Yusuf Ziya Bahadınlı'nın öyküleri üstüne

B. Sadık Albayrak

Blog: Kent Kültür Sanat

Yusuf Ziya Bahadınlı'nın öyküleri geçtiğimiz aylarda Yazılama yayınları tarafından "Bir hikayem var" adı altında bir araya getirildi. Bu kitaba Sadık Albayrak tarafından yazılan önsöz, aynı zamanda Yusuf Ziya hakkında bir inceleme çalışması. 90. doğumgünü vesilesiyle bu yazıyı soL okurlarıyla paylaşıyoruz...
 

Yusuf Ziya Bahadınlı'nın öyküleri üstüne

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın öykülerini, birkaç izlek çevresinde toplayabiliriz. Yoksulluğun bin bir dayatmasıyla yaşamı un ufak olmuş insanları anlatır yazar. Doğup büyüdüğü topraklardan kopan ve başka şehirlerde, giderek başka ülkelerde yaşamak zorunda kalan insanların sorunları, özlemleri ve umutları öykülerin çoğundaki ana temayı oluşturur. Öykülerin bir bölümü ise, çocukluk dünyasının düşlerle örülü köşelerine ışık tutar. Bazı öyküler sevgi üzerine gözlemlerle yüklüdür.

Yazarın uzun bir üretim sürecinde oluşturduğu öyküleri, bu dönemin daha büyük ölçekli süreçlerinden etkilenir, öne çıkan sorunlar ve yaklaşım yöntemi giderek gelişir ve derinleşir. Öyküler, yazarın yaşamındaki temel değişiklik çizgisini izler; köyde doğan ve çocukluğunu geçiren, okumaya şehre giden, daha sonra öğretmen, yayıncı, yazar ve milletvekili olarak şehre yerleşen yazar, yaşamının olgunluk döneminde ülke dışına, Avrupa’ya gitmek durumunda kalır. Öykülerin mekânı da aynı değişmeyi yansıtır. İlk dönem öykülerinde köylülerin anlatımı ağırlıklıdır, toplumsal değişmeyle birlikte köyden şehre göçün hızlandığı bir dönemde bu gerçeklik yazarın öykülerinde yankısını bulur.

Köyden Sürülen Köylünün Öyküsü

Yusuf Ziya’nın 1960’ların ilk yarısında yazdığı öyküler İtin Olayım Ağam kitabını oluşturur. Öykülerin bütününe baktığımızda belli bir dönemin insanını değişim içinde anlatma çabasını görürüz.

Dönemin tipik gelişmesi, özellikle, 50’lerin başından itibaren hızlanan, köylerin şehirlere akışıdır. Kitaptaki en tipik ve güzel öykülerden biri, Bacım öyküsü, göçün köylüdeki etkisini sorgular. Köylü açısından yeni bir yaşama atılmak demektir bu. Köyün yoksulluğundan umutlu bir kurtuluş beklentisi… “Bu şehre yeni geldiğin gündü. Gülümsüyordun. Sevincinin şavkı yüzüne vurmuştu. Konuşuyordun durmadan.”

“İş bulduk şehirde. Enişten çok para kazanıyor, amelelik ediyor yapılarda.” (İtin Olayım Ağam, s. 24-25). Daha önce hiç yapmadığın şeyleri yapacaksın, tatmadığın zevkleri tadacaksın. “Sabahları çay içeceksin, aynı şehirliler gibi. Radyo dinliyeceksin, gazete okuyacaksın…”(s.25).

Enstitülerin temel dayanağı, “köylüyü köyde tutma ve okumuş köylüyle köyü canlandırma” politikası, kapitalizmin yeni ihtiyaçlarıyla bir kenara atılmış ve köylü şehre, şehirli gibi yaşama vaadiyle ucuz işgücü ve tüketici olmak üzere sürülmüştür. Kısa bir tanışma ve yerleşme süreci sonunda köylü şehirdeki yerini sorgular. “Niye bir göz oda yetmiyor şimdi? Niye çevrendekilerden utanır oldun? Yemeleri başka, içmeleri başka? Giyinişleri, konuşmaları, düşünceleri başka değil mi? Aranızda karlı dağlar var. Gün ortasında karanlıkta gibisin. Hekimi öğrendin, gidemiyorsun; sinemayı öğrendin, gidemiyorsun; yemesini, giymesini öğrendin, bulamıyorsun. Aradan yıllar geçti. Düşünden sıyrıldın. Çevreni, insanları görür oldun. İşin en kötüsü (!) kendini gördün. İşte o zaman ağlamaya başladın.” (s. 25-26). Şehrin çelişkileri köylüye yeni bir eşik atlatmıştır.

Yazarın Öyle Bir Aşk kitabındaki anılardan, köy enstitüsünün, çocuklara köylü ve şehirli arasındaki çelişkiyi abartarak sunduğunu biliyoruz. Şehre yerleşen ve günümüzde artık bir şehirli olan köylü, toplumun daha temelli çelişkileriyle yüz yüze gelecektir.

Bahadınlı’nın Bacım öyküsü henüz bu sürecin başındaki durumu anlatır. Şehirli ve köylü arasındaki çelişki henüz birinci plandadır. Yaşam biçiminin dışsal öğeleri etkilidir. Bacım öyküsünü sonu, şehirliye özenen köylü kadının kılık kıyafetinden dolayı köylülerce “orospu” ilan edilmesi ve kocasından dayak yemesiyle geliyor. Köylünün şehirdeki acılarının kaynağında hâlâ köylülükten kurtulamaması var. Altmışlarda böyle bir öykü yadırganmayabilir; bugünün şehir dramlar ise, şehrin, yani kapitalizmin sorunları üzerine kuruludur.

Ülkenin Şehirlerinden Almanya’ya

Daha şehri bütünüyle sindirmeden köylünün Almanya göçü başladı. Arasında tarihsel gelişme farkları bulunan üç değişik toplumsal ortamı tek kuşakta yaşamak zorunda kalan bir köylü gerçeği çıktı ortaya. Köy, ülkenin büyük şehri ve Avrupa’nın sanayileşmiş şehri, her üçünü de kopuk kopuk yaşayan bir insan tipi… Yusuf Ziya’nın içinde yaşadığı gerçekte sıkı sıkıya ve sorumlulukla bağlı öykücülüğü bu tipin gelişmesini, kırılmasını, sarsılmasını kitaplara taşıdı.

Haçça Büyüdü Hatiş oldu, köyden Almanya’ya göçmek zorunda kalan bir ailenin yaşadığı kültür çatışmalarını sergiler. Öykü on yıl sonra köyüne dönen Haydar’ın ilkokul çağında köyü terk eden ve bir genç kız olarak geri dönen kızı Hatice ile çatışmaları ekseninde bu değişimin acılı ve komik yönlerine dikkat çeker. Haydar bile on yıllık aradan sonra köyünü yadırgayacaktır. “Köyde değişimin çok yavaş yürüdüğü anlaşılıyordu. Sel sularının yardığı yoldan molozlara, hayvan pisliklerine basmamaya çalışarak yürüyordu. Çocuklar bile yaşlanmış göründü Haydar’a. Hatiş nereye gitmiş olabilirdi?” (Tavandaki Kırmızı, s.84).

Köye çocukluk dünyasının dışından, yetişkin bir emekçi gözüyle bakınca yoksulluk daha açık görülüyor. Bu öyküde, Yusuf Ziya’nın iki romanına ismini veren Güllüce’den çizgiler buluyoruz; selin sürükleyip götürdüğü Güllüce’den… Ama buradaki sel, ekonomik sorunların dayattığı bir seldir; Güllüceliyi şehirlere ve ülke dışına sürükler. Öykünün kurgusu ve anlatımı da sanki bir kuşakta üç kuşaklık süreci yaşayan Haydar’ın durumuna uygun bir biçimde birkaç tondan oluşur. Masalsı bir anlatım, birebir öykülemeyle iç içe uygulanır. Komik öğelerle, hüzünlü öğeler birlikte yer alır. Yazarın dengeli bir abartıya başvurduğunu söyleyebiliriz. Bunu öykünün sonunu çözümleyerek somutlayabiliriz. İsyan eden Hatiş’in evden kaçışıyla, okurda olumsuz bir son beklentisi uyanır. Yazar, kullandığı merak ve gerilim öğeleriyle bu duyguyu abartıyor. Bir trajik son beklentisiyle öyküyü tamamlayan okur, tam da, bu beklentisinin boşa çıkmasıyla, Hatiş’in durumunun yaşamsal zorunluluğunu kavramak zorunda kalıyor. İntihar eylemini haklı kılacak hiçbir gereklilik yok ortada. Baba da buna neden olacak katılıkta değil, herkes uzlaşmaların aşındırdığı kişiliklere bürünüyor. Göç, taşları sürükleyen ve çakıla dönüştüren bir akarsu gibi onları da yumuşatıyor…

Geride Kalanın Öyküsü

Peri Kızı öyküsünde, oğlu ve kızı Almanya’ya giden Battal’ın umutlarını anlatır yazar. Bu öyküde yoksulluğun olağanüstü başarılı bir betimlemesini yapar. Köylünün yoksulluğunu şu imajdan daha güzel ne anlatır, bilmiyorum. Almanya’daki oğul üvey anasına ayakkabı getirecek, bunun için, “Ayaklarının numarasını soruyordu. Gülmüştü, hiç numara gerekmemişti. Ne bulmuşsa ayağına takmıştı. Bir kâğıda basmış, çevresini kalemle çizmişler, içine ‘ablanın ayağının resmidir’ yazmışlardı.” (T.K. s.91).

Bu öyküde Yusuf Ziya Bahadınlı’nın halk anlatımının kestirmeliği ve edebi tadını olağanüstü bir biçimde duyurduğunu görüyoruz… Şu parçayı birlikte okuyalım.

“Aklımıza türlü türlü şeyler geldi. Sonunda bir gece kapının tokmağının hızlı hızlı vurulduğunu duyduk. Kalktım, bizimki. Ne üstünde üst kalmış ne yüzünde beniz! ‘Ulan oğlum bu ne hal?’ Oturduk evin bir beceğine, anlattı: Bizim Hamdi’nin oğlu, ‘dayıoğlu ben nasıl olsa sağlam raporu aldım, senin yerine ben gireyim muayeneye’ demiş. Girmiş girmesine, sonunda işin şekli anlaşılmış. Haydi karakola. İkisi de karanlık bir delikte günlerce aç susuz yatmış.” (T.K. s.95) Köylünün anlatımı, edebi anlatımın temel öğelerini içeriyor. İmgelerle, benzetmelerle yüklü. Mecazi söyleyişle yüklü. Deyimlerden yararlanıyor. “İşin rengi” gibi. “Karanlık bir delik” gibi.

Battal Almanya’daki oğlu ve kızıyla ilgili umutları kırılınca deliriyor. Gördüğünü sandığı Peri Kızı’nın arkasından koşuyor.

Yazarın Göçü: Titanik’te Dans

Yazar da bu akarsunun sürüklediği taşlardan biridir; ama onun deneyimi, edilgin biçimde sürüklenip, çakıla dönüşmek yerine, yaşananları sorgulayarak edebi imgelere dönüştürmeye ve insanlara anlatmaya götürür. Göç, ayna zamanda onun da hesaplaştığı bir gerçekliktir. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın Avrupa yaşantısından izler taşıyan özlem yüklü öykülerinin en kapsamlılarından biri Titanik’te Dans’tır. Yazarın son dönem öykülerinde anlatan ve anlatılanın giderek bütünleştiğini görürüz. Yazar gerçeklikle daha hayati bir hesaplaşmaya girişmiştir. Kendi içine bakarken, dışındaki olup bitenlere de aynı öyküde ışık düşürür.

Bu öykülerde olgun bir insanın yaşama ilişkin daha felsefi sorularını ve yanıt arayışlarını da buluruz.

Yazarın aynı döneminde köydeki çocukluk günlerinin izdüşümlerinden oluşan öyküleri de doğa-insan, çocuk-saflık-güzellik kavramlarını gündeme getirir. Köylünün, yurdunu terk etmeden barındırdığı bütünlüklü, ayrışmamış dünya çocukluğun düşsel ve saf dünyasında dile gelir. Doğa ile ayrışmamış, toplumsal haksızlıkların, ahlaksızlıkların, vefasızlıkların bozmadığı, kirletmediği bir dünyadır bu. Yazarın ütopik dünyasıdır. Çoğunluğu doksanlı yılların başında yazılan bu öykülerden bazıları şunlar: Söğüdün Gölgesinde, Kurşun Sesi, Tavandaki Kırmızı, Kum İçinde Bıldırcın, Demek Çok Ağlamış. Bu öykülere daha önceden gelen, 1978’de yazılmış Mustafa’nın Kağnısı’nı da ekleyebiliriz. Hepsi yazarın çocukluk günlerinin anılarıyla yüklü, doğa ve insanlarla içli dışlı, oyun ve düş dünyasıyla örülü öykülerdir.

Ülke dışında yazılmış ve oranın yazardaki duyarlığını en iyi ortaya koyan öykülerden biri olan Titanik’te Dans şöyle başlar: “Pencereden göğe bakıyorum, yıldızlar hep bizim o taraflara akmış dedim, yağmur da durmuş, hani toprağın kokusu, çiçeğin? Oysa ben bir yıldız kaysın istemiştim, toprak koksun istemiştim, çiçek koksun.” (T.K., s.182). Öykünün giriş cümlesi toprak hasretinin ipuçlarını verir. Yalnızca memleket özlemi değil, çocukluğun yitirilen ülkesini yeniden bulamamanın da hüznü serilir. Devamında anlatıcının bir yaşam muhasebesinin içinde olduğunu anlarız. Odası onun yaşamdaki yolculuğunda önemli bir geçiş dönemini kuşatır; öykünün adına göre yorumlarsak bir gemi gibidir. “Bir de tüm yaşamımın filmi var burada. Yahu ben ne kötü şeyler yapmışım, ne güzel şeyler! Sözgelimi şu bir çift eldiven, orada öylece durur, hiç de solmaz. Renk bir canlılıksa canlıdır, işte orada, doğduğum köyü simgeler.” (T.K., s.183)

Yalnızlık duygusu, kendini anlamayan insanların ortasında, yabancı bir şehirde, insana pek yakışmayan bir odada yaşamaya mecbur bırakılmanın kırgınlığı öykünün atmosferini belirler. Bu öykünün benzeri sorunlarla ve gözlemlerle örülü başka öyküler de vardır. Geçeneğin Karanlığında, Türk Torbası yazarın yaşam öyküsünün bir dönemini yansıtır. Sapa ve Işıltı öykülerini de aynı dönemden çizgiler içeren öyküler olarak değerlendirebiliriz. Işıltı’da öğretmenin kitap okutma çabasına direnen ve ana babaları cahil, şeriatçı çocuklar anlatılır. Derste öğretmene isyan ederler. Öğrenci Yaşar: “Biz kitap okumak istemiyoruz!” der bastıra bastıra. Hepsinin benzeri tepkiler duyduğunu gören ve umutsuzluğa kapılan öğretmen tramvayda kitap okuyan bir öğrencisine rastlar. Onun ışıltılı gözleri ve gülümsemesi öğretmenin karamsar ruh halini aydınlatacaktır. “Bugün bu saatte istasyon bir bayram yerini andırıyordu nedense, her şey birdenbire cıvıl cıvıl göründü bana.” (T.K., s.176) Öykünün son cümlesi umut doludur. Hemen hepsi işçi çocukları ve büyüyünce işçi olacak insanların öğrenmeye, aydınlanmaya karşı çıkmaları, cehalete sıkı sıkıya sarılmaları yazarı rahatsız eder. Çilli de Çilli öyküsünde benzer bir temayı buluruz. Bu kez Berlin’in göbeğinde çarşaflara sokulup “Kur’an Kursu”na gönderilen 10 yaşlarındaki kız çocuklarının, hayatın çağrısıyla elbiselerinden ve boyunlarına asılı çantalardaki Kur’an’lardan simgesel de olsa kurtuluşlarını anlatır yazar.

Titanik’te Dans’ta, yazar yaşam muhasebesini çıkarırken şunları not eder: “Elli yıl yaşamışsam dünyada yarısı düştür bunun, ah ben düş kurmayı çok severim.”(T.K., s.184) Toplumu ve kendini sorgulamayı sorularla sürdürür: “Bir de özlem sevgi midir, sevgim köye özlemimden mi geliyor?” (T.K., s.183) Sorularla ilerlemek önemlidir. Öyküde hazır, kalıplaşmış veriler yinelenmez, yazar kendini ve çevresindeki dünyayı yeniden tanımaya, anlamaya ve tanımlamaya çalışır. “Titanik’te Dans” bu araştırmanın ortasında beliren bir imgedir. Öykünün Alman kahramanı Willi, kendi toplumunu tanımlarken söyler: “Bizler Titanik’te dans ediyoruz.” Batmakta olan bir gemideki çaresiz insanların son dakikaları olarak mı yorumlamalı, yoksa az sonra suların altını boylayacağını bilmemenin vurdumduymazlığı mı? Öykünün kahramanları, anlatıcı, Willi ve Ayşe bu sonu görebilen ve sorgulayabilen az sayıdaki insanlardır.

Yazarın özlem ve hüzün yüklü anlatımından bu batışın duyarlılığını okuruz. Ama yazar açısından oğlunun simgelediği bir gelecek umudu vardır. İnsan sevgisi, baskı altındaki insani değerler, sabah ve ışıkla simgelenen aydınlık, özgür düşünceli bir insanlık düşü batmakta olan toplumun verdiği acıyı dengeler.

Âşıkların Öyküsü

On Bire Bir Kala öyküsünde insani inceliklerin dünyasına, birbirini yaratıcılıkla var etme eylemine eğilir yazar; sevgilisini bekleyen genç kadının gözüyle aşk ilişkilerini sorgular. Bir çay bahçesinde bir araya getirilen insanlar, sevgi ilişkisinin çeşitli biçimlerini ortaya koyarlar; anlatıcı kadın bütün bunları gözlemler ve anlatırken, kendi deneyimiyle yargılar ve sonuçlar çıkarır. Öykü, hiçbir insani ilişkinin birbirinden kopuk, bağımsız olmadığını düşündürür.

“’Beni ille de yönetmek istedin!’ diyordu adam, eli titreyerek çayından bir yudum daha alıyordu, sigarasını tablada eziyordu ve babamdı sanki!” (T.K., s.29) Anlatıcı kadın çay bahçesinde gördüğü adamla kadını anne-babasına benzetir. Eğer edilgin, boyun eğmiş bir yaşam sürdürürse kendinin de onlara benzeyeceğini fark eder.

“İçten mi söylüyorlardı, ağız alışkanlığı mıydı yoksa? En kötüsü de buydu, duymadan söylemek yada * kendini zorunlu saymak.” (s.30) Genç kadın, yaşadığı olumsuz deneyimler sonucu sürekli kuşkucu bakıyor gördüklerine. Üstelik gerçeklik, onun olumsuz kuşkularını haklı çıkartacak ölçüde sahteliklerle örülü. Yusuf Ziya küçük bir öykünün içinde koca bir sevgi dünyasının değişik gelişim düzeyinden kesitleri bir araya getirmeyi başarıyor. Tükenmiş, yıpranmış bir evliliğin üç deprem geçirmiş sevgi ilişkisini somutlayan orta yaşlı karı – koca, birbirine “canım, sevgilim” diye seslenen genç sevgililer, bütün bunları gözlemleyerek bize anlatan kadın ve buluşmayı beklediği Tan sevgi ilişkisinde üç değişik kesit sunuyor. Yazar kısa geçişlerle iç içe ördüğü bu ilişkileri öykünün sıçrama noktasında iki insanın ilişkisinin değişik dönemlerine dönüştürüyor: “Yüreğimde bir sıkışma duydum, baktığımda kadın annemdi, adam da babam. Sonra Tan’ın yirmi yıl sonraki hali geldi oturdu yanıma: Evet evet babam adamdı, adam Tan’dı, kadın annemdi, annem bendim! Fırlayıp gitmek geldi içimden, başka çağrışımlı yerlere gitmek. Saatıma baktım, daha yirmi dakika vardı, Tan’la açık açık konuşmalıydım.” (T.K., s.31)

Anlatıcı gözlemlerini kendi ilişkisini geliştirme yolunda değerlendirir ve öyküde ortaya konan sorunları, duyarsızlıkları yenmek için dersler çıkarır. “Adam ‘üç deprem geçirdik’ diyor, bense depremin aralıksız sürdüğünü söyleyeceğim, toplumların durmadan sarsıldığını. Biliyorum Tan ‘bundan bize ne?’ demeyecektir, düşünecektir.” (s.31) Öykünün adı dakikaları, saniyeleri bile hesaba katan titizlikle bir aşk ilişkisini vurgular. “Tan’ı bekletmemeliyim, ‘on birde değil, on bire bir kala’ demişti.” (s.34)

Yitiklerin Öyküsü

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın öykülerini, daha da genelleştirerek bütün yapıtlarını kucaklayan temel bir tavırdan söz edebiliriz; bu, bütün yaşadıklarına ve buluştuğu insanlara, giderek bütün insanlığa duyulan bir borçluluk, sorumluluk duygusudur. Bu nedenle yazar, üvey anası Evcili Ana’yı anlatmak zorundadır. Herkesin yitip gitmesini istediği, yaşamasını soluk alıp vermeye indirdiği bir insana karşı borcudur, onun öyküsünü yazmak. Ermeni kıyımından, ekin yığınlarına saklanarak kurtulmuş kız çocuğuna duyduğu insanlık borcunu Gâvur Kızı öyküsüyle dile getirir. Sessiz Şahin öyküsünde gelişmesi engellenmiş bir başka insanı anlatır bize. Tavandaki Kırmızı, Gemileri Yakmak, Güllüce’yi Sel Aldı, Öyle Bir Aşk kitapları bu sorumluluk duygusunun hiç eksilmediğinin belgeleridir.

**

Kaynaklar Yusuf Ziya Bahadınlı, İtin Olayın Ağam, Hür Yayınları, 1964, İstanbul aaaaaYusuf Ziya Bahadınlı, Tavandaki Kırmızı, Seçme Öyküler, Morbenek aaaaaYayınları, 1999, İstanbul

 

* Yazar, “veya” bağlacına karşılık olarak “yada” kullanmaktadır. Bu nedenle “ya” ve “da” bağlaçlarını, “veya” bağlacında olduğu gibi bitişik yazmaktadır.