Cantus Firmus'la uyuyanları, kahve kokusuyla uyandırmaya: Bach'la kahve tadında yaşamlara...

Beril Azizoğlu

Blog: Kent Kültür Sanat

Sağınızdan solunuzdan sizi buz gibi kuşatan, ağzınızda metal tadı bırakan markalı giyim kuşam mağazalarının arasından geçip ulaştığınız ve birden çığlık atacak kadar sizi sevindiren geçen yüzyılın başlarında inşa edilmiş  bir  muhteşem yapı Elhamra. Kütüphane ve sinema geçmişini aklınızda tutarak baktığınızda en çok opera sahnelemeye yakıştığını düşündürten,  neredeyse minyatür, sıcacık bir mekana kavuşmak ne harika bir his. Hele bir de J.S.Bach’ın Kahve Kantatı  ve yanında şekerleme kıvamında 3 no.lu orkestra süiti ve mi majör keman konçertosuile tadına doyulmaz bir akşam geçirmek…

İzmir Devlet Opera ve Balesi tarafından 2019 repertuarına kazandırılan bir  eser daha Johann Sebastian Bach’ın (1685-1750) Kahve Kantatı (Kaffeekantate). İlk kez 1735 yılında Leipzig’de sahnelenen bu küçük opera; Fatma Yakar’ın 18. yy’ın atmosferini bir kafede kurguladığı ve orkestra şefi Ahmet Kahyaoğlu’nun yönetimindeki orkestrayı da (giyim kuşam ve hal ve mimikleriyle) kareografa müdahil ettiği ve Bach’ın 3 no.lu orkestra süiti ve mi majör keman konçertosunu incelikle iliştirdiği rejisi ile bütünsellik kazanmış bir seyirlik.

Önümüzdeki aylarda bilet bulmakta zorlanacağınız bu eseri izlerken hemen kafamda yazmaya da başladım. Ne çok şey barındırıyordu içinde… Tanrısını yanından ayırmayan Bach’la tanışmam, tanrıyı yanıma yaklaştırmaktan vazgeçtiğim çocukluk yıllarımda, Magnificat başlıklı eserini günde beş kereden az dinlemeden edemediğim yıllardı. J.S.Bach’ın 1723 tarihinde yazdığı tanrıya övgü şiiri Magnificat, ateist olduğuma karar verdiğim ergenlik yaşlarımın antitezi olan ve o sırada sınıfsal bilincim oluşmadığından bir türlü anlayamadığım bir boşluğa iterken, Bach’la beni karşı karşıya getiren ve ağlatan bir eserdi. Hâlâ da kendimle  başbaşa kalmak istediğim anlarımın ritüeli olarak klasik müzik koleksiyonumun en kıymetli eseridir, Magnificat.

J.S.Bach’ı müzik tarihi, Barok Dönem (yaklaşık 1600-1750) içinde tanımlasa da ve tarih takvimlerinde bir çağdan bir çağa geçiş belirgin olsa da veya oldurulsa da, kuşkusuz bu çağlar arası geçiş, bir çağı hazırlayan, sosyal, kültürel ve politik gelişmelerle sağlanmaktadır. Müziği anlamanın dinlemekten,  dinlemenin seyretmekten farkını ve hepsini birden yapmaya çalışmanın hataları ve zorluğuyla kaleme alınan bu yazı, müziğin tarihsel koşullar içinde aldığı zorlu yolu (diğer sanatlara küçük dokunuşlar yaparak) hatırlatarak, Bach’ın çocukluğu, gençliği gibi biyografik ayrıntılardan ziyade,çağını hazırlayan koşullarla ve küçük örneklerle kişiliğini ve müziğini anlamak veya anlamlandırmaya çalışmak niyetindedir. Bunu yapmaya çalışırken de günümüzle ilişkilendirmeyi kâh yapacak, kâh okuyucuya bırakacaktır.

Müziğin o kırılamaz liturjik (litos taş anlamında latincede) formundan çıkması için 9 yüzyıl geçmesi gerekir. Müziğin çalgı eşliksiz cantus planus (düz ezgi), sağlam ezgi anlamına gelen cantus firmus diye tanımlanan tek sesli yapısının ayinlerin dışına çıkmaması için kağıda dökülmez, ezberden okunur notalar yüzyıllarca. Skolastik taşlaşmış yapı içinde nihayet el yazmalarına döküldüğünde ise notalar, kimi zaman bu el yazmaları kaybolmuş, kimi zaman yangınlarla yok olmuş veya yok edilmiştir. Matbaanın bulunuşuna kadar, notalar böyle can çekişir. Müziğin din dışına çıkması ve çok sesliliğe evrilmesi istenmez çünkü çok sesli müzikte metin  değil, müzik öne çıkmaktadır. Oysa kilisede önemli olan metindir. Dini müzikler çok seslendirildikçe ses partileri yoğunlaşır, ritmik yapılar karmaşıklaşır ve bu durumda  dini metinlerin anlaşılması  zorlaşır. Müziğin  teksesten, çoksesliliğe doğru aldığı yol, 6.-7.yy'dan itibaren Gregoryan Ezgiler olarak adlandırılan ezgilerden başlayarak ancak 12.-13.yy da Trubadur olarak anılan çalgıcı müzisyenlerle çeşitlenir. Bu gezgin ozanlar ki kimi zaman soylulardır da bunlar, Kuzey-Güney Fransa, İngiltere ve Almanya’nın farklı bölgelerinde  ayrı isimlerle anılırlar: Goliard, Harper,Jongleur, Gleeman, Troubadour, Trouvere, Minnesinger, Meistersinger gibi. Avrupa derebeylerinin şatolarında, kalelerinde şarkı söyleyip şiir okuyan gezgin ozanlar, yavaş yavaş kilise baskısından kurtularak dünyasal konulu ve yaşama sevinci ile yüklü ezgiler ortaya çıkartmışlardır. Bunlar bir çeşit saz şairi, aşıktır. Tümünün de ortak konusu, ulaşamadıkları gizemli bir aşkı, müzik ve sözlerle dile getirmektir. Hem çalarlar hem söylerler, hem şiir okur, hem de dans ederler. Bu gezgin şarkıcı ve ozanların geleneği 19.yy'a kadar sürer.

Ortaçağdaki skolastik düşünceyle birlikte sanat da dinin etkisiyle varlığını sürdürür. Ortaçağ sanatında bütün estetik değerler kilise ve soyluların önerdiği dinsel dogmalara yöneliktir. Sanat, dünya gerçeklerine kapalı, öteki dünyaya yönelik bir soyut anlayış içinde biçimlenmiştir. Her şey tartışmasız ve tanrıya yönelik dogmalar üzerine kuruludur.

Sanatçılar, önceden saptanmış, sınırları çizilmiş olayları hikaye gibi anlatır. Resim sanatı kutsal figürlerin dışına çıkamadan kilise duvarlarını süsler, perspektif olmadan, düz, sade, gölgesiz ve cansız renklerle yapılır.

Tezhip ve minyatür, el yazmalarında dikkat çeker, resim ve yazı birbirini bütünleyerek kullanılır. Doğaya bakarak yapılan resimlerde bile perspektif bulunmaz, önemli şeyler büyük çizilir…

Geç ortaçağ döneminde diğer sanat dallarıyla birlikte din dışına çıkmaya başlayan müzik, toplumsal olaylardan, savaşlardan, saray aşklarından nasıl etkilendiyse doğadan da etkilenir. Ortaçağda ressamlar doğanın solgun tonlarını tuvallerinde boyarken, besteciler de  doğanın seslerini eserlerinde seslendirir. Kimi zaman bir baykuş, kimi zaman bir kuşun taklidi olur bu ezgiler.

Kilise için metnin önemli olması nedeniyle müziği arka planda tutan, değişmez ezgi (cantus firmus) yapısının asla terk edilemeyeceği düşünülürken, sokaklarda çocukların diline dolanan ezgilerin; özlemlerle, hayallerle karışıp,  sokak çalgıcıları ile kültürler arası yolculuk yapması… Yakılan notalara rağmen, savaşlarla, değişen siyasi gelişmelerle kamp ateşi etrafında söylenen umut dolu şarkılara dönüşmesi… Sonu manastırlara varan uzun yollarda hacıların neşeli yakarışlarına karışması… Saray aşklarının melodileriyle süslenmesi, derken bir çağ geride kalır. Karanlık çağ diye adlandırılan ortaçağ, içi umut dolu aydınlık insanların zihinlerinden, fırçalarına-tuvallerine, kalemlerinden şiirlerle, yazılarla kağıtlara, portrelere akar… Mimarlar, heykeltıraşlar eserlerinde yeni üslup anlayışlarıyla yeni bir çağı hazırlar. Antik Yunan düşünürleri ve sanatı yeniden konuşulur, tartışılır. İnsan ve düşüncesi ön plana çıkar…

15.yy.’ın Kuzey Avrupa’sında sanat, dinsel ögeler taşımayı sürdürür. Resim sanatında dua kitapları, ilk örnekleri oluşturur. Dinsel eserler çoğunlukla olmakla beraber, portre resimlere de geniş ölçüde yer ve önem verilir. Mimarlıkta ise gotik mimari sanatı, yavaş yavaş terk edilir. Örneğin Mimar Brunelleschi, Donatello ve Ghiberti gibi heykeltıraşların  eserleri sade kompozisyonlara yönelir. Jan Van Eyk ve Roger Van der Weyden gibi Flaman rönesansının resim sanatındaki en önemli temsicileri ise daha çok  dinsel konulara yer verseler de, eserlerinde kompozisyon ve desen bilinçli ancak  perspektif, deneme halindedir. Dinsel figürlerde (İsa ve Meryem tasvirlerinde), simetrik kompozisyon ve kusursuz anatomik yapılar dikkat çeker.

Avrupa tarihinde 16. yy müziğe de yansıyacak dini bir reform hareketine de tanıklık eder. 15. yy’ın ortalarından başlayarak 150 yılı kapsayan Rönesansın aydınlanmacı ışığı yayılırken, Papalık yeni önlemlerle feodal yapısını korumaya; dinsel, iktisadi ve siyasi gücünün hegemonyasını sürdürmeye niyetlidir. Almanya’da Katolik eğitimi gören Martin; 1501’de Erfurt, 1509’da Wittenbergen Üniversitesinde ilahiyat üzerine araştırma yaparken Katolik Kilisesinin, topraklar üzerinde hak iddia ederek vergi kesen büyük bir mali örgüt haline gelmesini, ülkelerin siyasi  yapılarına karışmasını sorgulamaya başlar. 1517’de Wittenberg Şatosu Kilisesinin kapısına 95 maddeden oluşan tezlerini asar. Bu maddeler, katolik eğitimi gören Martin Luther’in katolik kilisesine eleştirilerini içermektedir. Latince yazılan 95 maddelik eleştirel görüş, Almancaya çevrilerek bir anda etkisi hızla büyüyen bir eyleme, kitlesel bir karşı duruşa dönüşür. Bu muhalif tutum, Protestanlık olarak adlandırılacak bir mezhebin doğması olarak tarih takviminde 16.yy'da yer alacak ve yüzyıl da Katoliklerle Protestanların çatışmalarına tanıklık edecektir. Ancak ne yazık ki Luther,  Papalık tarafından aforoz edilse de karşı duruşunu sınıfsal bir temele oturtamayacağı için yaşamı boyunca sınıfını bir türlü belirleyemeyecektir.

Papalık, rönesansın çiçeklenmesine ve Lutherci reforma karşı bir önlem olarak bazı değişikliklere yönelir. İtalya’da bulunan Trento Konsil’i 1545-1563 yılları arasında aralıklarla toplanarak; kilisenin işleyiş biçimi ve kilise müziği konusunda kararlar alır. Bu kararlarla; papalık makamındaki görevlilerin sayısı ve yüksek vergiler azaltılırken, haksız kazanç elde eden papazlar görevden alınır. Kilise adına yapılan bağışlar da denetim altına alınır. Konsil’in kilise müziği konusundaki düzenlemelerinde ise fikir ayrılıkları vardır. Kimileri dini kökenli olmayan ezgilerden uzak durulmasını, kimileriyse çok sesli müziğin yapısının ayinlerdeki sözleri anlaşılmaz kıldığını söyleyerek, müzisyenleri de çalgıları bilinçsiz kullanmakla suçlamaktadır.

Sonunda; Trento Konsili, kilise müziğinin her türlü fazlalıktan arındırılmasına karar verir. Oysa çoksesli müziği artık benimsemiş olan 16. yy bestecilerini yeniden sade ve yalın ve hatta kimi görüşe göre "sözde bir çoksesliliğe" yöneltmek ne kadar mümkün olabilir ki?

Örneğin; Bach öncesi dönemin en önemli kontrpuan ustaları arasında tarihte yerini alan Pierluigi da Palestrina (1525-94) katolik bir karşı-reformcu olarak anılsa da 16. yüzyılın son çeyreğinde müzikte zıt  akımları birleştirme becerisini göstermiş ve çokseslilikten vazgeçememiş bir bestecidir. Emilio de Cavalieri (1550-1602) de müzisyen olarak Roma'da, modern monodik tarzın karşı-reformun amaçları ile tutarlı olduğunu savunurken,  seküler bir amaca karşı polifonik unsurların uyarlanabileceğini gösterme çabasıyla öne çıkarken bulur kendini. Bir sanatçının kilisenin karşı-reformunun müzikteki dayatmalarını savunurken ilerlemeye karşı gelemediğinin örneğidir Cavalieri.(Bu nedenle biraz daha söz edeceğim) 16. yy çoksesliliğini (polifoni) yunan tragedyalarının uyarlanmasında  yetersiz gören Cavalieri, rakibi saydığı  Giulio Caccini'nin yapıtı olan ve erken barok stilini yansıtan,  Nuovemusiche adlı eserin anlayışının öncülerinden sayılan besteciler arasında da yer alır. Yeni  gelişmekte olan sürekli bas ve doğaçlama akorları uygalamasıyla, özellikle sonraki yüzyıllara damgasını vuracak ilk operalarda da benimsenmiş olan betimleyici, anlatımcı bir tarz, stilo rappreserıtativo-reçitatif stilinin ilk örneklerini 17.yy’ın başında vermiş bir bestecidir Cavalieri.

Avrupa'da monarşilerin egemenliğinde yürütülen sanat ve bilimsel çalışmalar arasında kimi zaman İtalya’daki gibi 400 yıl süren hanedanlıklar öne çıkar. Floransa’da ve Toscano’da siyasal ve sanatsal anlamda söz sahibi olan Medicilerin hanedanlığı; yenilgiler, sürgünler, ekonomik düşüşlerle pek çok besteci, yazar, mimar ve bilim adamını himayelerine almıştır. Örneğin 16. yy’da yaptığı araştırmalarla dikkat çeken Galileo Galilei, Jupiter‘in dört uydusu ile ilgili çalışmalarıyla dikkat çekince, kilisenin gölgesinde olan üniversitelerden  atılmış ve Mediciler’in davetiyle  Floransa’ya gelerek saray matematikçisi olarak çalışmaya başlamıştır.

Rönesans’tan Barok döneme geçişi Boran ve Şenürkmez aynı zamanda katolik kilisenin reform esnasında kaybettiği siyasal gücü, karşı-reformla tekrar kazanışını da simgelediği bir dönem olarak tanımlıyor. "Bu döneme devlet ve kilise açısından bakıldığında her ikisinin de sanatı bir güç gösterisi olarak algıladıkları görülmektedir. Diğer bir deyişle sanat, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri olarak gördükleri asillerin ve din adamlarının güçlerini simgeleyen bir ifade aracıydı. Bu dönemde aristokratlar, dini liderler ve bilim adamları aynı mekanları paylaşıyorlardı. Böylece bazı müzik etkinliklerine destek sağlanıyordu. Ancak buna rağmen halka açık konserlere nadir rastlanmaktadır." (1)

Bu Ortaçağa göre inceltilmiş efendi-köle ilişkisi içinde kimi 18. yy prensleri yanlarında orkestralarıyla gezerlerken, Osmanlı’nın Batı Müziği ile ilk temaslarına  bakınca 16. yy’da pek de hoşa gitmeyecek biçimde başladığını görürüz. Fransa Kralı I. François, Sultan Süleyman’a (1494- 1566) iki ülke arasındaki dostluğu pekiştirmek için 1543 yılında bir orkestra göndermiştir. Ancak önceleri Sultan tarafından çok beğenilen bu müziğin akîbeti, cengaver ruhunu yumuşattığı için çalgıların kırılmasıyla ve fakat sanatları takdir edilerek müzisyenlerin ülkelerine geri gönderilmesi ile sonuçlanmıştır.(2) III. Selim’in 1797 yılında  Topkapı sarayına Opera davet etmesi, beğenilmese de bu temasların devamını getiren ilk atılımlar olarak gösterilir. (3)

Sınırları keskin çizgilerle ayrılmasa da barok döneme(1650-1750) oturan 17.yy’ın sonları ve 18.yy’ın başlarındaki manevi krizi, aydınlanmanın merkezine alan tarihçi Jonathan Israel; eski ve yeniyi teolojik kavramlarla bağdaştırmanın güçlüğüne işaret ederken, krizin nedenini de maddi tarihte aramak gerektiğini belirtir. 1740’lara gelindiğinde; teoloji, felsefe,  siyaset ve bilim arasında yeni bir genel sentez kurmaya dönük tüm girişimlerin açıkça çöktüğünü  ifade eden Israel, Avrupa ticaretinin ve emperyalizmin yayılması , büyük uluslararası tekellerin hızla büyümesi, diasporanın alt üst edici sonuçları, yeni bir toplumsal farklılaşma ve akışkanlık, yeni teknolojilerin etkisi, geleneksel toplumsal hiyerarşilerin ve onlara eşlik eden sembolik sistemlerin kısmi çöküşü ve benzerleri olarak maddi tarihi özetler. Aydınlanmaya  salt felsefi anlam yükleyenler  için de, siyasal kültürü işaret eder: "Batı Avrupa ve Amerika’da felsefe ve onun siyasal ve toplumsal alandaki başarılı propagandası; sekülerleşme , hoşgörü, eşitlik, demokrasi, bireysel özgürlük ve ifade özgürlüğü cereyanları için güçlü bir itki olmasıyla aydınlanma, otoriteye ve geleneğe karşı bir başkaldırı söylemiyle sadece bir dizi felsefi metin değil, bir siyasal kültürdü." (4)

J.S.Bach’ın yaşadığı çağdaki siyasal ve kültürel dalgalanmalar sürerken; besteciler müzikal ilerlemenin ışığında, dini ve din dışı eserler üretmeye devam ederler. Halk, savaşlar ve salgınlarla sanatsal ve bilimsel gelişmeleri takip edemeyecek kadar "meşguldür" ve dünya, sömürgeciliğin "himayesindedir." Coğrafi keşifler, kıtalar arası ticaret, bilimsel buluşlar, kültürler arası geçişlerle aydınlanma yüzünü gösterse de Terry Eagleton’un Tanrı’nın Ölümü ve Kültür kitabında Ernst Cassirer’in özellikle Alman Aydınlanması için: “Aydınlanmayı temelde din dışı ve karşıtı bir çağ olarak ele alabileceğimiz şüphelidir. Dinin değil, onun 'aşkın’ meşrulaştırımının ve temelinin çözülmesidir” ifadesi yer alır. Eagleton’a göre aydınlanma, ahlâkı akılcı temeller üzerinde yeniden kurma arayışındadır.  Bu siyasal bir meseledir ve barbar, cahil inanç kovulup yerine akılcı ve medeni bir inanç getirilmelidir. Modern Avrupa dinlerinde 17.yy’a kadar ateizm sözcüğüne de rastlanmadığını belirten Eagleton, 1666 yılında Avam Kamarası’nın Londra’daki yangın ve vebadan  -‘monarşik halk kaçkını entelijansiya’ tabirine yakıştırdığım-  Thomas Hobbes'in ateizmini sorumlu tuttuğuna dikkat çeker. (5). Ne acıdır ki bundan üç yüzyıl sonra 17 Ağustos 1999’da Kaçkar dağlarında olan bu yazının sahibi, bir gün sonra dağdan indiğinde depremi öğrenmiş ve dağcılara son derece alışık  yöre halkı tarafından depremin müsebbipleri(işte siz kızlı erkekli ateist dağcılar! Deprem sizin yüzünüzden oldu!) olarak suçlanmıştır.

Çoksesli müzikte 18. yüzyıla kadar kadın sesine de rastlanmaz, Hatta koroda kadın olması yasaktır. J.S. Bach’ın 1721 yılında evlendiği ikinci eşi Anna Magdelana Wilcken  kilise korosunda şarkı söyleyen ama bu konumu itibariyle hoş karşılanmayan bir sopranodur. Kaynaklarımız, Anna Magdelena’nın evlendikten sonra koristliği bıraktığını, pek çok çocuk doğurmanın yanında, Bach’ın bestelerini notaya dökme ve  hatta bazı bestelerini yazmada  büyük oranlı katkısının olduğunu ifade etmektedir. 4.-5.yy’dan 17.-18.yy.a kadar müzik tarihinde kastratolar kadın seslerinin yerini alır. Barok dönemin ilk yıllarında ortaya çıkan opera sanatı, kastratoların gözde sesler olarak tercihini arttırmıştır. Neyse ki günümüzde kastre edilmemiş doğal kontrtenor seslerin  yorumuyla  dönemin eserlerini  yine müthiş bir tatla dinleyebiliyoruz.

Barok döneme işaret eden 17. yy ve 18. yy’ın ortalarında, Fransada XIV. Louis’nin Sarayı ön plana çıkıyordu. Yaşamı boyunca şansı yaver gitmeyen J.S.Bach, Fransada Versay Sarayında kendine yer bulamayacak ve Weimer dükalığının himayesine girecektir. 1717 yılının  Protestan Almanyasında Bach’ın başına gelenlere bakılınca bir saray müzisyeninin kendi isteğiyle himaye edildiği saraydan ayrılmaya kalkmasının mümkün olamayacağını da görebiliriz.  Saray Müzisyenleri, o dönemdeki kral ve prensler adı altındaki   egemen güçlerin bir nevi uşak veya hizmetlisidir ve bu durumun inceltilmiş bir kölelikten pek de farkı yoktur. Neyse ki  J.S.Bach, Weimer Dükalığı’nın müzisyenliğinden istifa ettiğinde sadece bir ay boyunca tutuklu kalacak, Ortaçağ’daki gibi zindana atılmayacaktır.

J.S.Bach’ın döneminin toplumsal koşullarına teslim olmadığı ve sonunda tutuklandığı bu olay yanında   tam tersine, yaşadığı döneme uyumunu gösteren bir örnekle de karşılaşırız. Belki kendi çağında  anlaşılmayı ummak, belki de çocuklarının (iki eşinden artan ve azalan-salgın ve hastalıklarla- oranlarla 20 ila 10 çocuğu olmuştur) bakımını sağlayabilmek için Köthen’de sarayın müzik yöneticiliğindeyken, Brandenburg  Margravı(uçbeyi) Christian Ludwig’e doğum gününde bir mektup yazar. Mektupla birlikte ‘’bazı kompozisyonları’’nı da gönderir. Bu kompozisyonlar, yüz yıl sonra 1850’de yayımlanacak,  yaylı ve nesfesli sazlar, hapsikord, obualar, fagotlar, viola da gamba, viola da braccio ve trompetler için bestelediği bugün dinlemeye doyamadığımız Brandenburg Konçertoları’dır.

"Mösyö,

İki yıl önce Zatı Aliniz önünde çalmak onuruna eriştiğim zaman Tanrı’nın bana lütfettiği naçizmüzik yeteneklerime göstermiş olduğunuz yoğun ilgiyi yaşamış ve Zati Allerinin benim bazı kompozisyonlarımı kabul etme lütfunda bulunacağınızı anlamıştım. Yüce gönüllülüğünüzün eseri olan bu buyruğa uygun olarak çeşitli çalgılar için bestelenen bu konçertoları Zati Alinize sunma cüretinde bulunuyor, bunları ince ve zarif ölçütlerinizle yargılamanızı , bunlarda yalnızca derin saygı ve itaat ifademi bulmanızı diliyorum. Sonuç olarak Mösyö, bana karşı,  nazik lütuflarınızı sürdürmenizi, ve size hizmet hazzını duymak kadar arzuladığım başka bir şeyin bulunmadığından emin olmanızı en büyük saygılarımla arz ederim. En büyük şevkle kendimi Zati Alinizin en naçiz, en itaatli hizmetkarı addediyorum.

 Jean Sebastian Bach Köthen, 24 Mart 1721" (5)

Bu mektup yanıtlandı mı ya da Prensin orkestrasında bu eserlerin çaldığına dair bir kanıta rastlandı mı bilinmiyor. Ancak 1734 yılında Margrav’ın ölümünden sonra el değmemiş halleriyle kütüphaneden atılmak istenenler listesiyle satışa çıkarıldığı ve Berlin’deki Kraliyet Kütüphanesi’nde yerini buluncaya kadar bir yüz yıl boyunca el değiştirdiği bilgisi mevcut. (5)

Yüzyıllarca müzisyen yetiştiren bir aileden gelen J.S. Bach’ın, bu şaşırtıcı melodileri yazabilmesini müzikologlar, farklı çalışma yöntemine bağlamaktadır. Henüz 10 yaşındayken( annesi ve babasının ölümünden sonra müzisyen olan ağabeyinin yanına yerleşmiştir) ağabeyinin evinde tavan arasında, dönemin Alman bestecileri Pachabel (1653-1706) ve Buxtehude'nin (1637-1707) eserlerinin kompozisyon taslaklarını tekrar temize çekerken, kompozisyon kurallarını öğrenmiştir. Bu tekrar yazma çalışmalarına özellikle Vivaldi’nin yaylı çalgılar konçertoları da dahil olmuştur. (1) J.S. Bach, başka bestecilerin  kompozisyonlarını, bestenin özgün enstrümanının dışında başka enstrümana uyarlama çalışmaları da yapmış bu da tekniğinin çeşitlenip, gelişmesini sağlamıştır. Tabii bu arada bir org yapım ustası olmasının, bir müzik aletinin her bir parçasını söküp takabilme becerisine sahip olmasının yeteneğini geliştirmeye katkısı da unutulmamalıdır. (7)

Arnstadt’da kilise orgculuğu görevinde bulunurken, o sıralarda yetmiş yaşlarındaki dönemin en önemli bestecilerinden biri olan ve tavan arasında kompozisyonlarını çalıştığı Diedrich Buxtehude’nin(1637-1707) Lübeck’teki konserini izlemek için yaklaşık 350 km yolu yürüyerek kat etmiştir. İlk org yapıtları arasında yer alan koral çeşitlemelerinde Buxtehude’nin üslubuna yatkınlık  gözlenir. (1)

Johann  Sebastian Bach’ın yaşamını geçirdiği Almanya, Lutherci reformun etkisiyle Protestanlık mezhebinin etkilerini taşırken, 17.yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen otuz yıl savaşlarından sonra defalarca yağmalanmış ve nüfusu üçte bir oranında azalmış (7), vebadan, kara hummadan ve başka salgınlardan geçmişti. Bu yoksulluk ve yoksunluk aynı yüzyıla damgasını vuran ressamlardan Rembrandt’ın(1606-1669) insan yüzlerinin acı dolu ifadeleriyle gravürlerine de konu olmuştur. Doğup büyüdüğü Almanya’nın, çeşitli görevlerde bulunduğu  Arnstadt, Mühlhausen, Weimer, Köthen ve Leipzig yerleşimleri, Bach’ın yaratım dönemleri olarak da anılmaktadır.

Kariyerinin büyük bölümünü Leipzig’de geçiren Bach, burada yaklaşık 200’ün üzerinde kilise kantatı besteler ve bunlar için kataloglar hazırlar. Oda müziği ve orkestra müziklerini de uyguladığı bu kantatlarına müzikli dram adını vermeyi, din dışı oldukları için uygun bulmuştur. Melodiyi veya vokal çizgiyi ön planda tutan ve süslemeli eşlik partileri kullandığı ve aynı zamanda simetrik uygulamayla cümlelerin yapısını oluşturduğu kantatlarından biri de bu yazının nedeni olan Kahve Kantatıdır.

J.S.Bach’ın matematik zekasını kullanarak tanrıya adadığı koral kantatlarına bir örnek verirsek; 1708 yılında bestelediği Christlag in Todes Banden yedi kıtalık bir koralin çeşitlemeler dizisi olarak, girişteki sinfonianin ardından solistlerden oluşan kuartet simetrik bir uygulamayla kuruludur. Koro-düet-solo-kuartet-solo-düet-korodüzeninin haçı simgelediği belirtilir. (1)

17.yy’ın ilk yıllarında bestecilerin ‘’deneysel’’ müzik çalışmaları, armoni zenginliği, duygulara verilen önemle müzikal hareketlilik, prelüd,süit, füg gibi  formlar ve  yüzyıla damgasını vuran opera türleri  ile 18.yy’ın ilk yarısına uzanan barok dönemin en büyük müzikal figürü olarak J.S. Bach’ın yerini bulması ne yazık ki 19.yy’ı bulacaktır. Müzik tarihine "Bach canlanması" olarak geçen tarih;  1821 yılında Berlin’deki Kraliyet Kütüphanesinde eski kağıt yığınlarını inceleyen Felix Mendelssohn’un, Johnn Sebastian Bach adında bir orgcunun adını taşıyan el yazmalarına Saint Matteus Passionu’nun özgün kopyalarına rastlamasından sonra olmuştur. (7)

Bu zeki, çalışkan, cesaretli, azimli ve  deneysel çalışmalarıyla dahiliğinin pek de umurunda olmayan tanrısını yanından ayırmayan besteci, ömrü boyunca ne yazık ki besteci olarak değil, en çok bir org yapım ustası ve harpsikord virtüözü olarak değer görür ve zamanla yetenekli bir klavye öğretmeni olarak hatırlanır. Kompozisyonlarının çoğu kaybolur hatta efsaneye göre, bazı el yazmaları çöpleri sarmak için kullanılmıştır. Yaşadığı dönem, müzik eserlerinin basımının ve dağıtımının yeni yeni yapıldığı, notaların bakır levhalara kazındığı yıllardır. Pek az eserinin basımı hayattayken yapılabilmiştir. Bach’ın hayattayken, çağdaşı Handel’in gözler önündeki şöhretine karşılık  bir kilise kantoru olarak pek tanınmamasının nedenlerini; şanssızlığına mı yormalıyız, yoksa belki de bugün  bir piyanosu olsa bu yüzyılın Bach’ı olacak birilerinin varlığını, bu düzen içinde asla bilemeyeceğimiz  gerçeğine mi yormalıyız, bunu araştırmak başka bir yazının konusu olsa gerek.

J.S.Bach’ın numaralamaya bile gerek görmediği yüzlerce olağanüstü eserinin (Konçertoları, motetleri, massleri, kilise kantatları, Goldberg varyasyonları, Müzikal Sunusu, Füg Sonatı, Toccatalar, fantasialar, prelüdler …) yanında neşeli ve dönemin güncel mecazını yaptığı kahve kantatı, ‘’hafif operası’’ olarak anılır. Buradaki  hafiflik elbette  bayağılık değildir. Belki de din dışı bir kantat olması nedeniyle böyle tanımlanır.  1730’larda yazdığı bu nadir din dışı eseri Leipzig halkının yaşamına yaptığı vurguyla ‘’modern’’ bir eser olarak kabul edilir. Burada söz konusu olan şimdi ile eş anlamlı olan ‘’modern kavramı’’ olmalıdır ve içinde yaşanılan dönemi, ortaçağ ve antik çağlardan ayırması nedeniyle kullanılmıştır çünkü araştırmacılarca modernizmi bütün bir kültürel hareket olarak 1950’lerden geriye doğru yarım  veya en çok bir yüz yıl geriye dönük bir başlık olarak alma eğilimi vardır. (6)

Bach’ın kahve kantatının librettosu, Picander olarak tanınan hukuk okumuş bir şair olan Christian Friedrich Henrici’e aittir. Savaşlarla, ticaretle, kültürler arası kaynaşmayla kahve Leibzig’e de gelmiş ve bir kültür olarak özgün mekanlarda tüketilmeye başlanmıştı. Hatta Türkler sorumlu tutulurmuş o dönemde, bu zevk veren maddenin müsebbibi. Nasıl ki kilise, müziğin metnin önüne geçmesini yüzyıllarca engellediyse ve kadın varlığına ve  sesine kilise korosunda tahammül edemediyse, damağımızda hoş bir tat bırakan ve hatta uyarıcı bir etkisi olan, hem de güzel kokan bu nesneye de karşıydı ve bunu içenlere de hoş bakılmamalıydı. İşte o dönemin zihniyetini, bir çeşit kahve  simgesiyle, gelenekselle yeninin savaşının müziğini bestelemişti Bach. İnce bir mizahla bu gericiliği yermiş ve kendince tatlı bir sonla da bağlamışlardı  konuyu, şair arkadaşı Picander ile.

Bu şeytana uyma ve ahlaksızlığa zemin hazırlayan içecek; kızını kahve içmekten uzaklaştırmak isteyen bir babanın, kadına verilen rolü de ifade eden ‘’ya kahve ya koca’’  tercihiyle anlatılıyor, eserde.  Zaten kahve içtiği için toplum tarafından hoş karşılanmayan kız, sonunda kocasız kalmaktansa kahve içmemeye razı olacağına söz verecektir ama müstakbel kocasıyla da günde üç fincan kahve içeceğine dair başka bir anlaşma yaparak. Sadece iki buçuk-üç mü demeliyim- yüzyıl önce Leipzigli bir burjuva kadının durumuna boyun eğmeden yaptığı uzlaşmacı barışçıl çıkış, aslında ne ahlakı, akılcıl temeller üzerinde yeniden kurma arayışındaki bedeni olan bir aydınlanmadır, ne de  başka bir şey. Gelenekten koparken bir beden bulamayan yeninin zeminsiz,komik çıkışıdır. Hem babayı hem sevgiliyi kandırarak amacına ulaşmış bir kadının eylemidir sadece, ne avangard ne modern, gelenekten kopuşa ve yeniye içkin.  Hani neredeyse postmodernist bir hıçkırış deyivereceğim… 

Çocukluk uyanışlarımın simgesi, tanrısını yanından ayırmayan Bach’ımın, müzikalitesi neşeli bu  kahve aromalı eseri, İzmir Devlet Operası ve Orkestrasınca  Elhamra Sahnesinde, kulakları ve gözleri mutlu eden bir akşam sunuyor.

Son uzun cümle: Marx, 1857’de kaleme aldığı Grundrisse’de, kültürel tüketim ve üretim arasındaki diyalektik ilişkiyi tanımlamıştır. Tüketimi, üretilen şey tarafından değiştirilmeyen pasif bir veri olarak görme yerine Marx, talebin estetik ve ekonomik olarak arz edilen şey tarafından aktif bir biçimde nasıl dönüştürüldüğünü şu örnekle göstermişti. "Piyanist müzik üretirken ve bizim işitme duyumuzu tatmin ederken, bazı bakımlardan duygu da üretmiş olmuyor mu? Piyanist ya bizi daha aktif ve canlı bireyler haline getirerek ya da yeni bir ihtiyaç yaratarak bu üretimi uyarır…" (8)

O halde günlük hayatın, dişlerimizi kamaştıran bu metal tadından kurtulmak için  iyi ki var sanat…Ve sanatın damağımızda bıraktığı bu kahve tadını besleyen "üretken emeğin" toplumsal bir ihtiyaca dönüşmesi için ve bu dönüşümün durdurulamaz ilerlemesi  için, kahve tadında yaşamlar için de iyi ki var sanat…


KAYNAKLAR:

(1) İlke Boran,Kıvılcım Yıldız Şenürkmez, Kültürel Tarih Işığında Çoksesli Batı Müziği ,Yapı Kredi Yayınları, sf.82
(2) Mahmut Ragıp Kösemihal, Türkiye Avrupa Musiki Münasebetleri s49-50’den alıntılayan Selçuk Alimdar , Osmanlıda Batı Müziği, İş Bankası Yayınları
(3) Sema Arıkan, III.Selim’inSırkatibi Ahmet Efendi tarafından Tutulan Rüzname’den alıntılayan Selçuk Alimdar ,Osmanlıda Batı Müziği, İş Bankası Yayınları
(4) Jonathan I.Israel, Enlightenment Contested: Philosophy, Modernity and the Emancipation of Man’den alıntılayan Terry Eagleton, Tanrının Ölümü ve Kültür, s.24 Yordam kitap
(5) Helen L.Kaufmann, Batı Müziğinden Küçük Öyküler, Pencere Yayınları, Çev.M.HalimSpatar
(6) Modernizm Siyaseti , Raymond Williams, çev.Barış Şannan, Sel Yayınları
(7) Jean Sebastian Bach, Yaşamı ve Devri, HandrickWillem Van Loon, Çark Kitabevi Yayınları
(8) Marksizm ve Modernizm, EugeneLunn , çev.YavuzAlagon, dipnot yayınları

DOB J.S.Bach Kahve Aşkı Program kitapçığı

Epik Ton,2018, TRT Radyo-3 Program Notları , Beril Azizoğlu