Hoş geldin sultanın karan(lık) cephesi

Ahmet Antmen

Blog: Kent Kültür Sanat

Kimi konuların teorik arka planı ile pratikteki yansımaları arasında kapatılması güç bir tartışma alanı mevcuttur. Çoğu zaman, bu tip başlıkları pratikte çözmenin, yürürken tartışıp yeni sentezler üretmenin daha doğru olduğunu düşünmüşümdür. İşte sanatçı duruşu da bu tarz bir konudur.  Sanatçı duruşu kavramı etrafında bir uzlaşma sağlamak, sanat tarihinin birçok nüvesini göz önüne aldığımızda pek mümkün görünmemektedir.  Sanatçı duruşu denildiğinde, karşımıza çoksesli bir koro çıkmaktadır. Bu koronun çok uç örneklerinin bile belirli bir noktada direniş mevzilerinde örgütlenebildiği de şüphe götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla, sırf bu kapsamdaki teorik farklar üzerinden bir ayrışma tanımlamak genel olarak pratik bir fayda sağlamamaktadır.

Solohov, Yazarın Sorumluluğu adlı De Yayınları’ndan çıkan kitabında yazarın Olimpos’un zirvelerinden inmesi ve hayatın tozuna toprağına bulanması gerektiğini söylemektedir. Yine SBKP’nin 20. Kongresi’nde yaptığı konuşmada Sovyet yazarlarını Tolstoy kadar, Gorki kadar hayatın içine karışamamakla ve Moskova’ya sıkışıp kalmakla itham etmiştir. Gorki’nin Rus köylerini tek tek dolaştığını aktarmış ve bunu bir model olarak önermiştir. Başka bir Sovyet şairi Mayakovski, köylere gidildiğinde bile kentlerin yeni yükselen sesini, fabrika bacalarından süzülen dumanların şiirini duyurmak ve duyumsatmak gerektiğini söylemiştir. İki ayrı sanatçı, iki ayrı sorumluluk önermesi…

Avangard yazarlara ve onların modern öncülerine bakıldığında durum daha da çeşitlenmektedir. Baudelaire, genel ahlaka karşı kaleme aldığı Kötülük Çiçekleri’ne karşı açılan davada, ben zaten kötülükleri göstererek insanları iyiliğe yöneltmek istemiştim, demiştir. Örneğin, Can Yücel’in kendi aleyhine açılan hakaret davasında hakime verdiği yanıt hepimizin malumudur. Ve bu malum söz ağızdan bir kez çıkar, çıkan sözün de arkasında durulur efeliğiyle de birleşmektedir. Neyse biz Avangard örneklerden devam edelim.  Nerval, yaşamla yazar arasındaki gerileme sığışmış ve tahammül çizgisini sınamıştır. Elinde bir iple, kendine ha astı ha asacak derken en sonunda da asmıştır. Dadaistler, yazarın sorumluluğunu çok farklı tanımlamıştır. Başımıza bütün çorapları ören bu akıl ve anlam dünyasına karşı kelimelerle tombala oynamayı önermişlerdir. İçgüdünün sınırlarını yerleşmiş, bilinç-bilinçaltı arasında salınıp durmuşlardır. Albert Camus, Sisifos Söyleni’nde de Yabancı’da da, Mutlu Ölüm’de de, Başkaldıran İnsan’da da…. Yani tüm külliyatında insanın insanla olan diyalogunun kesildiğine işaret etmiştir. Dillendirmiştir de bunu… İnsanlar arasında sürüp giden o uzun diyalog bitti diye… Yazarın yapacağı ise açıktır… İnsanı dünyaya özdeş kılma uğraşına girişilmelidir. Dünya gibi olunmazsa mutlu olmanın imkânı yoktur. Tersi durumda ise ölüm bile mutlu olabilir. Adorno, şairin sorumluluğunu suskunlukla birleştirmiştir. Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz, demiştir.

Tartışmaya başka isimleri de dâhil edebiliriz.  Evlerimizden dışarı hiç çıkmasaydık, başımıza bunların hiçbiri gelmezdi diyen Pascal’a rağmen pencereleri genişletebiliriz. Yazarın sorumluluğunu ya da sorumsuzluğunu ilan eder; her iki halükarda da örnek bir çilekeş olarak sanatçının başkaldırısını ve uyumsuzluğunu gözleriz. Sanatçının değil ama sanatçıların uyumu genel olarak hareketle sağlanır. İster o hareketin dışında isterse dışında. Ancak Genel ahlak kurallarına savaş ilanında bulunan  bir sanatçının bile ahlaki konumlanışı vardır. Hareket içerisinde bir konumlanış. Sanatçının duruşu değil devingenliği olarak tanımlanabilecek nitel bir durum. Sanat alanında sorun bu nitel durumun aşındırılması ile baş gösterir.

Sanat için sanat mı, toplum için sanat mı tartışmasında cephenin her iki tarafını da bir araya getiren bu tehdittir. Çünkü artık bu tartışmanın çok ötesinde başka etmenler mevcuttur. Para için sanat, güç için sanat, ihtişam için sanat, dizim yayından kaldırılmasın diye sanat, yalı kredisi için sanat… Modern dönem için, bu tarz bir sanatçı (!) kimliği şüphesiz ki ta Ehrenburg döneminde bile anlatılmıştır. Fransız ulusalcısı Nivelle, Nazi işgalinde işgal güçlerinin bir numaralı destekçisi olmuş; Naziler düştükten sonra da Amerika’ya kaçıp Amerikancı olmuştur. Nazileri hiç tasvip etmediğini de sonrasında ısrarla belirtmiştir.

Nazilere şehrin anahtarını teslim eden Knut Hamsun da Nivellegillerin en net örnekleri arasında yer almaktadır. O, kendince gereğini yapmış ve 1943 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü’nü Goebbels’e göndermiştir.

Reyhanlı’da ölen Sunnilere başsağlığı dileyen, Suriye’de öldürülen her çocuğun kalan yaşamını boynunda borç olarak taşıyan, madende ölenlerin yaşamını, insanın tiyatrosunu, şiirini, türküsünü elinden alanlara övgüler düzen bir tipoloji bir zamandır türemek için fırsat kolluyordu. Arada kuru sıkıları vardı onların… Baş bilene; heykelinizi dikelim, diyorlardı örneğin. Elini öpüp af diliyorlardı. Koştur koştur kahvaltılara gidiyor, soluğu halı saha maçlarında alıyorlardı. Ölmek üzere olan sanatsal serüvenlerini ve maddi varlıklarına suni teneffüs için Bay Bilen partisinin etkinliklerine katılıyor övgüler düzüyorlardı… Ama bu yapıp ettiklerini, sonraki zamanlarda mevzu bahis etmeyi pek sevmiyorlardı. Yılların sol bilineni, Halil Ergün, bu utangaç tavrı kırma yolunda önemli katkılar koydu. Dizisi yayından kaldırıldığında, iktidar partisine oy verdiği için dışlandığını iddia etme boyutuna kadar taşıdı işi… Sonra Başakşehir sahasında pasını attı. Yavuz Bingöl, Alev Alatlı gibi yedeklerse oyuna sonradan dahil edilmişlerdi. Bir daha hiç dâhil edilmeme ihtimalini de gözeterek, olanca iştihalarıyla saldırdılar. Duygusal ve saldırgandılar. Öğretici ve sanatsallardı… Faşizmin diktatörlerini okşamak için mitler türetilmesi gerektiğini anlamış ya da en azından sezmişlerdi. Bir miti tanımlamak için bir karakteri manipüle etme ihtiyacını sezinlemişlerdi. Daha yolun başında oldukları için sendelemeleri de kaçınılmazdı. Ama misyonları önemliydi. Mitleri cilalayacak ve sanat için de toplum için de olmayan bir sanatı kurumsallaştıracaklardı. Her ülkede, ama özellikle Nazım’ın, Aziz Nesin’in, Can Yücel’in, Orhan Kemal’in, Yılmaz Güney’in, Ruhi Su’nun Türkiye’sinde zor olana soyunmuşlardı.

İşte bu nedenden ötürü cesaretlerini takdir etmek gerekir. Nivelle ve de Knut Hamsun cephesine ülkemize hoş geldin demeliyiz. Adını siz koyamıyorsunuz bari biz koyalım da sancılanıp kıvranıp durmayın artık. Aydınlığın, aydının karşısında bir konum takındınız. Ne de iyi yaptınız. Cepheniz adı nettir, bellidir. Adını telaffuza siz yanaşmadınız. Bari biz yapalım. Merhaba Karan[1] Cephesi biz tam karşınızdayız; öyle de kalacağız…


[1] Karan sıfatı aydın sıfatının karşıtı olarak karanlık isminden Gökhan Erkan tarafından Nikbinlik Dergisi’nde türetilmiştir.