“Devrim Çağı’nda Edebiyat” atölyesinin ardından…

Merve Tokmakçıoğlu

Blog: Kent Kültür Sanat

Kadıköy’deki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde on hafta boyunca devam eden “Devrim Çağı’nda Edebiyat” atölyesinde, katılımcıların ortaya koyduğu emek, vurgulanan temalar ve okunan metinler üzerinden yapılan tartışmalar ile, devrimler çağında aydın-sanat-iktidar ilişkisinin, edebi eserlerin tarihselliğinin ve mücadelenin güncelliğinin de vurgulandığı bir çalışma gerçekleştirildi.

Elli yıldan uzun sürmüş, etkisi bütün bir yüzyıla yayılmış ve hatta kendinden sonraki çağa da nüfuz etmiş bir dönemin edebiyatını on hafta gibi görece kısa bir sürede ele almak hiçbir zaman kolay olmaz; ancak “Devrim Çağı” atölyesi başladığında katılımcılarımızla birlikte dümeni nereye doğru kıracağımız ve hangi soruları yanıtlamaya çalışacağımız konusunda hemfikir olduk. Edebiyatta süregelen taşra merakından, korku ve suç türündeki kitapların hâlâ çoksatar olmasına ve en önemlisi başkaldıran ve üreten sanatçının günümüzde var olup olmamasına dair sorular ele alındı. Tarihin en kritik dönemlerinden birine diyalektik bir bakışla bakabileceğimiz atölye çalışması içinde bu tarihsel bakışın yanısıra, Romantizm’in ve Romantik aydının çelişkili konumu, toplumsal ilişki ve olaylarla yakın teması da sorgulandı. En fazla vurgulanan bağlam ise, sermaye sınıfının her silkelenişinde sanatçının da sarsılıp kendine yeni kriterler belirlediği bir noktada, kapitalizm iktidarı aldıktan sonra, burjuvazi ve aydın arasında kurulan ilişkinin niteliğiydi. Bu doğrultuda, İngiliz edebiyatının Romantik dönemini eksene alarak, belirli bir üretim tarzının, belirli bir coğrafyanın ve bir tarihsel çalkalanmanın, aydını ve çeşitli toplumsal kesimleri hangi eşiklerin önüne getirdiğini görmeye ve bu eşiklerden atlayabilenleri ve atlayamayıp düşenleri kavramayı amaç edindik. 

“Dua etmeye gittiler Tanrı’ya, onun rahibine ve Kralına,

Bizim sefaletimizden bir cennet kuranlara...” (1)

Bugün “Romantizm” ya da “Romantik akım” denildiğinde akla gelenin ya içi boşaltılmış ve sulandırılarak derinliğini kaybetmiş bir ruh hali ya da mücadeleden vazgeçmiş sanatçının kendi halinde kalmasını, uzaklaşmasını ve kaçışını simgeleyen bir dönem olduğu düşünülebilir. Edebi metinlerde, ders kitaplarında en basitinden “coşumculuk” diye adlandırılıp, “klasisizme karşı tepki” duyan sanatçıların “duygu ve hayali” ön plana alması diye de nitelendirilir. Bütün bu beylik sınıflandırmaları bir kenara bırakıp, tarihsel ve edebi olarak Romantik dönemin ne ifade ettiğini düşünelim: İlk olarak 1789 Fransız Devrimi’nin bizim de dahil olduğumuz “büyük insanlığın” değişiminde ve ilerlemesinde çok önemli bir dönemeç olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu gerçeği kabul ettiğimiz takdirde, tarihi bir olay addettiğimiz unsurun insanın gündelik hayatına son derece dokunan yanlar barındırdığını görürüz. Fransız Devrimi, öncesinde ve sonrasında kitlelerin geniş katılımı, devrim sırasında aydınların oynadığı rol ve günümüz toplumlarının üzerine inşa ettiği kültürel miras açısından önem taşımakla birlikte daha da kritik bir gerçeği bünyesinde barındırır: Bu, bitmez, gitmez, çökmez dediğimiz süper güçlerin ve “güçlü” insanların düzeninin devam ettiği bu asri zamanlarda, yıkılmaz denilen bir hanedanın bir grup çamaşırcı kadın, posta memuru ve baldırıçıplak sayesinde nasıl alaşağı edildiğinin de gerçeğidir: 

“Şimdi Kerim,

Sovyetler Birliği bahsine gelelim:

Yüz, yüz elli yıl önce doğmuş olsaydım eğer

saygı ve hayranlık duyacaktım büyük Fıransız inkılabına.

Kim bilir, belki o zaman da

Fıransalı keferenin fitnesine alet oldu derlerdi bana.

O devirde yaşamadım

ama hâlâ heyecanla söylerim Marseyyezi.” (2)

Fransız Devrimi, kitleleri itici ve dönüştürücü bir güç olarak derinden etkiledi; ancak İngiltere’deki yansıması toplumun farklı sınıflarının devrimi nasıl algıladığı ile de yakından ilgiliydi: Kendi deyimiyle “liberal bir muhafazakâr” olan Edmund Burke’ün (1729-1797) Fransız Devrimi’ne karşıt olarak yazdığı Reflections on the Revolution in France [Fransa’daki Devrime Dair Düşünceler, 1790] ve devrim sürecinde bizzat yer almış liberal Thomas Paine’in (1737-1809) Rights of Man [İnsan Hakları, 1791] eserlerinden bir seçki atölyenin ilk metinleri olarak ele alındı. Burke, devrimi yapanları “hayvani yığınlar” olarak nitelendirip verasete dayalı düzenin devam etmesini savunurken, Paine özgürlüklerin ve hakların hiçbir devlet ya da hükümet tarafından bahşedilemez olduğunu ve doğuştan var olduklarını yazar.

Devrim döneminin İngiltere’deki en dikkat çekici düşünürlerinden olan, Kropotkin’in anarşizmin siyasi ve ekonomik kavramlarını formüle eden ilk kişi olarak tanımladığı William Godwin’in (1756-1836) An Essay Enquiring Political Justice [Siyasal Adalet Üzerine bir İnceleme, 1793] eserinden bir derleme atölyenin bir sonraki okumasıydı: Temsili demokrasiye inanmayan, eğitimin devletin propaganda aracı olduğuna ve bu nedenle devletten bağımsız olması gerektiğine inanan Godwin’e göre evlilik en kötü mülkiyet biçimidir.

Devrimin yaydığı düşüncelerden etkilenerek yazdığı ve yayımlandığı 1792 yılından bu yana hâlâ emsalsiz bir metin olan ve kadın haklarını, yurttaşlık, toplum ve eğitim konuları bağlamında ele alıp ortaya koyan, Mary Wollstonecraft’ın (1759-1797) Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (A Vindication of the Rights of Women, 1792) tam metin basımı üzerinden ele alındı. Wollstonecraft’a göre, akılcı ve eşit haklara dayanan bir eğitim, kadın ve erkeğin aklını ve bedenini iyi kullanmasını sağlayarak, onları erdemli ve üretken birer yurttaş haline getirir. Böyle yurttaşların var olduğu bir toplumda da hiçbir birey bir diğerine bağımlı ve muhtaç olmaz. Yapay gelenekler, muhtaç bireyler ve mülkiyete dayanan ilişkilerle sağlıklı bir toplum inşa edilemez.

Wollstonecraft’ın ardından 1775–1817 yılları arasında yaşamış olan Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı (Pride and Prejudice, 1813) eseri tam da Wollstonecraft’ın karşı çıktığı kadın-erkek arasındaki mülkiyet ilişkileri bağlamında ve iki metin arasında karşılaştırma yapılarak okundu. Artık popüler kültüre mal olmuş romanda, Bay Darcy, Elizabeth Bennet, Bay Collins, Leydi Catherine gibi başlıca karakterler arasındaki sınıfsal ilişkiler ve evlilik kurumunun mülkiyet ile olan bağı incelendi. Jane Austen yazdığı dönemde aynı tarihte süregelen Napolyon Savaşları’na (1805-1815) neredeyse hiç değinmese de, ele aldığı taşra eşrafını ince eleyip sık dokur. Tıpkı Balzac gibi, onların düşünce yapılarını, yaşayışlarını ve davranışlarının resmini detaylı şekilde okuyucuya gösterir. Atölyede yer verdiğimiz bu romanında da, İngiltere’nin taşrasında yaşayan aileyi ele alarak, dönemin ekonomik ilişkileri, kadın ve erkeğin hayattaki seçimlerinin neler olduğunu ve evlilik kurumunun aslında neyi temsil ettiğini vurgulayarak bir anlamda toplumsal gerçekleri de gözler önüne serer. 

Jane Austen’ın romanıyla birlikte aslında atölyede başka bir döneme de girildi: Jakobenler’in 1794’te devrilmesinden sonra burjuva devrimini sönümlendirip burjuva rejimini sağlamlaştırmak isteyen grupların öncülüğünde yıldızı parlayan genç subay (ve eski Jakoben) Napolyon Bonapart kendisini 1804’te imparator ilan etti: 1793 yılında –devrimin en kanlı döneminde– Napolyon cepheden gönderdiği mektupta şöyle yazar:

“Fikirlerin bu kadar çarpıştığı, birçok bakış açısının birbirleriyle mücadele ettiği bu ortamda, dürüst biri için durum son derece karmaşık ve korkutucu... Nitekim kişi tarafını seçmeli, kanımca kazanan tarafı seçmeli – diğer bir deyişle – yağmalayan, ateşe veren ve yenilgiye uğratan taraf. Diğer seçeneği düşününce, yenmek, yenilmekten iyidir.” (3)

1794’ün galip gelenleri de yenmeyi tercih ettiler; zamanla ve aşamalı olarak kendilerini güç ve devlet eksenine iyice yerleştirdiler. Napolyon’un 1804’te kendini imparator ilan etmesi ile, devrimin tüm ilericiliği, yenilikçiliği ve aydınlanmacı kimliği tersine döndürülüp, fırsatçılık ve bireycilik ön plana çıkarıldı. İktidar sahibi olanların sahip oldukları gücü sonuna kadar kullanıp (gerekirse kolluk güçleri ve ordu ile) kendi sınıflarının çıkarına karşı olan her türlü isyana ve hak arayışına geçit vermeyen yeni bir sömürü düzeni yarattılar. Öyle ki, bu düzende kâr etmek her şeyden daha önemliydi.

Bu bağlamda sanatçının durumu ne hale geldi? İşte Romantizm denilen kavram da sanatçının içine düştüğü ortama verdiği tepki ile anlatılabilir. İngiltere’deki devrimci sanatçılar, Napolyon’un kendisini imparator ilan etmesiyle ve Napolyon Savaşları’nın başlamasıyla kendilerini müthiş bir çelişkinin içinde bulurlar: Savaşın başlamasıyla birlikte İngiltere’de birlik ve beraberlik çağrısı yapılır, reforma dayalı devrimci her tür oluşuma çizgi çekilir. Kral, kral naibi ve aristokratlar korumaya alınır; burjuvazi ve aristokrasi uzlaşmaya varır. Bu durumda, devrimci ya vatan haini ilan edilir ya da kendisi devrimin başarısızlığa uğradığını düşünür, hayal kırıklığı ile vazgeçer. Lunaçarski, “Romantizm” başlıklı makalesinde Romantizm’i, “burjuvazinin ona acımasız bir darbe indirmesinden sonra sanatçının yaşadığı gerçeklikten kopuşudur” diye nitelendirerek “devrimci ilerleme direnişe çarptığında savaşçı ve iyimser romantizmin” yılgınlığa ve umutsuzluğa, mistisizme ve doğaya doğru çekilişi olduğunu yazar. 

Arnold Hauser ise Batı Romantizmi’nin iki şekilde vuku bulduğunu öne sürer: Romantizm bir yandan orta sınıfın aydınlanma ile kavuştuğu özgürlüğün devamını ve doruğunu talep eden, ilerici ve zamanını aşan bir akımdır; diğer taraftan, akılcılığın yıkıcı etkilerine, düş gücünün yok edilmesine, reformcu eğilimlere karşı tutucu bir tavrı takınan bir akımdır. Hayal kırıklığı, içedönüklük, kaçış sendromu bu ikinci tavrın belirtileridir. Atölyede incelediğimiz 1815’ten sonraki metinlerde bu çelişkili ve karşıt olan ama Romantizm’in tanımının içinde bulunan iki tavrı, teslim olan ve hâlâ direnmeye devam eden sanatçılar kapsamında ele alarak aslında atölyenin altbaşlığını da gerçekleştirmiş olduk: “1789–1848 arası Teslimiyet ve Mücadele”

Bu bağlamda okuduğumuz, Godwin ve Wollstonecraft’ın kızları Mary Shelley’nin 1818 tarihli Frankenstein romanı devrim sonrası ve Napolyon Savaşları sırasındaki toplumsal ve siyasi ortamın çerçevesini çizmekte ve dönemin aydının içine düştüğü çelişkili durumu betimlemekte kaynak oldu. Ardından ele aldığımız Viktorya Çağı’nda burjuvazinin kendi rejimini nasıl kurduğunu, Sanayi Devrimi’nin toplum üzerindeki etkileri ile birlikte dönemin işçi hareketlerini (Çartistler, Ludistler...vb.) inceledikten sonra Emily Brontë’nin iki mekân ve iki anlatıcı ile kurguladığı Uğultulu Tepeler (1847) romanı bu bağlamda okundu. Atölyenin en son iki okuma metninden ilki olan Charles Dickens’ın Zor Zamanlar (1854) romanı Sanayi Devrimi’nin en hızlı ve en haşin gelişen dönemini anlatmakta ve bu nedenle sınıf çatışmasını, sanayi kapitalizmini, sendikayı ve işçi-patron ilişkisini gözler önüne sermekteydi. Bununla beraber Dickens’ın romanında yazarın/anlatıcının kendi sınıfından bağımsızlaşamadığı için kapitalist düzende çözemediği ve aşamadığı noktaları, umutsuzluğunu ve öfkesini ise akabinde okuduğumuz, atölyenin son metni olan Marx ve Engels’in Komünist Manifesto (1848) eseri ile tartıştık. Atölye kapsamında Romantik dönem şiirine ve şiir anlayışına yer ayrılan derste ise Wordsworth, Coleridge, Blake, Shelley, Keats ve Byron’ın şiirleri üzerinden Romantik şairin öznel miti, doğaya kaçışı, devrimciliği ve muhafazakârlığı, mücadelesi ve teslimiyeti tartışıldı. 

Atölye süresince yardımcı kaynak olarak belirlediğimiz Eric Hobsbawm’un Devrim Çağı 1789-1848 kitabı ile birlikte ele alınan dönemin toplumsal/siyasal/ekonomik arka planı ve edebiyatı bağlamında Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi (Cilt 3 & 4), Arnold Hauser’in Sanatın Toplumsal Tarihi, Engels’in İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu ve Terry Eagleton’ın Brontë kardeşler üzerine incelemesi olan Güç Mitleri adlı kitapları tavsiye edildi. Ayrıca zamanın ruhunu ortaya koyan filmler (Scola’nın Varennes Gecesi, Wajda’nın Vaatler Ülkesi, Peck’in Genç Marx filmleri... vb.) ve müzikler (Ça Ira!, Beethoven’ın Eroica senfonisi, Méhul’den Le Chant du Départ…vb.) tavsiye edilen kaynaklar arasındaydı. 

Atölyenin en önemli kazanımı katılımcılarımızın ortaya koyduğu yorumlar ve tartışmalar ile birlikte hazırladıkları “bitirme” çalışmalarıydı: Çeşitli meslek gruplarından atölyeye gelen, aktif çalışma ve eğitim hayatı olan katılımcılarımız tarafından eserler üzerine çeşitli makaleler kaleme alındı. Hepsine emekleri için teşekkür ediyoruz.

“Görkemli bir Heyula doğacak bütün bu mezarlardan,

Aydınlatacak bu karanlık gününü çağımızın...” (4)

Burjuvazinin 1789’da ortaya attığı ama sonuna kadar götürmekten kaçındığı demokratik ve siyasal tartışmalar 1848’e kadar mevzubahis olmaya devam edecekti. Bu dönemi kapsayan Romantik akım, Avrupa’nın kültür belleğindeki belki de en keskin dönemeçlerden biridir; kendi tarihselliğinin de farkında olan bir akımdır. Ancak Romantik sanatçının tarih ve toplumla olan ilişkisi sorunlu olan bir tavrı da içerir. Toplumu eleştirir, ama kıymet görmek ister; toplumdan uzaklaşmayı tercih eder ama deha olduğu için de anlaşılamadığını düşünür; kendi memleketinde mutlu olamaz, bu huzursuzluk ve zoraki kabullenme yurtsuzluk ve yalnızlık duygularının yaygınlaşmasına neden olur. Ancak bir yandan da geleceğe olan merakını ve umudunu yitirmez; monarşi tarafından ezilenlere “kalkın ayağa uykudan uyanmış aslanlar” dizelerini yazar; toplumdaki eşitsizliklere sinirlenir, kralı ve devleti yönetenleri alaya alır, şiiri sadece estetik alana hapsetmeyip şairleri “toplumun kanun koyucuları” ilan eder. Bu nedenle, belki de Ortega y Gasset’in insan için söylediğini biz de Romantizm için söyleyebiliriz: “Doğası yoktur, tarihi vardır.” 


(1)  William Blake, “Baca Temizleyicisi,” Masumiyet ve Tecrübe Şarkıları, çeviren: Selahattin Özpalabıyıklar. İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, syf. 40.

(2)  Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, Beşinci Kitap, Yapı Kredi Yayınları, 2007, syf. 1478.

(3) Eugen Weber, A Modern History of Europe, W.W. Norton: NY, 1971, syf. 533.

(4) Percy Bysshe Shelley’nin “İngiltere 1819” adlı şiirinden bir alıntı. Çev: Merve Tokmakçıoğlu.