ya Türk-Türkmen topluluklarının kattığı ortaklaşmacı yaşam anlayışının felsefi çağrışımlarını verirken, Luvi-Lidya sözcükleriyle komün yaşam deneyimlerinin Anadolu’daki tarihi köklerinin filizlenmesine ışık tutar. “Aşk” yoluna ortaklaşmacı paylaşıma dayanan incelikli yaşam ortamını terk eden Sabii karakteriyle de, hem akan suyu kutsayan Sabiileri çağrıştırmakta hem de iç yangınıyla kavrulup gidenleri betimlemektedir. Onun romanla vermeye çalıştığı komün yaşamının kökleri var Anadolu’da, dolayısıyla kurgu düzleminden çıkıp tarihsel vurgu noktasında, Çorum Alacahöyük’teki kazı ve araştırmalardan çıkan aşağıdaki genişçe sayılabilecek bilgiyi paylaştıktan sonra doğrudan eserlerin incelemesine geçmekte yarar görüyorum. Böylece gerçekçi bir yazar olarak Yusuf Ziya Bahadınlı’nın tarih ve toplum bilincinin temellerinin olduğunu ortaya koymuş oluruz.

“Günümüzden yaklaşık 9 bin yıl öncesine tarihlenen Çatalhöyük, Anadolu’da yerleşik hayata geçilen ilk yerleşim birimlerinden biridir. Yapılan çalışmalar sonucunda Neolitik Dönem’e tarihlendirilen ve 8 bin kişinin yaşadığı bu yerleşmede eşitlik ilkesine dayalı bir toplumsal düzenin olduğu anlaşılmıştır.
Çatalhöyük’ün önemli ve popüler olmasının nedenlerini 9 bin yıllık olması ve çok büyük bir alanı kaplaması şeklinde sıralayan , Kazı Başkanı Stanford Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ian Hodder, ‘Yerleşik hayatın hep Ortadoğu’da, Irak’ta, Mezopotamya’da, Suriye’de var olduğu düşünülüyordu. Kazılarla, Orta Anadolu’da çiftçiliğin, yerleşik hayatın olduğu görüldü” dedi. Dönemin en kalabalık yerleşmelerinden biri olan Çatalhöyük’te iç içe ve paylaşımcı yaşam tarzı söz konusudur. Arkeolojik açıdan buranın son derece önemli bir yerleşme olduğuna dikkat çeken Hodder, konuşmasına şöyle devam etti:

‘Özellikle Ortadoğu’daki diğer yerleşim birimlerinde belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra merkezileşmiş bir yönetim ve hiyerarşi ortaya çıkarken, Çatalhöyük’te insanların eşitlik ilkesiyle yaşamaları bölgedeki diğer yerleşim birimlerinden ayrışmasına neden oluyor. 8 bin kişilik toplulukta genelde bir liderin, bir hükümetin olması ve bir hiyerarşi beklenir. Çatalhöyük’te herhangi bir lider, herhangi bir hükümet, idari bina yok; kadın ve erkekler eşit. Çatalhöyük’ün ilk kasabalardan, ilk yerleşim yerlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar, Büyük topluluklar halinde nasıl yaşanır? sorununu çözmüşler.’

Hodder, Çatalhöyük’teki geçim ekonomisi ve sosyal örgütlenme hakkında önemli verilere sahip olduklarından da söz etti: “Kullandığımız modern bilimsel tekniklerle erkek ve kadınların çok benzer şeyler yediğini, çok benzer yaşamlar sürdürdüğünü, benzer işlerde çalıştığını, hem erkeğe hem de kadına aynı sosyal statünün verildiğini gördük. Kadın- erkek arasında insanların düşündüğünden çok daha eşit bir yaklaşım olduğunu öğrendik. Ayrıca evlerin içerisinde, yerin altına gömülen insanların biyolojik olarak birbirleriyle akraba ve aynı aileden olmadığını gördük. Bir aile olarak yaşamışlar ama biyolojik olarak ebeveynleri aynı değil. Dolayısıyla Çatalhöyük’te doğduğunuzda biyolojik anne-babanızla yaşamıyorsunuz, başka insanlarla yaşıyorsunuz.’

Yerleşmedeki duvar resimleri, heykelcikler ve gömü gelenekleri incelendiğinde, bunların birbirleriyle ilişkili olduğunu söyleyen Hodder, ‘Sanat eserlerinin, ölülerle iletişime geçmek ya da o ölüleri korumak niyetiyle yapıldığını düşünüyoruz. Çatalhöyük’ü ziyaret ettiğinizde, o evlere gittiğinizde hem insanları hem de insanlara ait parçaları da görebiliyorsunuz. İnsanlar beraberinde parçaları da saklamış, bir şekilde atalarınız hala sizinle yaşıyormuş izlenimini veriliyor’ şeklinde açıklamalarda bulundu. Sanat eserleri açısından zengin olan yerleşmedeki tüm evlerin içinde duvar resimlerinin olması, yerleşmenin dikkat çekici özelliklerinden biridir. Eserlerin iyi korunmuş olması detaylı analizlerin yapılabilmesine olanak sağlamış, bazı evlerde 450 kata kadar ulaşan sıvalardan yüz yıl boyunca insanların günlük hayatlarında neler yaptıkları net ve detaylı olarak anlaşılabilmiştir.”(1)

Bu yazımızda; öykü, roman, anı, gezi, araştırma-inceleme, sözlük olarak onlarca kitaba imza atan Yusuf Ziya Bahadınlı’nın, toplumsallık ve karakter yaratma yönüyle romanları üzerinde durmak istiyorum. Bunu yaparken, diğer yapıtlarıyla ilişkilendirilmesi gereken noktalara da değinmekte yarar görüyorum.

Yazarın yayınlanmış altı romanı bulunmaktadır: Güllüceli Kâzım (1965), Güllüceyi Sel Aldı (1972), Gemileri Yakmak (1977), Açılın Kapılar (1989), Devekuşu Rosa (1992), Lidya Gözleri Yaprak Yeşili (1996) Araştırma-inceleme üzerinden kaleme aldığı ve Antep’te toplumsal mücadelede politik kişiliğiyle etkin olan Reşit Güçkıran’ın (Kürt Reşit) “Memo” olarak biyografik romanı diyebileceğimiz “Gemileri Yakmak” dışındaki yapıtlarında, yazarın yaşamından doğrudan izler bulmak mümkündür.

Romanlarda Konu-Mekan İlişkisi

Şairin hayatının şiire içkinliği gibi yazarların yaşadıkları olaylar, mekanlar, ortamlar ve kişilikler de öykü ve romanlara dahildir. Bu açıdan bakıldığında Yusuf Ziya Bahadınlı’nın “Çalışkan” olan soyadını değiştirerek doğup büyüdüğü Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Bahadın köyünün adını kullanacak kadar özümsediği bir coğrafyanın, onun yapıtlarında derin izler taşıdığına tanık olmaktayız. Bu gerçeği, onun yapıtları üzerine incelemeler yapan B. Sadık Albayrak şöyle özetlemektedir: “Yusuf Ziya, toprağın çocuğudur. Köyde doğayla haşır neşir ve mücadele içinde geçen çocukluğunun, eserlerinde belirgin bir etkisi vardır.”(2)

İlk iki öykü kitabı olan “İtin Olayım Ağam” ve “Haçça Büyüdü Hatiş Oldu”da bu köy ortamının biçimlendirdiği insan ilişkileri işlenmiştir. Yine romanlarında çocukluk ve ilk gençlik döneminin derin izlerinin yer aldığı bu coğrafya öne çıkar. Onun ilk romanı olan Güllüceli Kâzım, öğretmen olarak çalışmaya gittiği köylerden Alevî olduğu için kovulan Kâzım’ın anlatmasıyla, o dönemde yazılan köy romanlarından ayrılır. Yazarın, bu seçimden hareketle Türkiye siyasetine ayna tuttuğu da görülür. “Lidya Gözleri Yaprak Yeşili” romanında iki mekan öne çıkar. Komün yaşamın biçimlendiği Morbenek köyü merkezde yer alırken, yazarın “il” ya da “Egeşehri” olarak kodladığı ikinci mekan ise, aşk sürgününün zorunlu yaşam alanıdır.

Konu-mekan ilişkisi kadar, mekanın orada yaşayan kişinin karakterine etkisi konusunda çarpıcı bir ilişkiyi “Lidya Gözleri Yaprak Yeşili” romanında şöyle anlatır yazar:

“… köpeklerin havlamasına hayret ederek Gülveli’nin evine soluk soluğa girdim. Evdeki bir tehlikeden kaçıp yine kendi evinin bir köşesine saklanan çocuklar gibiydim. Ve anladım ki kendi olabilen, rahat düşünülen, geçmişi yaşatan, geleceğine ışık tutan yer burasıydı. İşte büyükbabamın bahçesi; o burada düşünmüş, burada bulmuştu.”(3)

Bahçenin, hem doğayla iç içe yaşayanlar hem de kentlerin beton yığınlarına hapsolanlar için “soluklanma” yeri olduğu kadar özgür düşünme ve paylaşma alanı olduğu bir gerçektir. Bu gerçeğin; “Devekuşu Rosa” romanında Gül ile Metin’in arkadaşlarıyla hayata dair konuşmalar yaptıkları, hatta tartıştıkları bir mekan olarak bahçenin seçilmesiyle de kendini gösterdiğini söyleyebiliriz.

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın diğer öykü ve romanlarında öne çıkan mekan ise Avrupa’dır, özellikle Almanya’dır. Yazarın Almanya’da bulunduğu yıllarda yazdığı iki öykü kitabı “Geçeneğin Karanlığında” ve “Titanik’te Dans”la “Açılın Kapılar” ve “Devekuşu Rosa” romanları, konularını Almanya’dan almaktadır. On yılı aşkın sürekli ve sürgün olarak yaşamak zorunda kaldığı Almanya’daki Türkiyelilerin toplumsal yaşamlarını, kültür çatışmalarını, uygarlık sorunlarını bu öykü ve romanlarında işler. Mekanın ayrıntılı betimlenmediği ve yazarın uzun süre kaldığı Berlin’in öne çıktığı bu öykü ve romanlarda kişiler, olayların akışında nitelikleri belirginleşen ya da olayları belirleyen kahramanlar olarak verilir.

Tema-Olay-Karakter Diyalektiği

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın romanlarında politika ağır basan temadır. Yazarın yaşamında politikanın belirleyici olduğu, uzun yıllar partili mücadele verdiği düşünüldüğünde, romanlarında bu temanın ağır basması gayet doğaldır.
“Güllüceyi Sel Aldı”da, kasabanın ilçe olmasıyla ilgili yapılan seçim faaliyetleri işlenir. Bu süreçte kasabanın kaderini belirleyen yerel güçlerin burjuva partileri ve politikacılarıyla çevirdikleri dümenler verilir. Örneğin, Memiş Kahya ve Bakkal Sadık Güllüce’nin ilçe olmasını istememişlerdir. Bakkal Sadık, Güllüce’nin ilçe olması durumunda bakkalına mahkum ettiği köylülerin başka yerlerden alışveriş yapacağını düşünür. Muhtar Memiş Kahya ise, Güllüce’deki konumunu yitirmek istememektedir. Köylüleri ikna edemeyince Bakkal Sadık ve Memiş Kahya, ilçe kararı çıkar çıkmaz Belediye Başkanlığına aday olup seçim çalışmalarına başlarlar.

1968’de seçimin yapıldığı dikkate alındığında, o zamanlar ülkede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) rüzgarının estiği görülür. Gerek parlamentoda yazarın da içinde bulunduğu TİP grubunun güçlü muhalefeti, gerekse sendikalar, dernekler başta olmak üzere kamuoyunda sosyalistlerin güçlenmeye başlamasına koşut olarak Güllüce’de de parti etkilidir. Romanda TİP, “Bizim Parti” adıyla geçer. İşte bu koşullarda Memiş Kahya, çıkarı için her partiden aday olabilecek bir tip olduğundan Bizim Parti’nin gücünü düşünür ve aday olmak için çalışır. Etrafındaki yandaşlarıyla kurduğu diyalogda geçenlerden şu bölüm, kurnazlıkta ne denli hünerli olduklarını göstermektedir:

“ ‘Bizim Parti’den konalım’ dedi Hüseyin.
Duran atıldı: ‘Konalım, iyi amma Ali Bizim Parti’den biliyorsunuz, Ali bu partinin köyde başkanı. Ankara’dan öğrenciler gelir, onu bulur. Ankara’dan, İstanbul’dan kitaplar, gazeteler gelir bu partililerden Ali’ye. Ali akşam sabah bu partinin sözünü eder. Bırakırlar mı bizi bu partiye. Diyelim ki konduk bu partiden, ya söylenenler. Komünist diyorlar, onu ne yapacağız?.’
‘Duran’ın düşündüğü şeye bak! Reisliği kazanalım bir defa da gerisi kolay; sırtımızda yumurta küfesi yok ya, istifa ederiz olur biter.’ ” (4)

Kahya Memiş’in bu oyununu, ilçedeki Bizim Partililer bozar. Bu kez Ümmet Partisi’nden aday olan Memiş Kahya’nın, oy toplamaları karşılığında Bektaş’la Hıdır’a köyün ortak arazisine ev yapmaları için izin vermesi; Ahali Partisi’nden aday olan Bakkal Sadık’ın da köylülere sabun, bulgur vd. malzemeler dağıtması, günümüz burjuva seçimlerinin de önemli araçlarıdır. Romanda yazarın dikkat çektiği önemli hususlardan biri, seçimlerde burjuva partilerinin inançları nasıl kullandıklarıdır ve bunu Bizim Partili gençlerin sorgulamasıdır. Bir toprak ağası olduğu anlaşılan Ahali Partisi milletvekili Engin Markacıoğlu’yla gençlerin girdiği tartışmanın bir bölümü şöyledir:

“Atillâ: ‘Bir soru da ben soracağım’ dedi, siz Alevî köylerini gezerken bıyığınızı Alevî bıyığı gibi uzatıyor, Sünnî köylere giderken kısaltıyormuşsunuz! Alevî köylere giderken yanınıza Dede, Sünnî köylere giderken Hoca alıyormuşsunuz. Alevî köylerde, Sünnîlere ‘Yezit’, Sünnî köylerde Alevîlere ‘Kızılbaş’ diyormuşsunuz, doğru mu?’
‘Bunlar da komünistlerin iftirasıdır. Ben din adamlarına büyük saygı duyarım, bu yüzden yanımdan hiç ayırmam.’” (5)

Politikanın romanın temasını belirlediği bir diğer yapıtıysa “Gemileri Yakmak”tır. Romanın başkişisi Antepli kabadayı Memo’nun lümpen kişiliğinin, politikleşmeyle birlikte nasıl toplumcu bir işçi önderi ve parti örgütçüsü haline dönüştüğünün anlatıldığı bu roman için 2008’de kaleme aldığım bir yazıda şöyle demiştim: “Memo’nun, İsmet Paşa’nın çok kızdığı bir parti olarak öne çıkan Türkiye Sosyalist ve Emekçi Köylü Partisi’ne üye olduğunu öğrenen Antep’in zengin çocuklarından bazıları, onu gördükleri yerde bu fikrinden cayması için zorlarlar. Bunlardan Cemil’in kendisine burjuva partisinden milletvekili olmayı önermesi üzerine şöyle der: ‘Bak Cemil, hiç yorma kendini, ben artık gemileri yaktım. Partiye bugün girdim.”(6) Sanıyorum Yusuf Ziya Bahadınlı da kitabın adını bu sözle ve bu sözün arka planındaki cesaret ve kararlılıkla ilişkilendirerek ‘Gemileri Yakmak’ olarak koyuyor. Romanda şöyle betimlenir bu durum: ‘Memo, eski Memo değildi artık. İşte asıl sorun buydu: eski Memo mu, yeni Memo mu? Eski Memo, günleri dolu dolu geçen, çok devinimli, çok coşkulu, çok gürültülü Kabadayı Memo. Yenisiyse okuyan, düşünen, davranışları ölçülü, eski anlamdaki özgürlüğünü yitirmiş, partili, bildiri dağıtan, bu nedenle cezaevlerine giren Memo. Eskisini beğenmiyor, yenisine de bir türlü alışamıyor.’(7) Bu sorgulamanın ardından Memo’nun 32. Bölüm’de Bayındırlık Bakanlığı’na bağlı yol onarım ve bakım işliğinde işe başlaması, çok çalışarak ustalarını geçmesi, politik çalışmasına bir de sendikal mücadeleyi katması anlatılmaktadır.”(8)

Memo’nun politikleşmesinde etkili olan Doktor Ferit’in ( Aslında Memo’nun öldürmek için takip ettiği ama davranış ve düşüncelerinden etkilendiği figür kişiliktir.) şu sözleri de romanın politik içeriğini yansıtmaktadır:

“Aslında bizim istediğimiz, büyük çoğunluğun özlemidir: yasalar herkese eşit uygulansın; adalet olsun; kimseye haksızlık yapılmasın. Vatandaşlar arasında şu Kürttür, şu Türktür, şu Alevîdir, Sünnîdir diye ayrım yapılmasın. [ … ] Yoksulluk olmasın. Kimi yesin kimi bakmasın istiyoruz.”(9)

Tema-olay-karakter diyalektiği bakımından roman kişilerinin, özellikle başkişide meydana gelen oluşum ve değişimlere çarpıcı bir durumu, yine “Gemileri Yakmak”tan verebiliriz. Memo’nun kabadayılıkla başlayan ve TİP üyesi olmasıyla sonuçlanan değişiminin, aşk ilişkisini de değiştirdiği görülür romanda. “Kabadayı Memo”nun birlikte olduğu kadın genelev patroniçesi Sevda’dır. Onun tutkuyla bağlı olduğu Memo politikleşince, Sevda’dan da uzaklaşır. Bir işçi olan Memo, çevresini ve arkadaşlarını değiştirdiği gibi yeni yaşamına uygun bir kişi olan Yıldız ile evlenir.

Bu konuda Murat Baycanlar’ın özlü değerlendirmesine yer vermekte yarar görüyorum. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın yapıtlarıyla ilgili yüksek lisans tezi hazırlayan Murat Baycanlar şöyle demektedir: “Gemileri Yakmak, Antepli kabadayı Memo’nun lümpen kişiliğinin siyasallaşmayla birlikte değişmesini anlatan bir romandır. Gemileri Yakmak “building roman” örneği olarak değerlendirilebilir.

Antep’te geçen roman çift zamanlı bir akışla Kurtuluş Savaşı yılları ve 1940-1970 arası bir dönemde gerçekleşen olayları konu alır. Romanda Antep’te Kurtuluş Savaşı yıllarında işgal güçleri ve bunlara dost olanlar ile işgale karşı direnenler anlatılır.

Bahadınlı, Gemileri Yakmak romanında bir yandan Kurtuluş Savaşı yıllarının siyasal panoramasını çizerken bir yandan da 1940-1970 arası Türkiye’sinin siyasal dinamiklerini aktarır. Romanda geriye dönüşlerle kurgulanan bu ikili yapıda Kürt Musdo işgal yıllarının onun oğlu Memo ise güncel olayların kahramanıdır. İşgal yıllarında Antep’in zenginleri işgalcilerle dostluk kurarken, işgale karşı direnen Anteplilere sırt çevirirler. Yıllar sonra yine aynı kişiler bu defa “vatansever” kimliğiyle zenginliklerine zenginlik katmaktadırlar. Yazar romanda bu kesimin her zaman bireysel çıkarının peşinde olduğunu tarihsel süreklilik içinde vermeye çalışmıştır.

Memo işgale karşı direnişin içinde yer alan yoksul Musdo’nun oğludur. Memo, yiğit, delidolu fakat işsiz ve başı beladan kurtulmayan bir gençtir. Memo’nun değişimi Damalı isimli birisinin kendisinden para karşılığı Doktor Ferit Bey’i öldürmesini istemesiyle başlar. Doktor Ferit Bey, Sosyal Demokrat Parti’nin başkanıdır. Memo, öldürmek için bir süre takip ettiği Doktor Ferit’i tanımak ister ve tanıdıkça onun fikirlerinden etkilenir.”(10)

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın romanlarında bir diğer önemli tema aşktır. “Gemileri Yakmak”taki karakterin oluşumuyla diyalektik bağına yukarıda değindik. Aşk, “Güllüceli Kâzım” ve “Güllüce’yi Sel Aldı” romanlarında aşk öne çıkan tema değilken, yazarın, “Devekuşu Rosa” ve “Lidya Gözleri Yaprak Yeşili” romanlarında “aşk, sevgi, cinsellik” konularını yer yer felsefi düzeyde işlediği görülür. Aşk ve sevgi, bu romanlarda roman kişilerinin tartıştığı bir konu olarak dikkat çeker. Açılın Kapılar’da ise aşk, başka temalarla birlikte roman kişilerinin üzerinde tartıştığı bir konudur.

“Devekuşu Rosa”da iki politik kadronun aşkı işlenir. Romanın olay örgüsünde ve duyguların akışında siyaset-birey-aşk sorgulaması öne çıkar. Almanya’da mülteci olarak yaşayan politik kişileri Metin ve Gül, romanın başkişileridir. Almanya’da tanışırlar ve ilişkileri aşka dönüşür. Partinin Metin’i Türkiye’ye çağrılmasıyla aşkları sarsılır. İkilemde kalan Metin, Türkiye’ye dönmeye karar verir.

Türkiye’de başlayan evliliği kocasıyla birlikte Almanya’ya gelmesiyle farklı bir boyut kazanan ve politik bir kimliği olan Gül, kocasının yasakçı ve baskıcı tutumlarına tavır alınca ayrılırlar. Yazar, erkeklerin aşka ve kadına feodal bakışını Gül’ün yaklaşımı çerçevesinde eleştirir. İlk kocasından ayrılan Gül, ardından politik bir insan olan Ender’le ilişki kurar. Ancak, Ender’in politik bir insan olmasının, kadın ve aşk konusunda feodal davranmasını önleyemediğini, yazar şöyle dile getirir:

“Arabaya binerken Ender’in biraz fazlaca süzdüğünü gördü:
‘Neden öyle baktın?’
Ender yine aynı bakışla:
‘Sürmeyi biraz fazla sürmüşsün gibi geldi bana!’ dedi.
Gül, ciddileşti:
‘Siparişinde bu isteğini belirtmemiştin!’ dedi.

Gül, Ender’den böyle bir karışma beklemiyordu, onu tanıdıktan sonra hiçbir şey değişmemişti. Anımsadı bir kez daha olmuştu, eteğinin kısalığını sorun yapmıştı, bir toplantıya gidiyorlardı. Evdeyse giyimi üstüne tek bir söz etmiyordu, ne övgü ne yergi! Dışarda değişen neydi, dışarda başkaları vardı, dışarda fazla dikkat çekmemeliydi, elbette daha çok kadınlığı! İrkildi, haksızlık etmiyor muydu, Ender’i böyle tanımladığına şaşırdı, insan sevdiğine böyle mi bakardı? O zaman Ender’in kocasından farkı neydi? Neler düşünüyordu, ayrıntılar görünmeyen tozlar gibiydi, dikkat edilmediğinde kimi yerleri kirletebilirdi, aldırmayınca da rahatsız olunurdu.” (11)

Feodal toplum ilişkilerinin, her ne kadar ekonomik açıdan kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerine dönüştüğü Türkiye’den 12 Eylül faşizminden kaçarak Avrupa’ya giden Gül’ü, boşanmaya karar verdiğinde nasıl etkilediğini kapitalist toplum ilişkilerinin kökleştiği Avrupalı kadın Andrea’yla diyaloğu üzerinden anlatır Yusuf Ziya Bahadınlı. Hem bu diyalogda hem de Metin’le kurduğu ilişkide “Doğu-Batı” değerlerinin öne çıkarıldığı görülür.

“Aynen böyle olmuştu, kalkıp pencereyi açmıştı, sokağın gürültüsü içeri dolmuştu ve o anda Andrea’nın sesini duymuştu. Andrea’ya kocasından ayrılmak istediğini söylediğinde:
‘Sakın ha!’ demişti kadın, ‘yapamazsın sen!’
‘Neden?’ demişti.
‘Sen yapamazsın!’
‘Neden ama?’
‘Sen tek başına yaşayamazsın, bak ben yaşarım.’
‘Anlamıyorum, neden yaşayamıyormuşum, ben aptal mıyım?’
‘Öyle değil, tersine, akıllı bir kadınsın, ama Doğu’lusun! Doğu’lu kadınlar tek başlarına yaşamaya göre yetiştirilmemişlerdir. Kocalarından ayrılan Doğu’lu kadınlar tanırım, ya bunalıma düştüler ya kötü yola. Kendilerine bir çevre aradılar, bulamadılar. Nereden olursa olsun Doğu’lu kadın kocasıyla vardır ancak’ ”(12)

Karakterin oluşum, değişim ve gelişiminde sorgulamanın rolüne önem veren yazar, Gül’ün Metin’le başlayan ilişkisinde bunu bir yazma eylemiyle verir. Gül, cinsellik ve sevgi konusundaki düşündüklerini şöyle dile getirir:

“Kunsthalle’de güzel güzel konuşurken seni sıktığımı, üstelik üzdüğümü biliyorum. İstemeden olduğunu söylesem inanır mısın? Sana öyle durup dururken sorular sormamın kişisel olmadığını düşünüyorum. Bunlar, cinselliğin çirkin, ayıp olduğunu bize dayatan feodal kültürün bir yansıması olsa gerek. Bunun böyle olduğunu bilmek, bu kültürün duygusal dünyamızdaki etkilerini silmemize demek ki yetmiyor. Görüyorsun şimdi bile sevgiyle cinselliğin ayrı ayrı ele alındığı bir dünyada yaşıyoruz. Şimdi bu dünyanın bu tür etkilerinden kendimi nasıl kurtaracağımı bilemiyorum.
Bize öncelikle (özellikle cinsel konularda) ‘iyi’, ‘kötü’ gibi değerlendirme hastalığı verilmiş, bundan kendimizi kurtaramadığımız ortada. Hangi cinsel eylemin iyi, hangisinin kötü olduğunu ille de saptayacağız, bir türlü bu konunun insan özgürlüğünün bir parçası olduğunu kabul edemiyoruz. Bu belki de sadece bir saptama hastalığından çok cinsellikle sevginin ayrı şey diye kabul edilmesinden kaynaklanıyordur.

Cinselliğin güzel bir duygu ve eylem olduğu kesin. Şu da var ki, cinsellik adına pek çok çirkinliklerin işlendiği bilinen bir toplumda güzeli çirkinden ayırmak epeyce zor. Ayrıca bunu her kişi için ayrı ayrı saptamak olanaksız. Ama görülüyor ki bundan vazgeçemiyoruz.” (13)

Mekanı Almanya olan diğer romanı “Açılın Kapılar”da, bir grup Türk ve onların Alman arkadaşları, bahçede hazırladıkları yemekte kendileri ve toplumla ilgili birçok konuyu tartışırlar. Aşk ve cinsellik de tartıştıkları konular arasındadır. Alman toplumundaki alışkanlıklar, aşk ve cinsellikle ilgili davranışlar, tartışmayı etkiler. Burada doğal ve toplumsal ortamın karakterleri nasıl belirlediği verilmeye çalışılır.
Bahçede sevgilisiyle birlikteyken onun gözleri önünde başka bir erkekle yakınlaşan, sevişen İnge’nin ahlâk anlayışı Kerem’i şaşırtır:

“Horst’u düşünüyordum, İnge’yi. Horst’u anlıyordum, İnge’yi anlamak istiyordum, yaptığını bilen biriydi, konuşmak isterdim İnge’yle. Karmen’in özgür olma isteği miydi? Kadın bir koşullanmaydı benim için, yine de bu bir isteğin en ucuydu, belki de en kabası. Bir anlık duygu patlaması denebilir miydi?.. Yüksel doğru söylüyor muydu ayrıca, doğru söylüyorsa anlattığı gibi mi, anlattığı gibiyse Horst neden öyle davranmıştı? İnge sıradan bir kadın değildi, her şeyden önce insana sevgisi vardı, Horst sevgilisiydi bir de, üç yıllık birliktelikleri vardı!..

Kadın erkek ilişkileri bir türlü yerine oturmamıştı kafamda, doğru şey neydi ayrımındaydım ama yerine oturtamamıştım. Alışılagelen en doğru muydu, bir yanlışı yaşıyor olamaz mıydık! Genel yargılar çok zaman dayanıksız oluyordu.” (14)

“Açılın Kapılar”da Hasan, Almanya’da yozlaşan bir tip olarak yer almaktadır. Onun kadınlarla ilişkisi Akçay tarafından eleştirilir. Yozlaşan Hasan’ın kişiliğinde, Almanya’daki Türklerin kadınlara olan bakış açılarındaki değişikliği sorgular.

“ ‘Hasan için tek bir şey var yeryüzünde!’
Yıldız’la İnge’de merak etmişlerdi. Akçay’a yakın bir yere oturdular.
‘Nedir?’ Yıldız’dı soran.
‘Kadın!’
‘Efendim?’
‘Almanya’ya geldikten sonra Hasan’da pek büyük bir değişiklik olmadı aslında. Türkiye’deyken ‘tek yol devrim’ diyordu Hasan, şimdiyse ‘tek yol kadın!’

Hasan hep gülüyordu, dikkat kesilmiştik, Ünallar da gelmişlerdi.
Doğruya doğru, Hasan’ın bu sayede epey görgü ve bilgi sahibi olduğunu da kabul etmek gerek. Diyelim ki Türkiye’den bir kadın gelecek (bu kadın mutlaka Hasan’ı görecektir; ya işi gereği ya da ne edip Hasan onu bulacaktır), diyelim ki kadın tiyatro oyuncusu. Hasan iki gün ortalarda görünmez, o iki gün içinde tiyatro, oyun üstüne kitaplar, dergiler karıştırmış, bu konuda ünlü oyuncularla ilgili dedikodular derlemiştir. Sinema oyuncusu mu kadın?..” (15)

Devekuşu Rosa romanıyla ilgili hem tema-olay-karakter diyalektiği hem de tez bakımından özlü değerlendirme yapan Ali Mert, şöyle demektedir: “…Bahadınlı’nın romanı için ‘feminist roman’ türünden kategorik bir değerlendirme yapmanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Kadınca bir uyanışı da barındıran ama ilişkilerin daha genel anlamda insani boyutlarını çözmeye çalışan, özgürlüğü ve eşitliği insan ilişkilerinden hareketle kurmaya çalışan bir yapıt bu. Kadının dünyasına dönük özel bir bakış fırlattığı için, doğaldır ki ‘feminizan yanlar’ da barındırıyor. Ama ‘-ist’ takısını zorlayan bir taraftarlığı yok.” (16)

Bu romanın, aynı temayı işleyen diğer romanlardan ayrılan önemli bir özelliği de sürgün gerçeğiyle yüzleşilmesidir. Karakterlerin oluşum, gelişim ve değişim evrelerinde yabancılıkla yabancılaşmanın yansımalarının verildiği romanda, Metin’in arkadaşı Ekrem’e söylediği şu cümle durumu özetlemektedir: “Almanya’da yalnız kalan bir Türk, memleketindeki hapishaneyi bile özleyebiliyor.”

Politik mücadeleyle aşkın, olay-mekan diyalektiğinde işlendiği Lidya Gözleri Yaprak Yeşili romanı önemlidir. Tezli roman diyebileceğimiz bu yapıtta, yazımızın başında vurguladığımız üzere Anadolu’daki komün yaşamının ilk örneklerinin görüldüğü bir bölge olan Morbenek’teki ortaklaşmacı ve özgürlükçü yaşamla karakterleri biçimlenen kişilerle yazarın “İl” diye kodladığı feodal ve dinsel geriliklerin egemen olduğu bölgede karakterleri biçimlenen kişilerin çelişki ve çatışmaları işlenir. Morbenekli bilge ve ortaklaşmacı Gülveli’nin, askerdeyken “İl”den bir kadına duyduğu aşkla, o kadının babası gerici ve baskıcı Hacıdede’nin kuşatması altında yaşayan Sabii’nin çelişkileri önemlidir.

21 bölümden oluşan bu romanda, başkişi Eren’in bilge dedesi Gülveli’nin tuttuğu Sarı Defter üzerinden, Morbenek’teki halkın yaşam biçimi, dünya algısı ve doğa-insan-toplum diyalektiğine dair felsefi görüşler dile getirilir. Altıncı bölümde (Gülveli’nin duygu ve düşüncelerinin yer aldığı bu bölümler italik harflerle yazılmıştır.) oğlu Sabii’ye seslenen Gülveli, aşk-kişilik ilişkisine dair çok çarpıcı değerlendirme yapar:

“Ezik insana dayanamıyorum oğul, insanın küçültülmesi beni de küçültüyor, yüreğimi burkuyor. Bir kuzunun kurtlaştığı, bir geyiğin arslanlaştığı hiç görülmüş müdür ya da bir gülün kavağa özendiği, bir söğüdün meyve veremediği için elmaya benzemeye çalıştığı duyulmuş mudur?

Sonraları hacı olacak bir hocaya içgüveyi oluyor, onun hayat tarzını kabul ediyorsun. Sen hazır olmadığın yaşama halini, düşünmeden, kendini, kendi özünü yoklamadan seçiyorsun. İki yanlışı birlikte yapıyorsun: Hem seni sen yapan tarzını hem içine yeni girdiğin hayatın senden istediğini ciddiye almıyorsun. Bir üçüncüsünü de buna katıyorsun, ki eb aşağılığı budur, aileni yani kendini inkar ediyorsun. Bunu yaparken kendini nasıl küçük gördüğünü, insanlık onurunu nasıl ayak altına aldığını fark edemedin. Belki de bunun adına ‘aşk’ diyorsun.
Oysa aşk, kişilik işidir oğul, aşkı kişilik besler. Aşk, sahip olmanın hırsı değildir. Bir temel fikri olmayan kişi, aşka sahip çıkamaz ve giderek karşısındakini kafeste beslediği bir kuş gibi görür ya da onun kişiliğinde eriyerek yok olur. Aşk bir duygu patlamasıdır, akılla beslenir, emekle beslenir, sense kazığına bağlı bir dolap beygiri gibi o kadının çevresinde dolanıp durmuşsun; bir kez kımıldasan kurtulurdun oğul! Her canlı kendini yaşar; kurdun kurtluğundan, serçenin serçeliğinden utandığını hiç duydun mu ve dal gövdesini saklayabilir mi, saklar mı!”

Morbenek’in sosyo-ekonomik durumuyla ilgili romanın başkişisi Eren’in, evlerine ziyarete gittiği Hurremi ve Misya’yla kurduğu diyalog üzerinden bilgi verilir:

“Daha merhaba demeden sormaya başladım, Morbenek, sanki bir başka diyardaydı, o güne kadar gördüklerimin, bildiklerimin dışındaydı:
‘Morbenek’te evler hep böyle mi?’
‘Aşağı yukarı’ dedi Hurremi.
‘Morbenek’te yoksul yok mu?’
‘Olmaz olur mu?’
‘Zengin?’
‘Pek sayılmaz.’
‘Nasıl oluyor bu?’
‘Kimsenin kimseden alma hali yok. Yüzyıldır birbirimizi biliriz; bunun yüzlerce yıl ötesi de var. Bunca zaman içinde insanların birer evi olmuştur nasıl olsa. Herkesin kendine yetecek bağı bahçesi var. Varlığıyla yetindikten sonra zenginliğe ne gerek var!’
‘İnsanlar daha iyi yaşamak ister.’
‘Doğrudur da burada her şey ayan beyan; fazla bir fark oldu mu sezeriz.’
‘Aldırmayan olursa?’
‘Olmaz, buranın insanı buradan başka bir yerde rahat edemeyeceğini bilir.’”(18)

Böyle bir ortamda büyüyen babasının, annesine duyduğu aşk adına Egeşehri’ndeki geriliğe nasıl boyun eğmiş olabileceğini düşünen Eren’in, kendi çocukluk ve ilk gençliğini geçtiği ortamla Morbenek’le farkını karşılaştırmasını, şöyle anlatır yazar:

“…Okulda öğretmen, evde dede; öğretmen başka şey söylüyor, dede başka! Ortada öyle lise de öyle, üniversite Egeşehri’nden uzakta ama dede, takkesi, sakalı, gölgesiyle yanı başında. Şimdi de bir başka dede, Sarı Defteri’yle, eviyle, bahçesiyle, Morbenek’iyle; baba yine ortalarda görünmüyor. Hurremi’nin son sözü her şeyi birden siliveriyor:
‘Biz sırtımızdakileri indirdik yavru, tüy gibiyiz şimdi.’” (19)

Tarım toplumunun ortaklaşmacı yaşamını kendine yeter biçimde sürdüren Morbenek, Alevi kültürü nedeniyle sık sık devletin jandarması tarafından basılır. Özellikle paylaşımın sembollerinden biri olan şarapları yüzünden başlarına gelmedik kalmayan Morbenek halkı, çareyi gözcülükte bulur. Jandarmanın geldiğini haber veren gözcüler sayesinde şaraplar, içine atılan tuzla sirkeye kestirilir. Bunun gerçekleştirilemediği zamanların birinde Morbeneklilerin durumunu şöyle anlatır yazar:

“Üçüncü gün yine akşama kadar köylü yol ağzında boş yere bekledi. Ancak akşama doğru jandarmalar Hurremi’ye evinde baskın düzenlemiş, onu yerlerde sürüklemiş, Misya’nın gözünü morartmıştı. Sonra Gözcü’nün kolunu kırmış, Luvi’nin kafasını yarmış, Hiti’yi kasaturayla yaralamış, kızlara sarkıntılık, kadınlara küfretmişti.”(20)

Yukarıdaki bölümde, yazarın kahramanlarına Eski Anadolu uygarlıklarından adlar vermesindeki tarihi materyalist bakışla, aslında egemenlik ilişkisi bakımından baskı ve sömürünün dışında bir yaşam biçimi kurulduğu için Morbenek’in sürekli baskı altına alındığının boyutları verilir romanın birçok bölümünde. Bunlardan biri de “kurtarılmış bölge” uygulamasının mimarlarından Hasan Sabbah’ı çağrıştıracak anlatıdır:

“Ölüyü yatağıyla Gülevi’nin avlusundaki bir taş masaya koydular. Kalabalığın içinden Hurremi ortaya çıktı., ölünün başucunda durdu, onun dağılan saçını düzeltti, acılı bir gülümseme vardı yüzünde; gözlerini tavandaki pencereye çevirdi: ‘Ey dünyayı aydınlatan ışık!’ dedi. ‘Sabbah aramızdan ayrılıyor, onu bir daha göremeyeceğiz. Biz canlılar doğarız da ölürüz de. Öldükten sonra da bir bakıma yaşayabiliriz, anıldığımız ölçüde tabii. Bu biraz da kendi elimizde. Ben inanıyorum ki Sabbah adı uzun yıllar dilimizden düşmeyecektir.’”(21)

“Lidya Gözleri Yaprak Yeşili” romanında başkişi Eren karakterinin oluşumunda olaylar kadar okumanın da büyük rol oynadığına vurgu yapılır. Sekizinci bölümden:

“Felsefe kitaplarını öne aldım. Felsefe bilmeyen birinin hiçbir konuda bir düşünce üretemeyeceğine orada karar verdim. İlkçağ felsefesini okudum; Yunan, Roma felsefesini okudum; Sokrates’i okudum: Gençliği baştan çıkaran, ‘kendini bil’ diyen ve ölüme mahkum edilen Sokrates! Herakletios’u okudum: Evren sürekli akan bir süreçti, başı-sonu olmayan bir değişimdi, aynı ırmakta iki kez yıkanılmazdı. Ortaçağ felsefesini okudum, Ortaçağ’da Hıristiyanlığı okudum: Hıristiyanlıkta Tanrı dünyayı yoktan var etmiş Yaradan’dı; Hıristiyanlık’ta insan hayatının tek anlamı Tanrı’nın buyruğuna uymaktı; Hıristiyanlıkta insanın tanrı önünde alçalması bir erdemdi (İslam’a ne kadar da benziyordu.). Rönesansı okudum; Kopernikus’u okudum: Evrenin var oluş nedeni insandı, evrende ne varsa insan içindi.Bruno’yu okudum: Evren önsüz, sonsuz ve sınırsızdı, yaratan doğaydı, yaratmadaki amaç ‘evrenin yetkinliği’ idi; evrenin sonsuz güzelliğine dalmada, onun içinde erimede insanın kendi üzüntüleri, ölüm hiç kalırdı. (…) Marksizmde Din’i okudum: İnsan, gerçek dünyanın çelişkilerini, bilgisizliği içinde algıladığı fantastik arzuları tersine çevirerek Tanrı kavramına bağlar, deniyordu. (…) Anadolu’ya gelen Türkmenlerden bir bölümünün daha önce İslam elbisesi giymek zorunda kaldığını ama içindeki bedenin yine kendi kaldığını okudum.”(22)

Öğrenme çabasını okumanın yanında derin gözlem ve eylemlilik içinde geliştiren Eren, aşkı da Lidya’yla doğayla bütünleşme ortamında iliklerine kadar hisseder. İnsan-mekan-insan ilişkisinin gelişimini, değişimini şöyle anlatır Yusuf Ziya Bahadınlı:

“ ‘Bugün bana iyi bir botanik dersi verdin’ dedim.
Gülümsedi, bir süre baktı ve:
‘Kitap okumak hoşuma gidiyor’ dedi, ‘sinemayı, tiyatroyu seviyorum, imkan oldukça tabii, ama şu üstünde oturduğum çobanyastığı bana bedenimin bir uzantısı gibi geliyor!’
‘Çıplak ayakla çayır içinde gezinmek! Çayır yoncaları, çayır nergisleri!..’
Lidya’ya, onunla bütünleştiğimizi, onunla ikiyken bir olduğumuzu söylemek istemiştim aslında ama duygularımızın her ikimizce de benimsenmesini, daha doğrusu onun ağzından dile getirilmesini bekliyordum; ne var ki daha çok erkendi. (…)
Dere boyunda akan suya, kıyıdaki çimenlere, viyaklayıp duran kurbağalara bakınıp giderken ayağım bir çukura girdi ve yüz üstü düştüm. Ama tez toparlandım, doğrulurken Lidya koşup geldi, elimden tutarak kalkmama yardım etti, ‘geçmiş olsun’ dedi.
Ve eli elimde, bir süre konuşmadan yürüdük.
Köye gelmiştik, Lidya durdu:
‘Hoşça kal Eren’ dedi (adımı ilk kez söylüyordu), ‘dediğim gibi seni İl’e bekliyorum.’” (23)

Sonuç

Romanlarından alıntılarla somutlaştırmaya çalıştığımız üzere Yusuf Ziya Bahadınlı’nın romanlarında olay-karakterler-mekan bütünlüğü vardır. Mekanların ayrıntılı biçimde betimlenmediği ama karakterlerin oluşum ve değişimindeki rolleri çerçevesinde ilişkilendirildiği görülmektedir. Karakterleri belirleyen toplumsal yapı, üretim ve bölüşüm ilişkileri çerçevesinde verilmeye çalışılmıştır.
Yazar, insanın doğal ve toplumsal ortamın özellikleri çerçevesinde etkileşim içinde yaşam serüvenini öykülerken, nedenselliğe dikkat eder. Bunu olayların akışı içinde karakterleri canlandırmasından anlamak mümkündür. O, karakterin oluşum-gelişim ve değişim diyalektiğini emekle ilişkilendirir. Mücadeleci insanı öne çıkarır. İnsanı “ince şeyler düşünmekten” alıkoyan çelişkileri gözler önüne sermeye çalışır. Zaman zaman romanların kurgusu içinde kopukluk ya da savrukluğa yol açan “girdiler” dikkat çekse de, bu çelişkilerden kurtuluşun ipuçlarını da sezdirir.
“Köy Enstitülü yazarlar, kentin veya sanayi toplumunun romanını yazamadılar. Köylü kaldılar.” biçiminde özetleyebileceğimiz haksız eleştiriyi Gemileri Yakmak, Açılın Kapılar, Devekuşu Rosa romanlarıyla doğrudan çürüten Yusuf Ziya Bahadınlı, Lidya Gözleri Yaprak Yeşili romanıyla da hem felsefi hem de uygulama düzeyinde kent-kır yaşamının nasıl “incelikler”le geliştirilebileceğinin ipuçlarını vermiştir.

Onun betimlediği toplumsal yaşam, Hatayi’nin (Şah İsmail) şu iki dizesiyle dile gelir:
“Gül ile gülü tartarlar / Gülden terazi tutarlar…”

Notlar

(1) “Çatalhöyük’te insanlar eşitlik ilkesiyle yaşamış”, www.ilerihaber.org, 25.09.2014
(2) B. Sadık Albayrak, “Karanlıkta Seheri Görenler”, Yusuf Ziya Bahadınlı Üstüne Kırkbir Yazar Kırkbir Yorum, s.77
(3) Yusuf Ziya Bahadınlı, Lidya Gözleri Yaprak Yeşili, Morbenek Yayınları, s.74
(4) Yusuf Ziya Bahadınlı, Güllüceyi Sel Aldı, s.40-41
(5) —————————-, a.g.e., s.196.
(6) Yusuf Ziya Bahadınlı, Gemileri Yakmak, s.159
(7) Yusuf Ziya Bahadınlı, a.g.e., s. 166
(8) Müslüm Kabadayı, “Gemileri Yakmak Romanı”, Yusuf Ziya Bahadınlı Üstüne Kırkbir Yazar Kırkbir Bakış, Özel Baskı, s.230-238
(9) Yusuf Ziya Bahadınlı, a.g.e., s.125
(10) Murat Baycanlar, Yusuf Ziya Bahadınlı’nın Öykücülüğü ve Romancılığı, Eylül 2006
(11) Yusuf Ziya Bahadınlı, Devekuşu Rosa, s.103-104
(12) —————————, a.g.e., s.23-24
(13) ———————–, age., s.166-167
(14) ———————–, Açılın Kapılar, s.56
(15) ———————–, a.g.e., s.80
(16) Ali Mert, Devekuşu Rosa, Cumhuriyet Kitap, 2 Mayıs 2002
(17) Yusuf Ziya Bahadınlı, a.g.e, s.53-54
(18) Yusuf Ziya Bahadınlı, Lidya Gözleri Yaprak Yeşili, s.33-34
(19) —————————-, a.g.e., s.36-37
(20) —————————-, a.g.e., s. 58
(21) —————————-, a.g.e., s.45
(22) —————————–, a.g.e., s.60
(23)—————————–, a.g.e., s.83-84