Onur Ünlü'nün Recep İvedik övgüsü: Aslında hiç itiraz etmedi ki!

Murat Akgöz

Blog: Kent Kültür Sanat

Dağınık saç, kirli sakal, - içi içine sığmadığından olacak – içinde zor duruyormuş gibi göründüğü dar bir ceket, ters ışık, film afişleri ve bir parmak havada konuşuyor ve bu imaja o efsunlu, alaylı ses tonu da bir kalenderlik ekliyor: “Recep İvedik aaacayip yalnız bir adamdır, o yüzden derindir, annadın mı?...” 

Geçen hafta gündeme geldi yeniden: Onur Ünlü’nün iki sene önce verdiği bir röportajın bir bölümü kesilmiş ve YouTube’a yüklenmişti. Bir ekşisözlük başlığı ile tekrar gündemimize giriverdi bu röportaj. Röportajın tamamı değil ama Recep İvedik’e ilişkin sözleri sadece. Kemal Sunal kıyaslaması ve İvedik’i daha derinlikli bulduğunu söylemesi... Ortalık karıştı tabi, Onur Ünlü’ye yakıştıramayanlar oldu bu övgüyü, hele Kemal Sunal’a kıyasla bunu yapması, hayal kırıklığı yarattı.

Bu sözlerde en kulak tırmalayıcı olan İvedik değil de “annadın mı?” aslında. Röportajın kesilmemiş halinde de her iki cümleden birinin sonunda yer alıyor bu ve buna benzer ifadeler: “annadın mı? taam mı?” Kelimelerin düzgün şekilde yazılmaması bir alay olarak algılanmasın, bu telaffuz, görmüş geçirmişlik, kalenderlik edasının bir parçası aslında ve yukarıda çizilen imajı tamamlıyor. Röportaj boyunca Beckett’tan Pinter’a, Camus’dan Aristoteles’e bir dizi yazar, düşünür adı ve absürd, gerçeküstücülük, komedi, trajedi, dramatik gibi kavramlar yerli yersiz sıralanıyor ve bunların arasına “annadın mı?”, “taam mı?” sıkışıyor. Yani o, sıradan, gösterişsiz, alçak gönüllü olan birisi. Ama kahvede, tarlada karşılaşabileceğin türen bu adamı biraz kazıdığında arkasında uzayıp giden bir derinlik var, iddia bu. Dili, görünümü ‘yüksek kültüre’ ait değil ‘aykırı’ yönetmenin, ama herkesin bildiğinden daha fazlasını biliyor.

Fakat bu bilgilerin, olguların sırlanışında, ele alınışında bir tuhaflık var. Ünlü’ye göre: “Komedinin insanın acılarına dair olmadığını” söylermiş kahrolası modernizm. Bunu derken, beş dakika önce aynı görüşün Aristoteles’e ait olduğunu söylediğini unutmuş gibi duruyor. Herhalde Aristoteles’in modernist, tekçi bir filozof olduğunu düşünmüyordur. Gülme alışkanlığımızın sürekli değiştiğini belirtip, güncel olanı yücelttikten hemen sonra “öte yandan Nasreddin Hoca’ya da hala gülüyoruz ama” diyor. Nasrettin Hoca bir istisna mı yani? Ünlü, güncel ile evrensel arasında nasıl bir bağ kuruyor? Absürdün, ikinci savaş sonrası dünyanın algılanamayacak bir yer olduğunu düşündüğü için ironiye kaçan Beckett ve çağdaşları tarafından kuramlaştırıldığını söylüyor. Sonra örnek sıralarken meşhur türkünün “manda yuva yapmış söğüt dalına” sözlerini hatırlatıyor. Bunlar bir ve aynı şey mi? Ve hiçbir bir soruya yanıt vermeden, uzun konuşmalarını “soru neydi bu arada?” diye bitiriyor.

‘Çılgın’ yönetmenimizin birbiriyle ilgisiz olguları dilediğince ortaya sermesi ve bunlar arasında hiçbir bağ gözetmemesi, ne kuramsal düşünüşünde, ne pratik yaklaşımında bir dizge sıralama olmaması “abi, adamın kafası başka işliyor yaa” anlamına mı geliyor acaba?

Pek öyle durmuyor. 

ALLA BENİ PULLA BENİ...

Çok tanıdık bir imaj bu. Böyle bir akıl yürütme zaten var düşünce dünyasının literatüründe. Yeni değil, üstelik dahiyane de değil. Hiçbir şeyin bir bütünün parçası olamayacağı, her bir şeyin kendi başına değerli olduğu, aralarında bir hiyerarşi bulunamayacağı, eski veya yeni, geri veya ileri kavramlarının ortadan kalktığı, insanın ve beğenilerinin zaman ve mekândan bağımsızlaştığı ve her şeyin eşit derecede değer gördüğü postmodernizm dünyası burası.

Öyle olduğu için bayağılığı aşikâr olanın ardında derin bir mana olduğu düşünülüyor. Bayağı olan bir anda tersyüz olup hor görülen, itilip kakılan, kıymeti anlaşılmayan değerli şey oluveriyor.

E biz tanıyoruz bu ideolojiyi. 16 yıldır aynı şey anlatılmıyor mu bize?

Recep İvedik yalnızmış ve bu yüzden değerliymiş. Neden? Kimse sormuyor mu bu soruyu oralarda? Yalnızlık neden değerli? Ve nasıl bir yalnızlık bu? Nerede? Kimin yalnızlığı? Seri katillerin yalnızlığı da değerli mi mesela? Ya IŞİD’e katılanların?

Yalnızlık, insanın varoluşundan beridir en büyük korkularından biri. Bazı avcı-toplayıcıların, bireyi kabileden kovmayı bir cezalandırma usulü olarak kullandığını biliyoruz. Yalnızlığın değerli olduğu da olur kuşkusuz, birikip yeniden sıçramak için içine düşülür bazen yalnızlığın. İnsandan ve dünyadan ümidi kesenin seçtiği bir varoluş yolu da olabilir, değerli görünebilir içinde yaşayan için. Ama eğer Recep İvedik’in yalnızlığından söz ediyorsak o, işçi sınıfının cebren içine itildiği bir yalnızlık ve örgütsüzlüktür. Evine kapatılan kadının, haksızlığa uğradığında onu kollayacak kimseyi bulamayan metal işçisinin, yükselmek için sınıf kardeşinin kuyusunu kazmak zorunda olan banka çalışanının, üç kuruş için ırkçı şiddete maruz kalan Suriyeli çocuk işçinin, kısaca, mahkûm edildiği siyasetsizlikten kurtulmazsa bütün işçi sınıfımızın itildiği yerdir Recep İvedik. Bunun neresi değerli? Kutsanan bu yalnızlık gerektiğinde eline pala alıp sokağa çıkar, futbol sahasına bıçak atar, etek boyu yüzünden sınıf kardeşi karşı cinsi yumruklar, hatta o denli ileri gider ki, kendi başına bir şey olmayacağını düşündüğünden “reisin” münasip bir tarafı olmakla övünür.

Doğrudur, Kemal Sunal bu yalnızlık çemberinin kırıldığı, örgütlenmenin, mücadele etmenin erdem olduğu bir Türkiye’nin komiğidir. Hala gülmemizin altında, buna duyduğumuz özlem de yatar.

AŞMAYI İSTEMEK

Aslında Onur Ünlü’nün Recep İvedik övgüsü kimseyi hayal kırıklığına uğratmamalı, onun İvedik’i övmemesi şaşırtıcı olurdu. Her şeye değer verirmiş görünüp her şeyi değersizleştiren bu ideolojik bulamaç, başından beridir onun düşünce dünyasının temeliydi. Samanyolu TV’ye dizi yapmakla başlayan kariyeri boyunca o hep bilimsellik ile dinselliği iç içe sokan, gerçeğin, pardon hakikatin bilinmezliğini öven işler yaptı. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’nde hepimiz iki yüzlü ve suçluyduk ve Kemalist - modernist hukukçu Celal Tan soğuk bir Cumhuriyet güzellemesi yaparken bir anda içten küfürler savurabilir ve kendini bir caminin avlusunda bulabilirdi. Güneşin Oğullarını bilim açıklayamazdı, gerek de yoktu buna. Zaten bilim adamları hep makro kozmosla ilgiliydi, oysa bütün olay mikro kozmostaydı. Birbirine hiç benzemeyen Beş Kardeş aynı evde mutlu mesut yaşayabilirdi. 

Onur Ünlü röportajın bir yerinde doğru bir şey söylüyor: gülmek, bütün tarih boyunca, olaylara yabancılaşabileceğimiz bir mesafede durmamızı ve böylece trajediyle baş etmemizi, onu aşmamızı sağlıyor. Bu doğru ama eksik bir tanım. Çünkü burada önemli olan “aşmayı istemek.” Eğer bu yoksa, gülmek lümpenliğe götürür bizi ve bu kutsanamaz. Her gülüş birbirinin aynı değildir yani. Yaşamı hafife almak, baş etmek için doğru bir yol ama onunla alay etmek, yada herşeyin alay edilebilir olduğunu düşünmek bizi ilerletmez, yerimizde de saydırmaz, geriye götürür, ilkelleştirir, lümpenleştirir. İvedik’in (“gülmek” demeye dilim varmıyor) böğürmesi, yalnızlığın isyanı olup çıkar.

Kısaca, Onur Ünlü hiç bir zaman itiraz etmedi aslında. İtirazım Var diyerek ortaya attığı alternatif, aynı ailenin bir diğer çocuğuydu. 16 yıldır ne yaşıyorsak, o da bunu söylüyordu.

Asıl sorun, bunun dahice bulunmasındaydı.