Yoksullar neden isyan etmiyor?

Akif Akalın

Blog:

Çoğumuz çağımızı ve yaşadıklarımızı, üzerinden en az bir çeyrek yüzyıl geçtikten sonra tarihçilerden öğreniriz. Aramızda çağını ve yaşadıklarını kavrayabilen çok az insan vardır. Fakat değişim, bu az sayıda insan diğerleriyle buluşabilirse ve buluşabildiği ölçüde gerçekleşebilir.

Geçen hafta soL Portal’da çağımızı ve yaşadıklarımızı anlamamıza ve anlamlandırmamıza yardımcı olabilecek iki çeviri yayınlandı. Aydemir Güler bu çevirilere dikkat çektiği “Büyük restorasyon” başlıklı makalesinde, “Kapitalizmin ömrünü uzatmak ve krizi alt etmek için solu solsuz ve soysuz kılmaya çalışanlar, bayağı bayağı özne oluşturuyorlar. Arkalarında hangi sınıfların konumlandığı, kimlerle pazarlık edip, kimlerden nefret ettikleri herkesin gözü önünde cereyan ediyor. Komplo yok. Büyük restorasyon var” diyordu.

Bugün de Sendika.org’da Korkut Boratav’ın bir makalesi yayınlandı: “Podemos’un tuhaf muhalefeti”. Hocamız makalesinde Aydemir Güler’in makalesinde dikkati çektiği çevirilerde yer alan olguları daha da derinleştiriyor. Bu tartışmanın çağımızı ve yaşadıklarımızı daha iyi kavrayabilmemize yardımcı olabilmesi için, tartışmayı geçen gün Thomas B. Edsall’ın New York Times’da “Yoksullar neden isyan etmiyor?” başlığıyla yayınlanan makalenin çevirisiyle “genişletmek” istedim.

Bu makalelerin geçtiğimiz aylarda Yunanistan’da yaşanan seçim süreci sırasında Türkiye solunda Syriza hareketine ilişkin tartışmalarla ve Türkiye’deki genel seçimler sırasında solda yaşanan tartışmalarla birlikte değerlendirilmesinin çok daha yararlı olacağını düşünüyorum. Böylece ülkemizde ve dünyada gelişen olayların “sınıf” karakterini daha doğru belirleme ve buna göre tutum alma şansımız olabileceğine inanıyorum.


YOKSULLAR NEDEN İSYAN ETMİYOR?
Bugünün çalışan yoksulları neden çok sessiz? Bu soruyu ortaya atan tek kişi değilim.

The Economist dergisi “neden yoksullar barikatlara dolmuyor?” diye soruyor. Minnesota Üniversitesi’nden politik bilimci David Samuels “seçmenlerin neden daha fazla yeniden-dağıtım talep etmediğini” merak ediyor. 7 Nisan tarihli National Catholic Reporter makalesinin başlığı şöyle: “Neden Amerikalılar eşitsizliği protesto etmek için daha fazlasını yapmıyorlar?”

Şikayet etmeleri için meşru zeminler var. En alt dilimdekilerin hane halkı geliri enflasyona uyarlandığında 2000 yılında 13.787 dolardan, 2013 yılında keskin şekilde 11.651 dolara düştü. Nüfus İdaresi’ne göre 64 milyon Amerikalı halen en alt dilimde yaşıyor.

Yine de birkaç nedenle yoksulluğun geçmişte olduğundan daha az meşakkatli olması mümkündür. Birincisi, gelirlerin azalmasına karşın, birçok malın (televizyon, bilgisayar, klima, ev aletleri, cep telefonu) maliyeti düştü ve bu durum en alt dilimi, basit gelir rakamlarının yansıtabileceğinden daha az yoksun bıraktı. İkincisi, bugünlerde insanlar geçmişte olduğundan daha geç evleniyor ve çocuk sahibi oluyor, bazı mali talepleri daha iyi kazandıkları yıllara erteliyorlar. Üçüncüsü, bazı ekonomistler sıklıkla kullanılan enflasyon ölçütlerinin tüketicilerin kullandığı malların gerçek maliyet tahminlerinin aşırı üstünde sonuçlar verdiğini, bu nedenle geçim sağlamanın olabileceğinden daha az vahim olduğunu öne sürüyorlar.

Fakat geniş kitlesel ayaklanma olmamasının başka bir nedeni var.

Toplum kolektif hareketlerin kamu imgelemini yakaladığı 1930’lar ve 1960’ların doruklarından beri sert bir şekilde değişti. Şimdi bireyler üzerinde yalnız uçmaları için amansız bir baskı var. Sınıf temelli protesto (eskiden dayanışma denirdi) için çok az toplumsal destek var.

İngitere’de, Newcastle Üniversitesi’nde bir araştırmacı olan Christopher Ray, sosyologların “bireyselleşme” olarak adlandırdıkları bir süreci tanımlayarak, bireyselleşmenin bir yanda pozitif, etkinleştirici ve demokratik bir olgu olduğunu saptıyor. Diğer yandan aynı dinamik yeni zorunluluklar ve yükler olarak algılanan, her yerde ve her zaman ve daima değişen risk koşulları ve birey ve yerel yaşam üzerine binen yeni güçler üretiyor.

Ray şöyle devam ediyor: “bugün insanlar yalnızca sürekli genişleyen bir durumlar aralığında seçimler yapma yeteneğine sahip değiller, aynı zamanda bunu yapmaya zorlanıyorlar”.  

Aslına bakılırsa bireyselleşme iki yanı keskin bir kılıç. Fayda görenler, yeni kişisel özgürlükler ve haklar karşılığında yeni riskler ve sorumluluklar almayı kabul ediyorlar (eğer buna zorlanmıyorlarsa).  

Berlin Özgür Üniversitesi’nde bir sosyolog olan Nikolai Genoy bu yılın başlarında yayınlanan “Bireyselleşmenin Güçlükleri” kitabında, [bireyselleşmenin] kendini gerçekleştirmeye kapı açmasına ek olarak, “bireysel haklar ve özgürlüklerin yükselişinin bir bedeli vardır” diye yazdı.

Bireysel sorumlulukların eşlik eden yükselişini dikkate almayarak veya küçümseyerek vurguyu tamamen bireylerin hakları ve özgürlüklerinin genişlemesine yapmak, sosyal patolojileri ortaya çıkartıyor. Bunlar sosyal yaşamın tutkalı olan dayanışmanın altını oyuyor.   

Genom sonuç olarak bireyselleşmenin “genelde ortak faydanın çeşitli biçimleri ve özelde dayanışmanın çeşitli biçimleri pahasına” gelebileceğini gözlemliyor.

Bu yılın başlarında ölen Alman sosyolog Ulrich Beck, kolektif sosyal eylemin engellerine dikkat çekti. Beck 2002’de “Bireyselleşme” başlıklı kitabında geçmişte birlikte çalıştığı insanları meslekdaş veya müttefik olarak görenlerin, şimdi “halen ortak bir arkaplan var olmasına rağmen, toplum rekabet asidi banyosunda çözündüğünde” rekabetçi baskılarla karşı karşıya olduklarını yazdı. Sonuç, “homojen sosyal gruplar içindeki bireylerin izolasyonudur”.  

Beck gelişmiş ülkelerde insanların “geleneksel sınıf bağlarından ve aile desteğinden” koparıldığını öne sürerek devam ediyor. Bu durum insanları “eşlik eden bütün riskleri, fırsatları ve çelişkileriyle birlikte emek pazarında kendi kaderlerini” belirlemek için kendi öz kaynaklarını kullanmaya zorluyor.

Beck 2007 yılında yayınlanan bir makalesinde yeni toplumsal düzende geleneksel sınıfların (ve toplumun geleneksel bağlarının) kaybolduğunu ileri sürüyor. Bunların yerine karşılaştırılabilir eşitsizlikleri olan alternatif bir sosyal hiyerarşi ortaya çıkmıştır: Risk ve sosyal eşitsizlik (aslında risk ve güç) aynı madalyonun iki yüzüdür. Risk bir karar ve dolayısıyla bir karar-alıcı gerektirir ve riskleri alan, tanımlayan ve risklerden kazanç sağlayanlar ile riske atılanlar, başkalarının kararlarının ‘öngörülmeyen yan etkilerinden’ zarar görmek zorunda kalanlar, belki karar alma süreçlerine katılma şansları olmadığı halde bunu yaşamlarıyla ödeyenler arasında radikal bir asimetri üretir.

ABD’de bireyselleşme kök saldığından, yoksullar lehine kolektif eylem beklentileri en iyi olasılıkla loştur.  

Yoksullar lehine kolektif eylem, yurttaşların iyiliğini güvenceye almanın devletin yükümlülüğü olduğuna ilişkin ortak bir inanışı gerektirir. Bu inanışın altı, Beck’in deyişiyle riskin “iç tedariğiyle” (insourcing), yükümlülüklerin devletten bireye aktarılmasıyla oyulmuştur. Sorumlulukların bu şekilde yeniden dağıtılması birçok yönden incelenmiştir.  

Yale’den politik bilimci Jacob Hacker “The Great Risk Shift” başlıklı kitabında sosyal sigortanın yaygın erozyonunun sonucu birey üzerine binen ekonomik baskıları belgeleyerek tartışmaya katılmaktadır. Hacker, “onyıllardır Amerikalılar ve hükumetleri, ekonomik güvence taahhüdü ile ekonomik fırsata inanışı birleştiren güçlü bir ideali savunmuşlardır” diye yazmaktadır.   “Bugün mesaj tamamen farklı: kendi başınasın”.  

Bu durumda kolektif toplumsal eylemin yerini farklı bir tür başkaldırı aldı. Kaliforniya, Irvine Üniversitesi’nden sosyoloji profesörü David A. Snow bireyselleşmeyle ilişkili özgül hareketlerin başta gelen önceliklerinin (“feminist hareket, LGBT hareketleri, siyahi güç hareketi, engelli hakları hareketi ve son zamanlarda şişmanlığı kabul –fat acceptance- hareketi”) durumu daha kötü olanların yararına daha geniş ekonomik taleplere yanaşmadığına dikkati çekti.  

Snow 2013 yılında yayınlanan “The Future of Social Movement Research” kitabı içinde yazdığı bir bölümde dağıtımsal eşitsizlikler ve adaletsizliklerle ilgilenmenin, haklar ve dahil edilme, hariç tutulmayla ilişkili sorunlarla ve grupsal sorunlarla ilgili prosedürel konuları ve adaletsizlikleri geri plana atma eğiliminde olduğunu yazdı.  

Halkın yasama sürecinin temelden değişimi için isyan etmesinin en son örneği, asgari ücretin arttırılması veya vergi sisteminin daha ilericileştirilmesini desteklemek için yapılmadı. Bu isyan, 2012 yılında Online Korsanlığın Durdurulması Yasası’nın (SOPA) kabul edilmesine karşı muazzam ve başarılı bir itirazdı: Kongre’ye 3 milyon e-posta, 4.5 milyon imzalı bir dilekçe, 2.4 milyon tweet ve Kongre üyelerine 10 milyon telefon. Ağ tarafsızlığı hareketini destekleyenler bu yasanın internetteki müzik ve video kaynaklarına ücretsiz veya ucuza ulaşımı tehdit ettiğini gördüler. Karları internete açık erişime bağlı olan Google, Facebook, eBay, Twitter gibi teknoloji şirketleri tarafından desteklenen yakınmaları, ticari reklam, müzik, sinema ve kablolu yayın sanayilerinin desteklediği yasayı alt etti.  

SOPA protestosunu zenginliğin en tepedeki yüzde 1’e akışına ve karların mali endüstriye akıtılmasına biricik örgütlü meydan okuma girişimiyle kıyaslayın: yoğun ve medyanın genel desteğine rağmen bir yıldan kısa bir sürede çöken Occupy Wall Street hareketi ile.  

Bireyselleşmeyle ilişkili gündem, yoksulların ve işçi sınıfının beklentilerini desteklemek yerine eşitsizliği daha da azdıran hızlı teknolojik ilerleme, ticaretin uluslararasılaşması ve koruyucu veya sadakate dayalı işyerinin çöküşüyle kol koladır. Bu gündem geleneksel aile yapısında bir altüst oluşa katkıda bulunmuştur. Ve iyi eğitimliler ve zenginler bu altüst oluşa uyum sağlamakta daha donanımlıyken, daha yoksul ve eğitimsiz olanlar değişimin ağırlığı altında kalmaktadır.  

Tepedekiler ve en alttakiler için ayırt edici sonuçlar, bireyselleşmenin kilit ögesine karşı sınıfa dayalı yanıtlarda görülmektedir: cinsel alışkanlıkların (geleneklerin) değişimi.  

Bir türbülans dönemi ve 1960, 70 ve 80’lerdeki yüksek boşanma hızlarından sonra iyi eğitimliler, evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı erteleyerek duruma ayak uydurdular ve bu sınıfta boşanma hızları istikrar kazandı veya azaldı. Bunun sonucu zenginlerin çocukları serpildi.  

Tersine bütün arkaplanlardan gelen yoksullar yüksek düzeyde aile çözülmesiyle, babanın yokluğuyla ve işsizlikle mücadele ederek, kendilerinin ve çocuklarının beklentilerini kararttılar.

Eşitsizliği güdüleyen kültürel baskılar, ek olarak, sendikaların düşüşünü hızlandıran, Cumhuriyetçilerin asgari ücretin arttırılmasını reddetmesini meşrulaştırmaya ve işçilerin işyeri duruşlarının altını oymaya hizmet eden yükseltilmiş rekabet tarafından pekiştirilmektedir. Sonuç yalnızca en tepedekilerin gelirlerinin muazzam artışı ve geri kalanın ücretlerinde çok az bir büyüme veya hiç büyümeme olmamıştır, toplumun, topluma en çok ihtiyaç duyanlardan elini çekmesi olmuştur.  

Bunların hepsi bizi köklü sosyal ve ekonomik adaletsizliğe karşı neden çok az isyan olduğu sorusuna geri götürüyor.  

Yanıt şudur: eşitsizliğin en şiddetli maliyetlerini taşıyanlar her iki partideki gündem belirleyicilerin umurunda değildir. Onlar yeni düzende politik yetimlerdir. Kent politikalarında sesleri olabilir fakat artık ulusal ölçekte sağ veya solun planlarında yer almamaktadırlar. Bir partinin oylarının hesaba katılmasını isteyip, diğerinin istemediği kısa bir Seçim Günü anı dışında çemberin dışına itilmektedirler.


KAYNAKhttp://www.nytimes.com/2015/06/24/opinion/why-dont-the-poor-rise-up.html