'Coşkun, filmin için 100 bin harcadık, parayı öde, filmini al!'

Murat Akgöz

Blog: Kent Kültür Sanat

Oyun/senaryo yazarı Coşkun Irmak ile piyasalaşmış sanat dünyasında, uğradığı haksızlığı ve yazarlık hayatını konuştuk.


Türkiye’de sinemanın en “prestijli” iki festivali aynı yıl içinde sansür gölgesi altında yapıldı. Bunlara ek olarak, bu arada yaşanan onlarca hukuksuzluğu, hak gasplarını, yoğun emek sömürüsünü ve bir de İstanbul Film Festivalinden sonra arka arkaya iki festivalin daha iptal olmasını eklersek, ülkemizde sinema yapmanın koşullarının giderek daha fazla daraldığını söyleyebiliriz. Ülkemiz sanatını, bu kurumaya mecbur bırakan gerici baskının önünü her zaman piyasacılık açtı. Sanat piyasalaştıkça çirkinleşti, sorunlar çözülmez hale geldi, üretimler kısırlaştı.

Bu ortamda, canla başla ve ilkelerine halel getirmeden çalışanlar da var. Coşkun Irmak bunlardan biri. Irmak ülkemizin en üretken oyun / senaryo yazarlarından birisi, aynı zamanda Ankara Devlet Tiyatrosu’nda yönetmenlik görevine devam ediyor. Şu sıralar Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde Dramatik Yazarlık Atölyesi’nin yürütücülüğünü de sürdüren Irmak’la yazarlık hayatını, sanat “piyasasında” karşı karşıya geldiği haksızlıkları ve ilk sinema filmi olan KUŞ filminin çekimleri sırasında ve sonrasında yapımcısı Ali Gündoğdu ile aralarında yaşananları konuştuk.

Yazarlık eğitimi almak nereden aklınıza geldi?
1982 yılında, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğrencisiydim. Bir gün kantinde, bir arkadaşımın elinde bir broşür gördüm. “27 Mart Dünya Tiyatro Günü Kutlama Haftası Programı”. Kısa oyunlar, sergiler, söyleşiler... Etkinlikleri izledim, afiş ve dekor eskiz-maket sergilerini gezdim. Ve Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin sahnesinde “Beş Kısa Oyun” ana başlığı altında sahnelenen oyunları izledim. Hiç unutmam o oyunları: Rafet Güçoğlu’nun yazdığı “ÇARK”, Sonkan Damcıoğlu’nun yazdığı “BURÇLAR YER DEĞİŞTİRDİYSE” ve “YAZMANIN DRAMI”, Feyyaz Yükselen’in yazdığı “ÖLÜMDEN ÖNCE” ve Deniz Üstüngel’in yazdığı “DOSTUZ”. Hepsi de Dramatik Yazarlık Dalı öğrencisi genç oyun yazarı adayları. Oyunlarından sonra sahneye gelişleri, seyirciyi selamlayışları hâlâ gözümün önünde...

Türkiye’de yaşayan her üç kişiden beşi şairmiş ya; ben o üç kişinin altıncısıydım o zamanlar. Bir arayış içindeydim. O oyunları izledikten sonra, daha salondan çıkarken karar vermiştim: Sosyoloji eğitimimi bitirdikten sonra, yeniden üniversite sınavlarına girecek ve dramatik yazarlık eğitimi alacaktım.

Sonra?
Yeniden üniversite sınavına girdim. Yeterli puanı aldıktan sonra, yetenek sınavlarını da geçtim ve hayalime ulaştım. Yalnız, geçmem gereken bir engel daha vardı: Bir fakülte bitiren kişi, askerliğini yapmadan ikinci bir fakülte okuyamıyormuş. Ben bunu sonradan öğrendim. GSF’ye kayıt yaptırabilmem için askerliğimi tecil ettirmem gerekiyor, fakat mevzuat engel. Tırsa tırsa, karnım ağrıya ağrıya askerlik şubesine gittim. Hiç bir şey demeden, rutin kontrollerden geçiyorum güya. Hiç bozmuyorum. Her şey bitti, Şube başkanı Albay tecilim için son imzayı atacak ve sonra işlem tamam!..

Başkan’ın makam odasının önünde, benim gibilerin oluşturduğu bir kuyruk var. Ben de girdim kuyruğa. Yavaş yavaş ilerliyoruz. İçeri üçer beşer giriliyor odaya. Ben girecekken, kapıdaki asker kolunu göğüs hizamda kaskatı tuttu ve yolu kesti. En öndeyim ve bekleyeceğim. İçeridekilerin işi uzadı. Bekliyorum. Heyecandan, kapının eşiğini aşıp, odaya doğru sarkmışım. Albay bunu gördü, makama saygısızlık ve taciz addetti ve gürledi. Bir azar işittim ki, öyle böyle değil. Belli ki adamın canı sıkılmış, siniri kalkmış, beni fırsat bilip rahatladı. Neyse, odadakilerin işi bitti, çıktılar. Bende şafak atmış. Fakat, az önce beni gürül gürül azarlayan o Albay gitti, pamuk gibi bir amca geldi adeta. Az önceki bağrışından pişmanlık mı duydu nedir, bu sefer öyle babacan konuşuyor ki, az önce bağışlanmaz bir hata yaptığıma ben de inanacağım neredeyse.

Albay’ım, daha önce bir fakülte bitirdiğimi öğrenince, mevzuatı anlattı bana. Fakat, hani gerisin geri ve kös kös dışarı çıkmama da izin vermedi, konuşmaya başladı. Ben dinliyorum. Sanattan nasıl da anladığını, zamane gençlerinin anarşiye kayıp kendilerine yazık ettiklerini ve gerçek sanatın ne olduğunu bilemediklerini dinledim. Albay’ım kendi konuşmasından kendi etkilendi ve giderek daha da babacan, anlayışlı olmaya başladı. Benim de biraz kendime güvenim geldi,  bir fırsatını bulup, lisedeki sanat tarihi hocam Burhan Toprak’ın verdiği bir örnek geldi aklıma (kendisi hattattı), onu anlatıverdim: Bir hattat, pirinç tanesinin üzerine “Bismillahirrahmanirrahim” yazmış. İşte bu adam, sanatkârmış. O ne incelik, hassasiyet, sabırmış. Bu satırları okuyanlardan o zamanın gençleri zaten hatırlar; şimdinin gençlerine hatırlatırım ki, Cem Karaca’nın “Parka”sının, “1 Mayıs”ının; Rahmi Saltuk’un “Nurhak”ının; Edip Akbayram’ın “Aldırma Gönül”ünün kokusu üzerimizde hâlâ...

Uzatmayalım, Albay’ım benim “aklı başında bir genç” olduğuma karar verdi ve önündeki bana ait evrak yığınını inanılmaz bir şekilde imzaladı. Tecilimi aldım. Mucize gerçekleşti. Odadan bulutların üzerinde yürüyerek çıktım, merdivenlerden uçarak indim. Fatih’ten Haliç’e doğru bayır aşağı koştuğumu hatırlıyorum.

Dramatik yazarlık eğitimi başladı... 
Başladı. Nasıl mutluyum. 84-85 öğretim yılının ilk yarısı daha, okulun panosuna bir duyuru asıldı. “Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması”nın katılım şartları ve son katılma tarihi. Benim hayatımı etkileyen ilk kısa oyunlar da, işte bu yarışmada ödül almış olan oyunlardı. İşte, artık ben de buradaydım. Artık ben de oyun yazabilir, yarışmaya katılabilir ve... O gün, akşamüzeri, yazarlık hocam Ahmet Erinanç’ın odasına gittim. Lafı biraz dolandırdım, sohbet ettik. Sonra, okuldan birlikte çıkıp, Montrö Meydanı’na kadar birlikte yürüdük. Hava kararmaya başlamıştı... Kafamda tek kişilik bir oyun konusu olduğunu, bunu yazmak ve “Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması”na katılmak istediğimi söyledim. O da bana, kart bir öğrenci olsam da, 1. sınıf öğrencisi olduğumu ve bu yarışmaya 3. ve 4. sınıfların katılmasının gelenekten olduğunu söyledi. Sonra da şunu da ekledi: “...Ama sen yapabilirsin. Dikkat et; ‘sen yapabilirsin’, diyorum”... O otobüse binip, gitti. Ben mesajı almıştım. Çok çalıştım. Sömestr tatilimde İstanbul’a, ailemin yanına gitmedim. Çalıştım, yazdım ve yarışmaya katıldım. Oyunum yarışmada 2. oldu. Yazdığım ve ödül aldığım ilk oyun. İlk gözağrım: “KUŞ”. Ve bir hayalim daha gerçek oldu: “KUŞ”, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Kutlama Haftası etkinlikleri çerçevesinde sahnelendi. Oyundan sonra sahneye çıktım, seyirciyi selamladım.

Oyunun konusunu nasıl buldunuz, nereden aklınıza geldi?
Sosyoloji Bölümü öğrencisiyken, ilk iki yıl Bornova Öğrenci Yurdu’nda kaldım. 80 darbesinden hemen sonra, Eylül’ün sonu ya da Ekim’in başı gibi öğrenciliğim başladı ve yurda girdim. On beş gün kadar, yurtta darbe öncesi düzen hüküm sürdü. Sonra, yurda bir emekli albay atandı, her şey değişti ve askeri düzen kuruldu. Önceki dönemde, her odada tuğla ve telden yapılma elektrik ocakları vardı. Yemek pişirilir, çay demlenirdi. Bu yüzden, her dakika sigortalar atar, elektrikler kesilirdi. Blok müdürü aciz durumdaydı, hiçbir etkisi ve yetkisi yoktu. Emekli albayın yurt müdürü olmasından sonra, işler değişti. 09.00-17.00 arası yurtta kalmak yasaklandı. Bu saatler arasında bloklar ve odalar boş bırakılacaktı. O zamana kadar gece yarısı baskınları şeklinde olan ve askerler tarafından yapılan aramalar, yeni düzende gündüz gözüyle ve sakin sakin yapılabilir oldu. Blok müdürleri de kartal kesildiler ve geçmişin acısını çıkarmak için ellerinden geleni ardlarına koymadılar. Şahsen benim, ikinci yılın sonunda iki uyarım vardı. Üstüne iki de ikaz almıştım; üçüncü ikazı almam demek, yurttan atılmam demekti. Bu da, öğrenci kredimin kesileceği anlamına geliyordu. İkinci yılın sonunda, yurttan kendi isteğimle ayrıldım. Birkaç arkadaşla ev tuttuk. Güzel Sanatlar Fakültesi’nde okumaya başlayınca da aynı şekilde devam ettim. O süreçte çok ev değiştirdim, değişik insan manzaraları gördüm.

“Kuş” bu manzaralardan biri mi?
“Kuş”, birçok insan manzarasının bileşimi. Bornova’da, yurtta kalırken, darbe öncesi dönemde yaşanmış bir olayı anlatmışlardı bana. O zamanın sol kültürünün kız-erkek ilişkilerine dair algısını ve biçimlemesini bilenler bilir, oraya girmiyorum; o ortamda geçen bir olay. Bir çocuk, bir kıza aşık oluyor. Ama açılamıyor bir türlü. Giderek içine kapanıyor. Derken, bir kuş alıyor ve beslemeye başlıyor. Kızın adını da kuşa takıyor. O’nla konuşuyor. Ağaçlara çıkıyor, bütün gün dallarda oturuyor, giderek çevresinden kopuyor. Günün birinde, kızın karşısına çıkıyor ve “seni seviyorum” diyor. Kız için durum sürpriz, çocuğu tanıdığı filan da yok. Çocuğu tersliyor. Çocuk da gidip kuşun kafasını kopartıyor... İşte bu olay, beni çok etkiledi. O dönemin bunaltıcı atmosferini de yoğun olarak yaşamış biriyim, anladım o çocuğu, içimden kavradım. Sonra, zaman içinde, benzer olaylar duydum, kendim tanık oldum, empatimi derinleştirecek deneyimler yaşadım. Hep aklımın bir köşesindeydi. Panoda yarışma duyurusunu gördüğümde, bu birikim ateşlendi.

Aradan 29 yıl geçmiş. Yazdığınız ilk oyun, yönettiğiniz ilk sinema filmi oldu. Bunun için ne diyeceksiniz?
Bu bir rastlantı değil. Tiyatroya başlamam, sürdürmem, hep çalkantılı ve çatışmalı oldu. Hatta, “Kuş”un ilk sahnelenişi bile böyleydi. Üç yönetmenin eli deydi oyuna: Ragıp Haykır, Mehmet Büyükağaoğlu ve Şahika Tekand. İlk ikisi rahmetli oldu, üçüncüye uzun ömürler dileyelim. “Sinan” karakterini oynayan Murat Özcan çok sıkıntı çekti elbette. Çok geceler ikimiz başbaşa çalıştık, işi zordu ama açıkçası yalnız bırakılmıştı. Bu zor işin altından başarıyla kalktı. Oyun da, Murat’ın oyunculuğu da çok beğenildi, övüldü. Karşılığını da oyunculuk dersinden sınıfta kalarak aldı arkadaşım. Murat’ın neden sınıfta kalması; Tunguska patlaması, dinozorların yok olması, evrenin oluşumunda anti-maddenin etkisi vs. konular gibi, henüz netleşmemiş bir konudur benim için.

Dönelim bugüne; Gençliğin ve toplumun durumuna baktığımda, hâlâ Sinan’ların var olduğunu gözlüyorum. Hatta, paradoksal bir şekilde, iletişim kanalları ve olanakları 29 yıl öncesine kıyasla inanılmaz ölçülerde arttığı halde, iletişimsizlik ve yalnızlık, özellikle gençler arasında artmakta. Yaşamak azalırken, yaşamanın bilgisi çoğalıyor ve yaşamayanlar, yaşama bilgisine ulaştıkları anda, kendilerine yabancılaşıyorlar. Çünkü, yaşamadan, yaşamanın bilgisine sahip olmanın getirdiği bir çelişki var. Suyun 100 °C’de kaynadığı bilgisine sahip olmayı tamamlayacak olan, elini hiç değilse bir kez kaynar suya sokmuş olmaktır. Bu, bilgi ve deneyim arasında uyumdur ve insanı geliştiren, olgunlaştıran budur. Bu her konuya, her alana uyarlanabilir mi? Hayır. Ama bu, işin esasını değiştirmez. Dolayısıyla, “Kuş”un hikayesi ve sözü hâlâ güncel. Eğer bir sinema geleceğim olacaksa, bu yola “Kuş”la çıkmak benim için çok anlamlı.

Filmin çekimleri de, oyunun sahnelenmesi gibi maceralı oldu mu?
Olmaz mı?

Anlatmak ister misiniz?
Aslında istemem ama ibret olması bakımından anlatmam bir görev olabilir. Emin değilim ama, anlatayım...

“Bana Artık Hicran De” adlı dizi filmin iki senaristinden biriydim. Diziyi, Süreç Film adlı şirketin sahibi Ali Gündoğdu çekiyor. Bu sırada, Ali Gündoğdu’ya “Kuş”tan söz ettim ve çekmek istediğimi söyledim. “Sen çalışanların parasını ödersin, ben de ilişkilerimi kullanarak sana hizmet sağlarım, bu işi yaparız” dedi. Dekor depolarından birinin bir odasını bana tahsis etti, orayı boşalttık, Sinan’ın evi yaptık. Aksesuarları da Ali Gündoğdu’nun deposundan kullandık. Işıkçılar, ışık malzemeleri, sesçiler, ses malzemeleri, set içinde akla ne gelirse, kiralanan her şeyin ve çalışanların ücretlerini ben ödedim. Buraya kadar sorun yok. Ali Gündoğdu, “ben bir şey istemiyorum senden, ben sana destek oluyorum” diyor; ben de Ona “Tamam da, bu işi bir ortaklığa bağlayalım, bir anlaşma yapalım, filmin dağtımını filan da sen yaparsın, sonuçta bir şey kazanılırsa sen de hakkını al” diyorum. Bir iki hık mıktan sonra, böyle yapmak konusunda anlaşıyoruz. O anlaşma metni bir türlü gelmedi ama. Sonra, dizi tutmadı. Tutmayacağını bin kere söylemiştim. Çünkü yapım berbattı. Yönetmeninden mekanından bilmemnesine dökülüyordu, fiyaskoydu. Ama ben, fiyasko açığa çıkmadan önce fiyasko olacağını söylemiştim ki, insanları en çok kızdıran budur. Çeşitli müdahale önerilerim, yönetmen, uygulayıcı yapımcı değişikliği isteklerim, kolay yol seçilerek dedikodu ve şavullama kültürü içinde çürütüldü. Dizi bitti. Benim içeride üç bölüm senaryom var ve sözleşmeme gereği bunların parasının bana ödenmesi gerek. Ali Gündoğdu çıktı dedi ki, “ben zarar ettim, bu parayı ödemeyeceğim”. Ben de, sözleşmemizi hatırlattım. “Sen haklısın, sözleşmeye göre ödemem gerek ama zarar ettim, ben bu parayı ödemek istemiyorum” dedi. Feragat etmemi istedi. Ben de etmedim.

Bu arada, “Kuş”un çekimleri bitmiş, kurgu, ses vs. işleri başlamıştı. Bu işler de Ali Gündoğdu’nun ilişki içinde olduğu ve bağlantılarını da Ali Gündoğdu’nun uygulayıcı yapımcısı Nevin Ayaz tarafından bağlanan kişilerle ve onların stüdyolarında yapılıyor... Bu işlerin yapımında bir yavaşlama, yapan kişilerde bir yavanlaşma olmaya başladı. Önceleri emin olamadım, toz kondurmak istemedim ama, baktım ki ciddi ciddi, benim “Kuş”, kuş edilmek isteniyor.

Filmin Montajı’nı “Stüdyo 5”, color’ını da “Colorist” adlı fakat “Digiflame” adlı yapım şirketinin çatısı altında faaliyet gösteren şirketler yapıyor. Sahipleri de ortakmış.

Bu arada, diziden kalan senaryo ücreti için Süreç Filme ve Ali Gündoğdu’ya ihtarnameler çekiyorum.

Bekletilmekten ve atlatılmaktan sıkıldığım için, bir akşam kalkıp Digiflame’e gittim. Serkan Semiz ve adını hatırlamadığım diğer iki ortağından biri, oturuyorlardı. Gene atlatmaya çalıştılar. Bunun üzerine zıvanadan çıktım ve söylenmeye başladım. Beni bir odaya aldılar ve durumu benden dinlediler. Sonra, Ali Gündoğdu’nun kendilerine “Benden habersiz o filmin hiçbir çıkışı yapılmayacak, tutun” dediğini söylediler. Ayrıca, “kendilerinin Ali Gündoğdu’yla iş yaptıklarını, ilişkilerini bozmak istemediklerini” belirttiler. Onlara, “filmin hikayesi, senaryosu ve rejisi bana ait. Mekan tahsisi ve figürasyon tedariki gibi bir iki konuda Ali Gündoğdu yardımcı oldu, o kadar. Bütün set işçilerinin ve hizmetlerinin paralarını ben ödedim. Ali Gündoğdu ve Süreç Film, filmin yapımcısı değil” dedim. “Ama bize Ali Gündoğdu aracılığıyla geldiği için, biz O’na veririz filmi” dediler. Ben, Ali Gündoğdu’nun, “KUŞ”u, “Bana Artık Hicran De” adlı dizi filmden olan alacağımı mahkeme yoluyla tehsil edememem için bir koz olarak kullandığını; rehin aldığını ve düpedüz şantaj yaptığını söyledim. Demek istiyor ki, ‘beni mahkemeye verirsen, filmini alamazsın!’” Digiflame yöneticilerinden Serkan Semiz’e, “bana ait olan filmi, mali yükümlülüğümü yerine getireceğimi belirtmeme karşın bana vermeyerek, zorla ellerinde tutmalarının suç olduğunu” söyledim. “Bana Artık Hicran De” dizisinden dolayı Ali Gündoğdu’dan (Süreç Film’den) alacaklı olmamın; “KUŞ” adlı filmle hiçbir ilgisi olmadığını da belirttim. Tekraren, “Haklı olduğumu, fakat Ali Gündoğdu’yla olan iş ilişkilerinden dolayı filmi bana teslim etmeyeceklerini” söylediler. Bu noktada, kendileri de Ali Gündoğdu’dan ne kadar şikayetçi olduklarını, paralarını ödemediğini, abuk sabuk isteklerde bulunduğundan söz ederek, “aslında Ali Gündoğdu’nun nasıl biri olduğunu kendilerinin de bildiklerini ama ekonomik ilişkiler çerçevesinde O’nla iş yapmaya mecbur oldukları, bu yüzden karşılarına alamayacaklarını” da söylediler.

Daha sonra, Ali Gündoğdu’yla ve Serkan Semiz’le defalarca yüz yüze ve telefonla konuşmamıza karşın, beni oyalamaktan, atlatmaktan ve dizideki alacağımdan feragat etmeye zorlamaktan vazgeçmediler.

Color kopyasının aslını da bana vermediklerinde, ben Colorist’e gittim, “ya bana filmimi vereceksiniz ya da hepiniz beraber toplanıp beni döveceksiniz ve bu şekilde bu binadan dışarı atacaksınız. Filmi alana kadar gitmeyeceğim” dedim. Serkan Semiz de geldi, al takke ver külah derken, Ali Gündoğdu mesaj gönderdi: “Coşkun ben fılm 100 bın tl harcamışım bana bunu odermısın Sen odersen bende yapmam gereken neyse onu yaparım”

Aradım, “tamam” dedim. Aldım Serkan Semiz’i, bankaya gittik, parayı ödedim. Filmimi kurtardım. Bu arada, Color ve montaj parası olarak Serkan Semiz de 32.500 Tl almayı ihmal etmedi.

Sonra, Ali Gündoğdu’dan “Kuş” için yaptığı ödemelerin faturalarını, makbuzlarını görmek istedim. Göndermedi. Benle anlaşmak istediğini söylediği mesajı üzerine, buluştuk. Bu görüşmede “Film için harcadığı depo kirası, aksesuar kirası gibi ödeme kalemlerinin dökümünü çıkarmasını ve 100.000 Tl’den düşüp, üstünü bana geri vermesi ve benim de üç dizi senaryosu tutarından indirim yapmam” konusunda anlaştık, ayrıldık. Birkaç gün sonra bir döküm geldi ki, film için Ali Gündoğdu’nun harcadığı tutar 99.300 küsur. İçeriğine baktım, ödenmemiş miktarlar ödenmiş gibi gösterilmiş, üç paralık işler şişirilmiş, benim ödediğim paralar da var orada, vs. Tam bir şişirme. Adam, benim ödediğim parayla benim alacağımı sıfırlıyor! Bu listeyi kim hazırlamış? Nevin Ayaz, Ali Gündoğdu’nun uygulayıcı yapımcısı.

“Kuş”un kendi macerası başlı başına film hikayesi.
Daha bitmedi ama. Konuyu Senaristbir’e götürdüm, Ali Gündoğdu’yla yazıştılar, görüştüler. Bu yazışma ve görüşmenin formaliteden başka bir anlamı yok, çünkü adam emek gaspı konusunda durduğu yerde duruyor. Konu yargıya intikal edecek. Benim yaptığım bütün ödemelerin kayıtları var, duruyor. Herhalde Ali Gündoğdu ve Serkan Semiz arasındaki işlemlerin de yazışmaları, anlaşmaları, ödeme dökümleri duruyordur, çünkü mahkemede ibraz etmeleri gerekecek.

O zamana kadar her şeyi durduracak mısınız?
Hayır hayır. Önümüzde festivaller var. “Kuş”u hazırlıyoruz, yurt dışı ve yurt içi festivallere göndereceğiz.

Gösterim?
Önümüzdeki sonbahar.