Bir lahza, o sonbahar ve Ulaş Bayraktar'a teşekkür

Belkıs Önal Pişmişler

Blog: Kent Kültür Sanat

Faşizm başlamıştı o sonbahar.

Yaz sonu öleceğimi bilmiyordum.

Tutuklanacak çocuklarını ellerinde börek tepsisiyle ziyarete gidecek anneler de, yol kazalarında öleceklerini bilmiyordu.

Yüzleri yok edilmiş yakınlarının morarmış derilerinde bildik bir iz arayan insan dehşetinin nasıl bir lekeye dönüşeceği bilinmiyordu.

Necdet Adalı yeni asılmış. Erdal Eren henüz değil. Necdet yaşıtımdı, Erdal hep ilk genç.

Öbür Necdet’se, Necdet Pişmişler, bir sonraki sonbahar vurulacaktı tekrar gömüleceği yaylada.

Bütün kara parçalarından ezilen, dışlanan, sermaye, devlet, özgürlük arasından, unutulmayacak kötülüklerin hepsine karşı, bütün köyü mutlu edecek bir şeyi hayal eden düşcülerin korkunç sonbahar hakikatleri biliniyordu.

Uzun süredir biliniyordu da, geçmişi yaratan hayalleri emanet edecek talan edilmiş, adlandırılamayan  alanların azabı da sürüyordu.

Savaş hukukunu bile çiğneyen bir deneyimin sunduğu birikimden yeni mahkeme çeşitleri, popülist operasyonlar ve muhaliflere her tür pervasızlığı gösterebilme adına muazzam bir hazineden keyifle yararlanıldığına tanıklık etmek keskin bir kokunun yakısı gibi.

* *  *

Epey bir süre önceleri, daha ne Gezi ne de 7 Haziran falan olmamış, o kadar önce, “Sol Sürgünler” için, darbe tarihini anlayacak birilerine ulaşıp, darbe karşıtlığı iktidar diline vasat olurken, “Militarist sıkıyönetim mahkeme kararlarının halen daha geçerli olduğu biliniyor mu” diye sormak istemiştim. Mapushanesi Metris-Mamak-Diyarbakır alçaklıkları olan yerin mahkemesi nasıl olsundu? O mahkemelerin halen geçerli kabul edilen kararları nedeniyle, yıllardır uzakta ölmekte olan sürgünlerin  ülkelerine dönüş taleplerinden söz edince, çarpıcı hikâyeler lazım bize deyivermişti bir tanesi. TV’lerde çok görünen birisiyse kestirmeden gitmişti: “Siz adalet bakanlığına dilekçe yazın.”

Ziyanı yoktu, bunca gönülsüzlüğe sebep belliydi.

12 Eylül, o sonbahar, savaş sonrası başıboş karanlıklara bırakılmış, edilmesi gereken vedası çok görülüp arkaik bir zamana münasip görülmüş.

Neredeyse olmadığına inanılacak kelimelerle ilişki seyrelince, buralarda insanın birkaç kere öldüğü bile unutulmuştu.

Sarıkamış’tan dönen kayıp künyeli askerlere ölümlerini anlattıran Yaşar Kemal misali, insan, yaz sonu ölür, döner kışa tanıklık eder.

Kabadayı Senai o sonbaharlarda ormanda vurulan Necdet’i bir çukura atan askerlere “İşaret koyun” der, “bir işaret, bu oğlanın arkadaşları gelir bir gün”.

Taybet İnan’da, Hatun Tuğluk’ta çıldırtıcı tekrarla yinelenen bu birden fazla defa ölüm marifetiyle, otuz yıl sonra tekrar gömülmüştü Necdet Pişmişler, Perşembe Yaylası’na.

Darbe karşıtlığını diline pelesenk eden iktidarın darbe hukukuna gösterdiği sadakatı sormak için komisyon başkanlarına ulaşmakta da  başarılı olamamıştım; akrabalarını bile  bağlamıyorlarmış mesela. O kadar yani.

Sezgin Tanrıkulu ile İlhan Cihaner’in darbe hukukuna, sürgünlere ilişkin soru ve yasa önergeleri işlemsiz bırakılmıştı...

Toplumsal değişimde hiçbir rolü olmayan, bel bağlanmış baştan çıkarıcı, kaçış eğilimli kibirler, bir cuntanın insan beynini nasıl parçaladığına döne döne ispattı.

Kötülük tekin durmayacaktı.

Sürgünlük bir uzaklığın azad edilmeyen vazgeçilmiş gölgesi sayılırken, vahim değişim ve baskının merkez üssü olarak 12 Eylül darbesinin yarattığı sağın  yoğunlaşması, bugün herkesi boğazlayan şekilsiz mecburi bir eğriye dönüşecekti.

* *  *

Yıllar önceydi: Sonbahar bitmeden kar bastırmıştı, fakültenin bahçesinde buluşmuş birkaç arkadaş artık hapislerde karşılaşınca sevineceğini bilmeden, bir simiti paylaşırken, soğukta tanıyamaz buz tutan ellerini. “Ulan” derler, “faşizm ellerimizi de mi tanıyamaz etti?”

İnsanın ellerini büküp  başka bir şeye çevirdiğinin ispatı. Bir şeyin devam  ettirilmesine dair bir simiti paylaşan buz tutmuş ellere karşı ellerinden geleni artlarına koymayıp kesin başarı sağlanmıştı.Yeni soru icat ederek. Bu faşizm birilerine müstehak mıydı ki?

Mesela Sidar.

Hikâye, “Bit Palas”ta.

Sidar ufak bir oğlan. Anneannesinden dönerlerken o akşamüstü, yoldaki  birikintide ölmüş bir köpek başında bakınıp durup cebindeki kurabiyelerden de yediği için, arkadan gelen babasından da öyle bir tokat yer ki, hepimiz terbiye oluruz.

O ki, o gece, çocuklarından birini, dilini, evini, hayatının bir bölümünü, memleketini terk edip yurtdışına kaçmak zorunda bir adamdır. Solcu bir sürgün olacak bu adam, hiçbir kedere, hiçbir hüzne, hiçbir medeniyete ve de sevgiye layık görülmeyecek bir solcu olarak tokat atmakla meşguldür. “Elif Ṣafak, memleket terk etmenin nasıl bir ilham vereceğini şimdilerde, ne var yaşamadan öğrenilen hesabı belki uygulamalı anlamıştır” desem, yakışık almaz.

En ünlü diğer sürgün “Ka”.

“Cevdet Bey ve Oğulları” gibi bir güzel kitap yazmış yazar, Kars’ın yoksul, sisler altında, kirpikleri çayhanelerin buğusuna, terleri karlara bulaşmış Erdal Eren yaşındaki genç çocuklara karşı sarsak solcu sürgün Ka’yı çıkarınca ne oldu?

Orhan Pamuk’un hangi devlet terbiyesince yetiştirildiğini bilemediğimiz Lacivert ve ulu bilgilerine, Kadife ile İpek’in oyalamalarına yenilen Ka, aslında  romanı çoktan terk etmiş olamaz mı? Peki.

Ulaş Bayraktar’ın yazısını okuyalı çok oldu.

Gecikmiş bu teşekküre yol açansa, o sonbaharı bugün anımsarken çağrışan bir anda gizli. O lahza.

Eşi açığa alınınca akademik çalışma amacıyla yurtdışına çıkarken havaalanı yolunda, ayrılık hasret bıçak olmuş açmamış kimse ağzını.

Bir tek o, küçük kız, anneden ayrılacaklar ya, kendinden küçük kardeşini teselli etmeye uğraşmış usul. Ateşin suya düşerken çıkardığı sesi, yeşil bir cam küpten süzülür gibi yayılan bu ıssızlığı yazdığı için.

Hiçbir yaratıcı beceriye ilham vermemesine inat, yaşanmış harikulade zamanların kederli ve hazin anlarından kıvanç, sevinç dolu vakitlerine, insanlığın sevgiyle sahipleneceği o andan söz edebildiği için kendisine çok teşekkür ederim.

Tam ortasından başlayan hikâyelere mahsus, eğretiliklerle sözü kesilmiş büyük kayıpların nezdinde, kendinden başkasının kederini ve hayatını sineye çekerek, melanetle inatlaşırken yaşananların kıymetini unutturmadığı için.