Sinemada ego savaşlarının son ürünü: Bulantı

Gülcan Beyaz

Blog: Kent Kültür Sanat

Zeki Demirkubuz’un son filmi ve aynı zamanda Yeni Türkiye Sineması’nın son alemet-i farikası Bulantı geçen haftlarda gösterime girdi. Film sinema camiası içinde bir tartışma başlattı. Tartışma kültürü nerdeyse yok olan, tartışmaya değer üretimlerin de epey az olduğu ülke sinemamızda, bu durum haliyle ilgimizi çekti.

Fakat görüdük ki, aslında tartışılan ne film ne de sinema sanatımız. Ama yine de sürüp giden bu tartışmanın sinema dünyamızdaki çümüşlüğe işaret ettiğini not etmek gerek.

Film, yönetmenin canlandırdığı Ahmet karakterinin karısıyla yaşadığı problemler sonucunda karısının çocuğunu da alarak evden ayrılmasıyla başlar. Aynı gece Ahmet sevgilisiyle birlikteyken eşinin ve çocuğunun kazada öldüğü haberini alır. Dramatik olayını filmin bu kadar başında veren yönetmenin zaman kazanmak istediği düşünülür doğal olarak. Ancak yönetmen filmin kalanında zamanı öyle durağan ve filmsel anlatıma hiçbir katkısı olmayan uzun bakışma planlarıyla kuruyor ki; örneğin Ahmet’in sevgilisiyle yemek sahnesi sözsüz, tepkisiz, aralarındaki gerilimden bile kopup gittiğimiz bir şekilde uzatıldıkça uzatılmış, yönetmenin ne için böyle bir zaman kazanmayı tercih ettiği cevabı muallak bir soru olarak kalıyor. Filmin bundan sonrası; eşinin ve çocuğunun ölümüne aşırı tepkisiz kalan Ahmet’in görünürde hiçbir problemi yokken nedensiz bir şekilde hayatının bir türlü iyiye gidemediğini konu alıyor. Ve karakterimizde, bununla yaşamaya alışması tavsiye edilen nedensiz bir hastalık baş gösteriyor. Yani film nedensizlikler silsilesi olarak devam ediyor. Ahmet’in neden bu “bulantı”yı yaşadığı, nesnel hiçbir argüman içermeyip kerameti kendinden menkul bir sorun olarak tanımlanıp çözüme ulaştırılıyor. Film bir eser olarak anlattıklarının ötesinde ve aslında sadece şu bakımdan değerli ki; ülke sinema camiasındaki ikiyüzlülüğü, sanata ve sinemaya dair tezsizliği ve kofluğu gün yüzüne çıkardı.

Film, gösterimlerinin başlamasıyla ve yönetmenin spekülatif söylemleriyle birlikte epeyce yazılıp çizilmeye başlandı. Eleştirmenlerin genel eğilimi; bilmem kaç yıldır küs olduklarını ve konuşmadıklarını söylemekte hiçbir beis görmeyen, aynı sinema anlayışına sahip iki yönetmeni kıyaslayıp, birini el üstünde tutmak, diğerini bu film özelinde yerin dibine sokmak yönünde. Ne bu eleştirmenler ne de izleyiciler bu yönetmenlerin ne için küs olduklarını bilmiyor. Yanlış anlaşılmasın magazinel bir meraktan değil bu sorgulama, söyleyecek sözü olduğunu iddia edip bunu sinemayla ifade etmeye kalkıyorsa bu insanlar, aralarındaki polemiğin de sanatsal bir karşılığı olmalı. Hem biçim hem de içeriğiyle, kavgalı olduğunun karşısına özgün bir şekilde çıkmayı gerektirir bu. Yoksa karşına aldığını taklit ederek ona bir söz söylemiş olmazsın. Oysa bu yönetmenler kullandıkları estetik, yarattıkları (ya da yaratamadıkları) karakterler ve sinemayla olan dertleri açısından birbirlerinden çok mu farklılar? İkisi de Yeni Türkiye Sineması diye adlandırılan ve bugün açık bir şekilde gerici olduğunu dile getirmemiz gereken sinemanın neferleri. Yinelemekte fayda var; sanatçı açısından bu tür bir kavgaya girişmek, söyleyecek bir sözünüzün olmasını gerektirir. Öbür türlüsünün mahalle kavgasından bir farkı olmaz.

Zaten küçük bir çapı olan ülke sinemamızda, bugün genç sinemacılar tarafından takip edilen bu iki yönetmenin ego savaşlarına girişip küsmesi, ülke sinemasının geleceğine dair ortak hiçbir mücadeleye girişmemesi sadece sorumsuzluk olarak adlandırılabilir. Yönetmenlerin bu hadsizliğini bir kenara yazıp, eleştirmenlerin tavrına geri dönelim. Sinemaya ve insana dair tezi olmayan bu eleştirmenlerin omurgasızlığının herhalde tek açıklaması, Demirkubuz’un karşı saflarının yürütmüş olacağı lobi faaliyetleridir. Zira eleştirmen için bir sanat tezine sahip olmak, bir estetik anlayışı bütünlüklü bir şekilde ele alıp karşı çıkmayı veya savunmayı gerektirir.

Bugün hem eleştirmenler, hem de yönetmenlerde gördüğümüz ortak tavrın adı; ukalalık. Bu tavrın sinemaya yapıcı hiçbir katkısı yok. Üzücü olan nokta şu ki; bu ukalalıkları, memleketine ve insanına dair söyleyecek sözü olmayan eleştirmen ve yönetmenin sanatına katkı sunamayacağı gerçeğini görmelerini engelliyor. Bir sanat eseri ortaya koymak, alımlayıcıyla diyalog kurabileceğin yeni bir dil yaratmaktır. Hiç kimsenin diğeriyle iletişim kurmaya yanaşmadığı sinema camiası, izleyiciyle iletişim kurmaya çalışıyor; nafile çabalar. Ancak sinemacıların birbirleriyle kuracağı sağlıklı diyaloglar, sinemamızın bugün içinde olduğu karanlıktan, bunalım filmlerinden ve kasvetten kurtulmanın yolunu açar.

Ülkenin savaş ve kaos ortamına sürüklendiği bu günlerde sanatçı sıfatını kullanarak egolarını yarıştıran bu insanlar topluma karşı nasıl sorumluluk hissetmezler. Bu sorumluluğun altında eziliyor olmaları gereken şu günlerde hala çıkıp nasıl “Sevişme sahnesinde oynayacak oyuncu bulamadığım için kendim oynadım.” gibi bir açıklama yapabiliyorlar. Bu vesileyle açıkça şunu söyleyebiliriz ki; bu sinema anlayışı toplumsal gerçeğe ve insana gözlerini kapamış, salt yönetmen egosunu tatmine indirgenmiş bir sinemadır. Yarattıkları karakterler “insan”ın yalnızca birer kuklasıdır. Yönetmen seyirciye hangi hareketi göstermek istiyorsa sadece o ipi çekmiş; oysa sokaktaki insana yaklaşan karakterler, toplumsal koşulların içinde tüm istençleriyle çok boyutlu olarak var olurlar. Kukla oynatıcısı asla tek bir ipi çekemez, diğer ipleri hareket ettirmeden. Bunu yapmak için epey çaba sarf etmiş olmalı yönetmen. Yani aslında tüm boyutlarıyla var olmak isteyen bir karakteri zorla tek boyuta indirgemek; herkesin yapabileceği bir iş değil. Bu yaptığı, sinemasının neye hizmet ettiğini iyi biliyor olmayı gerektirir. Bu durum da, bu yönetmenlere olan öfkemizi daha da artırıyor. Eğer bu sinemanın gericiliğe hizmet ettiğinin farkında olmasalardı affedilebilirlerdi. Ancak şu şartlarda tek seçenek egolarının gözlerini kör ettiği gerçeğidir. Bu anlamda yönetmenlerimiz kukla dahi oynatamıyorlar.

Her iki yönetmen de son filmlerinde, kendi hezeyanlarından yola çıkarak aydın sorununa değiniyor. Aydın sorununu bir karakterin kişisel buhranlarına indirgemek, sorunu bütünlüğünden koparıp çarpıtarak gerçek dışı bir hale getiriyor. Oysa piyasa baskısıyla gericileşen aydın, bu yönetmenlerin kendi bünyelerinde vücut bulmuş halde. Türkiye, sanatın ilerici damarının etkisiz hale getirildiği uzun bir süreci yaşadı ve halen yaşamakta. Önümüze sunulan bu sinema anlayışı bu sürecin ürünüdür. Ancak işte tam da böyle bir süreç sanatçının kendisini göstermesini, toplumu ileri taşıma görevini üstlenmesini gerektirir. Sanatçı hiçbir zaman kendi kabuğuna çekilip sanatını oradan icra edemez. O, toplumla her zaman diyalog halinde olmak zorunda. Özellikle ülkenin bugünkü koşullarında Orta Yaşlı Werther’in Egosantrik Acılarını filme almak kişisel tatminden başka hiçbir işe yaramaz. Toplumda ısrarla gerçeklere gözlerini açma eğiliminin olduğu bir dönemde böyle filmlerle karşısına çıkmak ona; kapa gözlerini rahat uykuna demektir.