Bir kimlik mücadelesi öyküsü: 'Girl' filmi üzerine ve üzerinden…

Beril Azizoğlu

Blog: Kent Kültür Sanat

26 yıllık çalışma hayatından taze ayrılmış, koskoca bir günü kendi irademle yaşama şaşkınlığını henüz üzerimden atamamış, ayrıksı bir ruh haliyle günün görmediğim ışıklarına alışmaya çalışırken;  karanlık bir sinema salonunda buldum kendimi. 18 TL verebilip sinemayı gündüz vakti tıka basa doldurmayı başaran öğrenci, işsiz, benim gibi emekli ve diğer bir toplamla izlediğimiz film: Girl (Kız).

Filmimiz hem benim bu acımasız bedeli ödemenin acısını çıkartmak niyetimle, hem Trump yönetiminin yeni yasa çalışmalarında cinsiyetin doğuştan genital organlar tarafından belirlenen biyolojik ve değişmez bir durum olarak tanımlanmasına yönelik bir değişikliğe gitmesi başlığında, hem de bir mücadele ve boyun eğmeme öyküsü olması açısından değinilmeye değer.

Tabii Cannes Film Festivali'nde (2018) en iyi ilk film ödülünü kazanmasını, 91. Akademi Ödülleri’nde yabancı dilde en iyi film kategorisine aday olabilmek için yarışacağını, Cannes Festivali'nin resmi seçkisinde yer alan filmler arasında kamera arkasına ilk kez geçen yönetmenlerin elinden çıkan filmlerin en iyisine verilen Altın Kamera ve Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği FIPRESCI’den en iyi film ödüllerini almasını da eklemek gerek.

Girl, 27 yaşında genç bir Belçikalı Flaman yönetmen olan Lukas Dhont’un ilk uzun metrajlı filmi. Filmin başrol oyuncusu Victor Polster ise 16 yaşında. İlk kez kamera karşısına geçen Polster, Cannes’da "Belirli Bir Bakış" bölümünün en iyi oyuncusu seçilmiş yine bu filmle.

Yönetmen Dhont 18 yaşındayken bir gazetede okuduğu ve etkisinden kurtulamadığı haberi, kendi süper kahramanının öyküsü yapmış ve Lara’nın hikayesinde kaleme almış Angelo Tijssens ile... Sekiz yıl hazırlandığı ve iki ayda çektiği filminde, hikayenin hayatta kalan gerçek sahiplerinden de destek almış. Bu süreçte bu tip filmlerin örnekleri çoğalsa da amacından vazgeçmemiş yönetmen. Geçtiğimiz yıl adından söz ettiren benzer konulu filmlerden bazılarını okuyucularımız takip etmiş olabilir. Arjantin doğumlu Şilili yönetmen Sebastian Lelio’nun senaryoya Gonzalo Maza’yla imza attığı A Fantastic Woman, kendisini kadın  kimliğiyle seven Marina’nın kimi zaman izleyiciyi Marinayla kimi zaman da karşı unsurlarla özdeşleştiren ve kimi zaman da sembolize ederek sinematografik bir tabloyu gözlerimizin önüne koyduğu bir filmdi. Filmin başrol oyuncusu Daniel Vega’nın neredeyse kendi rolünü oynayan bir transseksüel olması da ilgi çekmişti. Daniel Vega, kendisiyle yapılan bir ropörtajda: "Normal bir vatandaş olarak haklarımı istiyorum. Sanatla her türlü ifade biçiminin mümkün olduğuna inanıyorum. Sanatın dönüştürücü bir gücü var. Bu filmde evrensel bir öykü anlatıyoruz" demişti. 

"Normal" olan kişi ya da unsurların vahşiliğiyle, insanlığın nasıl güvencesiz kaldığını göstermesi açısından politik bir film de olan A Fantastic Women, sistemin bir (veya her mi demeli) biçimde dışına attığı bir insanın, kurallarla ve yasalarla korunamamasının kanıtını gözler önüne sermesi açısıyla işlediği konusunu, kendi bütünselliği içine oturtan bir filmdi (Danial Vega’nın filmde tılsımlı sesiyle  seslendirdiği Handel’in Serse Operasından Ombra Mai Fu başlıklı aryayı dinleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=BJ19W92c4ho).

Filmimiz Girl, başından sonuna kadar sadece aynı zamanda ergenliğini yaşayan Lara’nın kendisiyle mücadelesini anlatması açısından, A Fantastic Woman filminden ayrı bir çatı taşıyor. Yılın diğer cinsel yönelim temalı filmleri arasında yine genç bir oyuncuyu, Timothée Chalamet’yi, şüphesiz oyunculuğuyla parlatan, yönetmen Luca Guadagnino’nun imzasını taşıyan ve bir roman uyarlaması olan Call Me By Your Name'i de sayabiliriz. Film, doğanın duruluğunun entelektüellikle beslendiği bir atmosferde, eşcinsel bir ilişkinin sancılarını beyaz perdeye taşımış ve "Hayatını nasıl yaşayacağın seni ilgilendirir" mesajını vermişti.

Thelma ise Norveçli Joachim Trier’in baskıcı dinsel unsurların bir ergen genç kızda yarattığı karmaşayı (korkuyu, güvensizliği, yalnızlığı, suçluluk duygusunu vb.) metaforlarla anlattığı bir filmdi. Thelma’da gişe kaygılı ajite sahnelerin varlığı ile kendi cinsiyle yakınlaşmanın provokatif yanı bir tarafa konulursa; bir ergenin özgürlüğüne kavuşma yolundaki mücadelesindeki çırpınışlarını, neden sonuç ilişkisiyle ailesel ve dinsel unsurlara yaslayan metaforik anlatımlı bir film dilinin öne çıkarıldığını görüyoruz.

Filmimiz Girl'ün genç yönetmeni Dhont’un alıcısını yukarıda değinilen filmlerle cinsel yönelim, aynı cinse ilgi ve ergenlik ortaklığından ayıran; neden-sonuç ilişkisi kurmayı tercih etmeyen doğrusal bir bakış izliyor. Çevresel unsurlar ve koşullardan ziyade sığ odak kullanımıyla Dhont, adeta Lara’nın iç dünyasına giriyor. Günün aydınlık ışıklarıyla uyanmaya çalışan, gözümüzü kamaştıran yakın plan bir çekimle yatakta oynaşan baba-çocuk öpüşüp koklaşması ile başlayan filmimiz, hemen ilk sahnede en temel ve ilk tanıdığımız duyguyu bize hatırlatarak, nasıl bir dokunuş yapmak istediğini veriyor. Film boyunca da hem adındaki sadeliği (Girl-Kız) hem de bu vermek istediğini ilk planda önümüze koymasındaki yalınlığından hiç vazgeçmiyor. Anlatmak istediğinin dışına çıkmadan yakaladığı filmsel dil, gerçekten şaşılası bir şiirsel  bütünlükle kavrıyor izleyeni.

Doğuştan sahip olduğu cinsel organlarını istemeyen, bir erkek olarak doğan ama kız olmak isteyen Lara, 15 yaşında bir ergendir. Ergenliğin zorlu doğası bir yana, sahip olduğu bedeni gizleyerek, hissettiği bedeniyle başarılı bir balerin olmak da istemektedir Lara. Onun uzun saçları ve bantlayarak sakladığı penisiyle adeta ağır bir yük gibi sırtında taşıdığı bedenini, kendisi  dışındaki yakın çevresi içselleştirmiştir aslında. Babasının arkadaşları, psikiyatristi, hormon tedavisini yürüten ve Lara’yı ameliyata hazırlayan doktorları  için Lara bir kızdır. Lara’nın çocukluk dönemi veya film boyunca akıbetini bilmediğimiz annesi, sanki var olmayan ilk filmde kalmıştır. Bunları sorgulamamızı istemez yönetmen. Lara’nın cinsiyet değiştirme dönemine odaklanmamızı ister. Lara dışında diğer unsurların normal işlediği bir düzen kurulmuştur. Babası Lara’nın mücadelesinde tartışmasız, yanındadır. Kardeşi sadece bir kez ağzından eski adını (Victor) kaçırır, ablasının. Yeni taşındıkları şehirdeki bale okuluna kendini kabul ettirmek için aralıksız çalışan Lara’nın, okulda duş almak istememesi ve gizemli havası  diğer kızların ilgisini çekecektir. Ancak günlerin hem bedeni hem de balerinliği kimliğinde yerli yerine oturma mücadelesi için bir sınav gibi geçmesiyle zorlanan Lara’nın, geçiş sürecine tahammülü de kalmamıştır…

Ergenlik sorunları, transseksüellik, kimlik bunalımı gibi zorlu temaları işlerken, bale becerisi olan çocuk yaşta bir aktörü bulmaya çalışan yönetmen Lucas Dhont’un, 500 aday arasından seçtiği 16 yaşındaki Victor Polster, Anversli bir bale öğrencisi. Bir melek olarak tanımladığı başrol oyuncusunu, Dhont, balerinler gibi ayak parmaklarının ucunda dans edebilmek için üç aylık zorlu bir eğitim sürecinden geçirmiş.

Birçok transseksüelle, aileleriyle ve cinsiyet geçişinde uzmanlığa sahip psikolog ve doktorlara danışılarak yapılan çalışmalarla filmimiz, Polster’in profesyonel olmamasının verdiği avantajla rolünü,  yalın bir içtenlikle oynamasından gücünü alarak, ait olmadığı bir bedende yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamayı, merkezine koyuyor. Baba-çocuk ilişkisi de ikinci önemli unsur, merkeze konan.

Dhont, Lara’nın babasını canlandıran aktörü de ilginç bir yöntemle seçmiş. Birlikte yemek pişirmelerini istemiş, başrol oyuncusu Victor Polster ile. Pişirdikleri yemekten ziyade gösterdikleri uyumun doygunluğu ile Arieh Worthalter’e baba rolü verilmiş.

"Gerçeği göstermek basitlikten öte bir şeydir çünkü gerçek basittir" demiş, Sovyet sinemasının önemli isimlerinden Dziga Vertov. İşte tam da Vertov’un söylemindeki sadeliği yakalıyor Girl filmi. Neyi anlatmak istiyorsa onu anlatıyor, başarıya da böyle ulaşıyor. İzleyiciyi yakın plan çekimleriyle karakterin iç dünyasına alıyor, bunu yaparken müziği ve ışığı kullanıyor. İnsan bedeninin sadece kendisiyle değil, zorlu bir eğitimle şekillenmesinin mücadelesini; kimi zaman bale pabucu içinden çıkan  kanamalı ayak parmaklarıyla simgeleştiriyor, kimi zaman bağlarıyla…

Filmin sistemle kurduğu tek ilişki ise baba karakterinin mesleğinde toplanıyor. Babanın bir taksi şoförü ve başka bir şehirde aynı iş imkanına ulaşabiliyor olması yanında, Lara ile ilgili tüm süreci taşıyabilen bir öngörüye ve maddi güce sahip olması kimliği(ki genç yönetmenimizin yaslanmayı seçtiği tercihini görüyoruz). İşte burada üstü bantlanarak yok sayılan şey, bir organın ötesine geçiyor. Her kimliğini değiştirmek isteyen için, umuda yürümek Lara kadar kolay mıdır?  Hele atılmış adımların verilmiş hakların tanınmasının yeni yasalarla yeniden düzenlenmesinin gündemi varken. (Yazının başında belirtilen Trump yönetiminin LGBT hakları ile ilgili yeni yasası).

Filmimizi ödüle boğan bir unsur olarak da payı olan ve yok sayılan şeyin, asıl kesilip atılması gereken bu düzen olduğunu düşünürken; pahalılığa, işsizliğe rağmen salonu doldurabilen bu toplamla karanlık salondan aydınlığa yürürken elimden düşüyor 18 TL'lik biletim.