Adliye koridorlarında, bu tarz kimin?

Hatice Demir

Blog: Diren Terazi

“İçeri girince fark ettim. Adamın altında kot pantolon, üstünde bir gömlek. Ofisin eşyaları böyle nasıl anlatsam, deri koltuklar var. Ama renk atmış eskimekten. ‘Askeri mahkemelerde kazanamayacağı dava yok’ diyorlardı. Ama pek güvenemedim doğrusu” diyor.

Babamın askerlik meselesiyle ben kendimi bildim bileli başı dertte. Tam halloldu derken, pat, yine eve çağrı kâğıdı geliyor. En başa sarıyoruz. Bahsettiği avukat, daha önce askeri mahkemelerde hâkimlik yapmış, alanında uzman sayılan bir adam. Babam da bunu biliyor. Ama bundan hiç bahsetmiyor. Çünkü içeri girmiş, koltukların rengi solukmuş, adamın kot pantolonunu “yaptığı iş için fazla gayrı resmi” bulmuş ve dolayısıyla sevgili meslektaşımın tüm ilim irfanı babamın gözünde yerle bir olmuş.

Birden “Baba benim de hiç kumaş pantolonum yok. Ayrıca kumaş pantolondan nefret ederim. Beni çok şişman gösteriyor” diyorum. İçini çekiyor. “Evet, saçların da biraz şey” diyor. Ney? Saçlarım biraz kırmızı mı? Susuyoruz.

Aradan zaman geçiyor. Ben okulu bitiriyorum. Staj başlıyor. İş görüşmelerine gidiyorum. Özellikle fabrikaya benzeyen, bağlı çalışan avukatlar için öğütücü işlevi gördüğünü düşündüğüm büyük çaplı ofislerin kapılarından girince, müstakbel patronlarımın beni topuğumdan tokama, gözümdeki kalemden tırnağımdaki ojeye kadar süzmeleri ilk dikkatimi çeken şey oluyor.

İş dışındaki zamanlarda, yeni tanıştığım insanlar mesleğimi sorup “avukat”ı duyunca inanmaz gözlerle bakıyorlar. Sanırım biraz ciddiyetsiz olduğumu ve çok güldüğümü düşünüyorlar.

Adliyelerde bazı meslektaşlarımın, sürekli kardeşlerinin nişanına gider gibi giyindiklerini fark edince babam aklıma geliyor. “Demek bizim mesleğin olayı da bu. Ye kürküm ye” diyorum.

Örnekleri çoğaltabilirim. Sizleri sıkmak istemiyorum, ancak şunu da anlatmazsam içime dert olur:

Staj Eğitim Derslerinden birindeyim. Bir hoca, boşanma hukuku anlatıyor. Fakat canı biraz sıkkın. O gün gelirken, kapıda “zibidi tipler” görmüş. Ama bunları “Taksim çocukları” sanmış, o halde stajyer avukat olacaklarına ihtimal vermemiş. Sonra meğerse ne görsün, zibidiler sınıfta. “Yani çocuklar altınıza tayt falan giyiyorsunuz. Sıfır kollu gömlekler, badiler olur mu?” Sınıf geriliyor. İtirazlar yükseliyor. "Hocam temmuz ayındayız ya!"lar uçuşuyor. “Hocam burası adliye mi? Okul gibi burası!”, “Çocuğum okula da böyle gidilmez. Evinde dolaş tamam ama…” Hoca bunun üzerine, bize mesleğimizin nasıl kıyafetleri kaldırabileceğini anlatmak için şöyle bir olay anlatıyor:

“Benim bir boşanma davam vardı. Kadının vekiliyim. Adam kadını zinayla suçluyor. Ben de kadını hâkim karşısına çıkartacağım. Kadının saçları sarı. Duruşmadan bir hafta önce arıyorum müvekkili. ‘Hanımefendi hâkimde iyi bir intiba bırakabilmemiz için lütfen o saçlarınızı kahverengiye boyayın’ diyorum. Bizim yerimiz mahkeme salonları. Orada saygın olmak gerekir. Asil olmak gerekir. Yeri geldiğinde bunun için müvekkillerimize bile müdahale ederiz.”

Kadın stajyerler artık resmen bağırıyorlar. “Yok artık, bu ne cüret, bir de anlatıyorsunuz!” Hoca dersi bitirmek zorunda kalıyor.

Bütün bunların üstüne, Avukatlık Kanunu’na bakma gereği duyuyorum. “Mesleğe yaraşır bir kılık ve kıyafet” ibaresi dışında bir sınırlama dikkatimi çekmiyor. Mesleğe yaraşır deyince, gözümün önüne, Çağlayan’da Themis heykelinin önünde yaka paça yerlerde sürüklenen meslektaşım geliyor. Adliyelerde her fırsatta güvenlik görevlilerinden polislere ve hatta savcı korumalarına kadar tüm “kolluk” tarafından tartaklanan meslektaşlarım geliyor. Bunlar bir kenarda dururken –koyabilene aşk olsun!-, mesleğin saygınlığını “takım”larla sağlamaya çalışan meslektaşlarım ve karşılarındaki avukatın vasıflarını yine görünüşüne bakarak anlamaya çalışan müvekkiller diğer kenara itiliyor.

Ayrıca bu “takım” işinin maddi külfeti hiç konuşulmuyor. Özellikle büyük şehirlerde, kirası, elektriği, suyu derken ay sonunu zor getiren bağlı çalışan avukatlar için sürekli “şık” giyinmenin zorluğundan hiç bahsedilmiyor. Kılık kıyafet, hukuk bürolarında gider olarak gösterilen kalemler arasında bile sayılmazken, bu “ye kürküm ye”cilik biraz fazla değil mi diye soran çıkmıyor.*

Elbette, yırtık kotlarla gezelim demiyorum (diyor). Ancak, mesleğin bunca girdisi çıktısı, işçisi patronu -zengini fakiri-, iş bileni bilmeyeni varken tutup da salt görünüş üzerinden bizi yargılamak niye? Kot pantolonunun üstüne gömlek giyen avukat neden kötü? Neden daha az saygın? Daha “işbilmez”? Neden “güvenilmez”?

Herhangi bir mesleki statü, kişiye kendiliğinden bir saygınlık ve ciddiyet yüklemez. Bu bile bu kadar aşikârken, neden üstümüzde takım elbisemiz olmayınca “aaa hiç avukata benzemiyor” oluyoruz?

Sokaklarda bildiri dağıtan, eylemlerde slogan atan, bara giden, sevgilisiyle sarmaş dolaş yürüyen, yerine göre şort giyen, kot giyen -ay inanmayacaksınız ama- bikini giyen avukatlar vardır!

Ben, gençliğimin baharında, atasözlerimize kadar girmiş mahkeme duvarları arasında dolanırken, neden bir nebze olsun kendimi rahat hissedemeyeyim?

Özellikle “üstad” avukatlarımız tarafından “bizımla deyılsın” diyerek eleneceğimi bile bile soruyorum: Bu tarz kimin?


*Kılık kıyafetin gider kalemleri arasında gösterilmesi hususunu bir meslektaşımız Trabzon’da idari yargıya taşımış. Ve şöyle bir karar çıkmış: “Mesleğinizin icrası sırasında kullanılması zorunlu olan giysiler için yapılan harcamaların (mesleki faaliyetinizle mütenasip olması şartıyla) kazancınızın tespitinde elde edilen hasılattan indirim konusu yapılması mümkündür. Ancak, mesleğinizin icrası için kullanılması zorunlu olmayan giysiler için yapılan harcamaların indirim konusu yapılması mümkün bulunmamaktadır.” Vergi dairesinin, faturaya bakarak, aldığımız kıyafetin “mesleki kıyafet” olduğunu nasıl anlayacağı sorusu benim için koca bir muamma olsa da, hayırlı olmuş deyip bu bahsi kapatıyorum.