Adana Devlet Tiyatrosunda 'milli' bir oyun

Burhan Özalp

Blog: Kent Kültür Sanat

Adana Devlet Tiyatrosu’nda bu aralar Uğur Saatçi’nin yazdığı, Barış Erdenk’in yönettiği “Bu da geçer ya hu” adlı oyun sahneleniyor. Biliyorsunuz Devlet Tiyatrolarında “Yerli ve Milli” oyun tartışması sürüp gidiyor, buraya girmeyeceğim. İzlediğim “Bu da geçer ya hu” oyunu üzerinden konuşacağım. Oyunu öz-biçim diyalektiği kapsamında ele alacağım. Biçimle başlayacağım. Biçim olarak neredeyse kusursuz bir oyun izledik. Bütün oyuncuların performansları çok iyi idi. Süha’yı da oynayan Amiral Colthart’ı da oynayan, hizmetçi Kadriye’yi oynayan da izleyici üzerinde olumlu izlenimler bıraktı. Çok ve iyi çalışılmış bir kareografi vardı. Canlı müziği icra edenlerin sahneyle uyumu muhteşemdi. “Tempo oyunun bin ayıbını örter” derler ve oyunun temposu hiç düşmedi. Dekor da bu tempoyla çok güzel entegre edilmişti. Kostüm dönemi yansıtıyordu. Teknik ekip özellikle ışık ile ilgili herhangi bir aksaklığa neden olmadı. Canlandırmalarla ile birlikte “yabancılaştırma” dan oldukça faydalanılmış hatta biraz fazlaya kaçılmış.

Oyunun öz kısmına gelelim. Oyunun tanıtımında, oyun şu şekilde sunuluyor:

“İşgal yıllarının İstanbul'unda hiç ummadığı bir şekilde işgal orduları kumandanı Amiral Colthart'ın emir subayı olmak zorunda kalan Yüzbaşı Süha... Çıkardıkları mizah dergisinde Amiral' in kafasını balkabağı olarak çizdikleri için gazeteleri kapatılan Süha'nın kardeşi Kemal ve onun arkadaşı Falih... Süha Milli Mücadele'nin, Kemal ve Falih de gazetelerinin derdindeyken Amiral'in yeğeninin aniden İstanbul'a gelişi... Birbiriyle kesişen planlar ve karışan durumlar... Anadolu savaş acısıyla yanarken, İstanbul'da işgalcilerle mücadele eden bir avuç insan... "Bu da Geçer ya Hu" işgal acısı çeken İstanbul'un, her ne pahasına olursa olsun mücadele eden insanlarını anlatıyor… Savaşın tozu dumanı, işgalin hüznü içinde gülümseten bir kesit sunuyor….”

İzlediğimiz oyunda genel olarak şuna tanık olduk: Fonda ama oyun genelinde silikleşmiş bir şekilde işgale karşı anadoluda bir mücadele verildiği (Mustafa Kemal’in adını bile oyunun sonuna doğru duyduk) var. Süha işgalci İngilizlerin amirali Colthart’ın yardımcısı konumunda. Süha Gülümser adında bir kadını sevmektedir (Yer yer olsa da ve çok çabalamadığı bir şekilde Süha’nın anadoluya mühimmat sevketme isteklerini görürüz). Süha’nın “alaverici dalaverici” kardeşi ve onun “saftirik” arkadaşı, Amiral’in uzun zamandır görmediği ve İstanbul’a gelen yeğenini kaçırıp esir alır, Süha’nın kardeşi onun yerine geçer. Amiralin karşısına –yeğen- olarak çıkar, işler karışır. Süha zor durumda kalır, durumu kotarmaya çalışır. Amiral Gülümser’i yeğeniyle evlendirmek ister. Süha’nın kardeşi buna için için sevinir. Tam evlenme gerçekleşecekken “gerçek yeğen” gelir. Foya meydana çıkar. Amiral tam hepsini öldürecekken bir asker telgraf getirir. Telgrafta Mustafa Kemal ve Türk ordusunun Yunanlıları denize döktüğü yazmaktadır. Final böyle gelir ve bir şarkıyla oyun sonlanır.

Oyun öz ve biçim haliyle kısaca bu şekilde. Şimdi de oyunu öz ve biçim diyalektiğinde ele almak istiyorum. Benim açımdan en çok gözüme çarpan şu:  oyun tanıtımında yer alan “Anadolu savaş acısıyla yanarken, İstanbul'da işgalcilerle mücadele eden bir avuç insan... "Bu da Geçer ya Hu" işgal acısı çeken İstanbul'un, her ne pahasına olursa olsun mücadele eden insanlarını anlatıyor…” belki de oyunun en vurucu kısmı burası ama bu kısmı oyun boyunca samimi bir şekilde göremiyoruz (Zaten oyunun adının “Bu da geçer yahu”  olmasında bir şeyleri zamana bırakma ve kadercilik kokusu var. Ama zorlarsak her şeyin daha iyi olacağı umudunu çıkartabiliriz). Örneğin, Süha’nın derdinin gerçekten Anadolu’ya mühimmat sevk etmenin yolunu bir şekilde bulmak mı yoksa Gülümser mi olduğunu net olarak göremiyoruz. Süha’nın kardeşinin amiralin yeğenini kaçırmasındaki amaç oyun içinde kaybolup gidiyor ve Gülümser’de kilitleniyor. Brecht’in Aristoteles’çi tiyatrodaki ”katharsis”in önüne geçmek için kullandığı “yabancılaştırma”nın oyunda bol bir şekilde kullanıldığını belirtmiştik (oyunda daha çok komedi unsuru yaratmak için kullanılıyordu). Buna karşılık oyun finalinde okunan telgraf sonrası seyircide yaşanan “Mustafa Kemal katharsisi”ne ne diyeceğiz?

Tiyatrolardaki ve oyuncularda son yıllarda iyice artan güldürme kaygısı maalesef ki bu oyunda da çok vardı. Bu kaygı oyuncunun ortaya çıkar(ttığı)acağı karakterin oyun ile olan bağını da koparıyor. Örneğin, Amiral Colthart’ın hizmetçisi olan Kadriye’nin amiral ile olan ilişkisindeki ölçüsüzlüğü, kendini bilmezliği… Sonuçta karşısındaki işgalci bir ülkenin amirali, oyun komedi de olsa ölçüsüzlüğün bir sınırı var. Benzer bir şekilde Süha’nın oyunun ikinci perdesinde amirale “kıçınızın dibindeyim” demesi aynı kaygının sonucu… Süha’nın mühimmat deposu komutanın yerine geçmek için o komutana karşı kurduğu kumpasa rağmen Amiralin o komutanı görevinden almaması üzerine o komutanın sahneden “kırıtarak” çıkması aynı kaygının sonucu maalesef… Süha’nın kardeşi ile Gülümser’in evlenme sahnesinde imam ile rahibin nikahı ilk kim kıyacak atışmasında imamın “ben merkez camii (adana’da bilinen camii) imamıyım” diyerek seyirciyi güldürmek için yapılan basit tercih. Daha da acısı seyircinin bunu alkışlaması, bu ülkede alkışlatacak kimse kalmadı da imam alkışlatıyoruz? Kimse kusura bakmasın ama bunun adı gericiliktir. Ve bir ayıp işlediler, yine imam rahip sahnesinde rahip imama oyunla alakasız bir şekilde “bir eşcinsel kibarlığı” ile karşı çıkması, eşcinselleri gülünecek bir komedi unsuru olarak gösteren çok kötü bir homofobik tercih oldu.

Araya gitmesin diye söylüyorum. Hizmetçi Kadriye belli periyotlarla amiralin notlarını karıştırıyor ama bu karıştırmaları bir yerlere bağlanmıyor. Eeee o zaman karıştırmasına ne gerek vardı? Birazcık Çehov okuması bunu ortadan kaldırır değil mi?

Sonuç olarak sahnelen oyunda yaratılan karakterlerin “Anadolu savaş acısıyla yanarken, İstanbul'da işgalcilerle mücadele eden bir avuç insan...” ile uyumu çok sıkıntılı.  Tüm oyun ekibinin izleyici güldürme çabasıyla geçen oyun benim açımdan çoğunlukla dizlerimi sallamakla geçti. Bunun da beden dilinde neye işaret ettiği bilinen bir şey… Ama olsun “Milli” bir oyun izledik.