Beyaz yakalı suç örgütleri: Asıl çete kim?

Selçuk Işık

Blog:

Beyaz yaka suçlar (nam-ı diğer “white collar crimes”) kavramı suç teorisine ilişkin yaptığı çalışmalarla da bilinen Edwin Sutherland tarafından Amerikan icra hukukunda bu konudaki boşluklara dikkat çekmek için ortaya atılıyor. Sutherland haricinde ise bu konuda çalışma yapmış ya da yapmakta olan kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az: John Braithwaite, Gil Geis ve son olarak 2005 yılında yayımlanan kitabı “The Best Way to Rob a Bank is to Own One” ile kendisi de bir avukat ve eski bir federal regülatör olan Bill Black.

Suç olgusuna beyaz yakalı suçlar da gözetilerek yepyeni bir yaklaşımla eğilinmesi ve icra hukukunun kapsamına yerleştirilmesinin mücadelesini veren ve hatta bu konuda 1949 yılında “Beyaz Yaka Suçlar” diye bir de kitap yazan Sutherland, kendisi örgütlü bir çete olan sermaye sınıfının suçluluğunu sosyolojinin dar alanına kıstırarak; suçu, bireylerin veya şirket içindeki örgütlü bir azınlığın yaptığı çeşitli suistimaller sonucu şirketin ve kısmen toplumun bir kısmının (yatırımcıların) mağdur edildiği dar bir çerçeveye hapsediyor.

Sutherland bu suçlar üzerinde bizzat kendisi 40 yılı aşan bir dönemi inceleyerek araştırmalar yapıyor ve 70’e yakın endüstriyel ve ticari kuruluşun en az bir yasayı ihlal ettiklerini tespit ediyor. 1981 yılında, Sutherland’in ölümünün ardından 31 yıl geçmişken, nihayet ABD Adalet Bakanlığı bir beyaz yaka suç tanımı yayınlıyor:

Girişimci, profesyonel veya yarı profesyonel mesleki statüye sahip bireyler tarafından aldatma teknikleri kullanmak suretiyle finansal kazanç sağlamak amacıyla işlenen şiddet içermeyen suçlardır; bu kişiler özel mesleki bilgi ve fırsatlara sahiplerdir, özel teknik ve profesyonel iş bilgisine sahip bireylerin gerçekleştirdikleri eylemlerdir.

Sutherland yalnızca, hukuken, beyaz yakalı seçkin veya yarı profesyonel bir grubun işlediği suçların ön yargıyla değerlendirildiği nesnel bir hukuki durumun normal sınırlarına çekilmesine katkıda bulunmuştur, hepsi bu. Sosyolojiden de bir mucize yaratmasını beklemiyorduk zaten. Böylesi bir “mucizeciği” dahi ne kadar başarabildiğini görebilmek için çok uzaklara gitmemize gerek yok. Özellikle 2000’li yılların başından beri onca skandal patlak vermesine rağmen halen bu skandalların beşiği olan ABD'de beyaz yaka suçlar üzerinde çalışma oranının sadece %5’lerde kalmış olması bunu yeterince destekliyor. Sınıf penceresinden bakıldığında ise pek de şaşırtıcı olduğunu söyleyemeyiz.

Şirketler, “prestijlerinin sarsılmaması” gerekçesiyle kurum içinde yaşanan ufak çaplı yolsuzlukları skandal boyutuna varmadığı takdirde örtbas edebiliyor ya da basit soruşturmalarla geçiştirebiliyor. Ama özellikle finansal piyasalardaki ve muhasebe ve raporlama sistemlerindeki boşluklardan faydalanılarak gerçekleştirilen öyle skandallar var ki birçoklarının canını önemli boyutlarda yaktığı ve iflaslarla sonuçlandığı için örtbas edilmesi gerçekten imkansızdı. İşte bunlardan birkaçı:

ENRON VAKASI
Sadece 15 yıl içerisinde, çok küçük bir şirket iken Amerika’nın en büyük 7. şirketi olan ve 40’tan fazla ülkede 21 bin kişi çalıştıran Enron şirketi, halen üniversitelerde ders olarak okutulmakta olan bir dolandırıcılık vakasına “kurban gitmiştir”. Muhasebe sistemindeki yasal boşlukları, özel amaçla kurulan iştirak şirketleri ve yetersiz mali raporlama yöntemlerini kullanarak tepe yöneticileri, başarısız sona eren anlaşma ve projelerden kaynaklı milyarlarca dolarlık borçlarını gizlemeyi başarmışlardır.

2001 yılında Bethany McLean’in “Enron’un Değeri Abartılıyor mu?” başlıklı makalesinde kazançlarının 55 katı ticari hacme sahip olabilen Enron’un yüksek hisse fiyatlarını nasıl koruyabildiği sorgulanıyordu. Makalede analistlerin ve yatırımcıların Enron’un gelirini tam olarak nerelerden sağladığını bilemeyişlerine vurgu yapılıyordu. Şirket, McLean’in dikkatini bir analistin ona şirketin ilgili raporunu incelemesini tavsiye ettikten sonra çekmişti. Araştırmasında McLean, tuhaf ticari işlemler, değişken nakit akışları ve devasa bir borçla karşılaştı. 2001’in Temmuz ayında Enron, analistlerin tahminlerini hisse başına 3 Cent aşarak gelirini 50,1 milyar dolar olarak bildirdi. Ancak şirket dikkat çekmeye devam ediyordu. Ekim ayında Enron üçüncü çeyrek zararını 638 milyon dolar olarak bildirdi, sermayedarların hisse değerlerinde 1,2 milyar $’lık bir düşüş rapor etti ve SEC’i şirket hesaplarını kontrol etmeye teşvik etmiş oldu. O ayın sonunda SEC’in soruşturmasının daha resmi bir araştırmaya çevrildiği duyuruldu ve Kasım ayında şirket önceki 5 yılın zarar raporlarını içeren mali tabloları yeniden revize ederek 586 milyon $’lık zararı açıklayacak şekilde sunmak zorunda kaldı. Bunu takiben Enron’un bağımsız denetim şirketi Arthur Andersen’e federal bir çağrı gitmesinin ardından Enron’un hesaplarında tahrifat yapmaktan suçlu bulundu. Olayın tüm ayrıntıları ortaya çıkmaya başlayınca yatırımcılar ve kredi verenler geri adım attılar ve şirket iflasını ilan etmek zorunda kaldı.

Verilen cezalar Sutherland’in kemiklerini sızlatacak cinstendi:

Rick Causey (Genel Muhasebe Müdürü) – 7,5 yıl hapis.
Andrew Fastow (Genel Mali İşler Müdürü) – 6 yıl hapis.
Jeffrey Skilling (Eski Enron CEO’su) – 24 yıl hapis.
Kenneth Lay (Eski Enron CEO’su) – cezaya çarptırılmadan önce öldü.

BERNARD MADOFF VAKASI
Madoff muhtemelen tarihteki en büyük kurumsal skandal ve dolandırıcılığa imza atmıştır. Aslında yapılan devasa bir Ponzi planıdır. Dünya genelindeki zengin bireyler ve şirketleri cesaretlendirerek paralarını aktarmalarını sağlamış ama bunlar üzerinden kar sağlama yerine yeni giren yatırımcıların paralarının bir kısmını kullanarak eskilere sözde getiriler sağlamış, farkını da cebine atmıştır.

Başlangıç olarak New Yorklu zengin bir Yahudi işadamının çevresi ve ilişkilerinden faydalanarak şehir kulüpleri ve bağış yemeklerinde ilk yatırımcılarını çıkartmayı başarıyordu. NASDAQ Borsasının eski patronu bu şekilde isim yapıyor ve saygınlık kazanmaya başlıyordu.

Ardından o yatırımcıları aramıyor, adeta yatırımcılar ona ulaşmak ve birikimlerini değerlendirmesi için birbirleriyle yarışır vaziyette pastadan pay kapma, somut ve sıcak karları bilerek kıskandıkları arkadaşları gibi olmak için yarışıyorlardı. Madoff ve destekçileri ise bu zinciri yavaş yavaş Avrupa, Orta Doğu ve Asya’ya gittikleri her yere yaymaya başlamışlardır.

1999 gibi erken sayılabilecek bir tarihte Madoff’la ilgili ilk şüpheler çıkmaya başlamışsa da, 2008 küresel finansal krizi sırasındaki likidite krizi ve kredi daralmaları yaşanmasaydı Madoff’un dalaveresi daha uzun zaman fark edilmeden sürebilirdi.

Kriz nedeniyle Madoff’un sıcak para kaynakları kesilince ve yatırımcılar da aynı şekilde fondan 7 milyar $’lık nakit erişimi sağlamak isteyince Madoff kendisini ele vermek zorunda kaldı. Sonuç olarak savcılar bu hadisenin toplam faturasının 64,8 milyar doları bulduğunu açıkladılar. Bu meblağ Madoff’un 4.800 mudisinin 30 Kasım 2008 itibarıyla hesaplarında erişilebilir olarak duran miktarlardan elde edilmiştir. Şimdiye kadarki en büyük şirket dolandırıcılığıdır.

CHARLES KEATING VAKASI
En ünlü mevduat ve kredi sahtekârlıklarından biri, Charles Keating önderliğinde Lincoln Kredi ve Mevduat Şirketi tarafından yapılmıştır. Bir avukat olan Keating, Lincoln Motor Company’nin başkanıydı. Lincoln hakkında yüksek miktarda kredi karşılığında şişirilmiş fiyattan arazi satın alan şirketlere göstermelik arazi satışları yaparak kar sağlama suçlamasıyla dava açıldı. Keating, Lincoln’ün bünyesinden 30 milyon dolardan fazla bir parayı 3 yıla yayılmak suretiyle ödemek zorunda kaldı. 23 bin kişi, 200 milyon dolardan fazla bir meblağ karşılığında Lincoln’ün kardeş şirketinden tahvilleri aldılar ve banka memurları da bu tahvillerin mükemmel derecede güvenli ve hükümetin güvencesi altında oldukları şeklinde yanlış bilgileri yayıyorlardı.

1992’de Keating 73 farklı suçtan hüküm giydi ve 10 yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Cezasının 4 yılını çektikten sonra temyiz mahkemesi Keating suçunu kabul etmiş olmasına rağmen kararı bozdu.

WorldCom vakası ya da Allen Stanford vakası gibi vakalarla örnekleri genişletmek mümkün. Yaşanan bu yolsuzluk vakaları, yatırımcının yitirdiği güven bir şekilde tazelenerek bertaraf edildi. Cezai uygulamalar ortada. Bağımsız denetim ilkeleri güya gözden geçirildi. Oysa “bağımsız” denetim firmaları zaten bu şirketlerle ücreti karşılığında anlaşarak denetim yapan ve birbirleriyle rekabet altında olan firmalardı ve mevcut durumda da öyleler. Arthur Anderson ismen varlığını sona erdirdi; fakat cismen kendini halen devam ettiriyor. Emekçi sınıflar ise egemen sınıfların kendi emekleri üstünde bu kadar açıktan tepindikleri bir ortamda maalesef edilgen kaldılar ve büyük çoğunluğu tepedeki bu krizleri yalnızca izlemekle yetindiler.

Hollywood filmi tadında değil mi? Hatta bazılarınız dinsizin hakkından imansız gelmiş işte deyip kıs kıs gülebilirsiniz de. Şirketlerinin kar hırslarının kendi elleriyle yarattıkları “genius profesyoneller” tarafından kepaze edilmiş olduğu düşüncesinin yarattığı tatmin duygusuyla avunabilirsiniz. Oysa bize burada düşen rol, kapitalizmin kendiliğinden bir parçalanmaya gidiyor olduğu yanılgısına kapılarak onu kendi yaşadığı içsel krizlerle başbaşa bırakmak değil; tersine bu kadar yozlaşmışlığın, yolsuzluğun arasında kalmış pasifize kitleler olmayı reddederek bu hırsızlık şebekesini ve tüm bu hukuksuzluğu emekçi sınıflar lehine kökten ortadan kaldırmak ve “asıl çete kim?” sorusunu kendimize sormaktır.