Don Kişot duruşma salonlarına karşı: Bağır bağır bağırıyorum…

Av. Ozan Gülhan

Blog: Diren Terazi

Geçenlerde depresyon hakkında bir araştırma okuyordum” diye başladı bir avukat arkadaşım. Anlattığına göre, köpekbalıklarını alıp çift gözlü büyük bir akvaryumun bir gözüne yerleştirmişler; diğer göze de avlayacakları balıkları. Köpekbalıkları onları yemek için her hamle yaptıklarında kafalarını ortadaki cam bölmeye vuruyormuş. Bir süre sonra ortadaki cam bölmeyi kaldırmışlar ve görmüşler ki, ortada hiçbir engel kalmamasına karşın köpekbalıkları bir işe yaramayacağı düşüncesiyle avlarına saldırmayı bırakmış. Buna “öğrenilmiş çaresizlik” adı veriliyormuş. Bir nevi durumu kanıksama.

Sen şimdi ‘Ama köpekbalıkları zeki hayvanlar, kocaman beyinleri var’ falan dersin diye aynı deneyi pireler üzerinde de yapmışlar” diye devam etti arkadaşım. Hayırdır inşallah dedim içimden, adamlar beni de mi düşünmüş? Dediğine göre, normal zıplama mesafelerinin yarısı yüksekliğinde kapalı bir cam bölmeye alınan pireler, bir süre sonra cama çarpmayacak şekilde daha alçağa sıçramaya başlamışlar. Yine “öğrenilmiş çaresizlik.”

Anlatmaya devam etti. Son olarak bir grup avukatı almışlar, götürmüşler Çağlayan Adliyesi’ne. Saat 10.00’a vermişler duruşmayı ama öğleden sonraya bırakmışlar. Başlarda avukatlar itiraz etmeye çalışmışlar falan. Ancak bir süre sonra bakmışlar ki, avukatlar itirazsız bekliyor. Ses çıkaran, “Hemşerim bizim de bir dava vardı” diyen yok. Hatta “Kalınır ki burada” diyenler, geceyi orada geçirmek isteyenler bile çıkmış içlerinden. Neyse ki adliyenin cengâver savcıları, çevik polisi ve özel güvenliği bir olup yaka paça atmışlar bunları. Memleketim insanı hemen suyunu çıkarıyor işte!

Abi” dedim, “O son deneyi biraz sen uydurdun gibi. Adamlar avukatlar üzerinde deney yapmaya neden Türkiye’ye gelsinler?” Gayet sakince, “Oğlum” dedi, “Bu kadar duruşma bekleyen başka avukat mı var dünya üzerinde!” Burkina Faso, Uganda, Myanmar, Papua Yeni Gine falan geçti hızlıca aklımdan. Oralarda bile bu kadar beklemiyorlardır herhalde? (Nedense karşılaştırma yaparken aklıma hiçbir Avrupa ülkesi gelmedi!) Biz bu konuşmayı öğle arasında yapıyorduk bu arada. Benim 10.00 duruşması biraz öğleden sonraya kalmıştı da. Mahkemenin dosya yoğunluğu falan olunca, oluyor tabii öyle arada...

Yandaki avukat grubunun durumu daha da beterdi ama. Biri diyordu ki, “Geçen gün dokuz duruşmasına saat ikide girebildim.” (Tebessümler) Öbürü atılıyordu: “O da bir şey mi?  Ben dokuz duruşmasına saat dörtte girdim.” (Gülüşmeler) Sonuncusu ise altın vuruşu yapıp tartışmayı bitirdi: “Oğlum ben dokuz duruşmasını akşam altıya kadar bekledim, hala sıra gelmeyince mazeret bırakıp çıktım.” (Hunharca kahkahalar)

Yalova Adliyesi’nde ise duruşma bekleme işine farklı bir boyut katmışlar bu arada. Mahkemeler her duruşma için bir numara veriyor. Siz de numaranızı öğrendikten sonra baro odasındaki ya da koridorlardaki panolardan sıranızı takip ediyorsunuz. Sonra yok ben görmedim, yok ben duymadım, yok ben bilmedim kabul etmiyorlar. Eğer şu anda siz de benim gibi, “Helal olsun, adamlar ne güzel düşünmüş, duruşma beklerken rahatça çayımı, kahvemi yudumlarım” diye düşünüyorsanız geçmiş olsun. Öğrenmiş Çaresizler Kulübü’ne hoş geldiniz…

Yukarıda anlattığım meslektaşlar, zamanla sıyıranlar. Tabii bir de günübirlikçiler var; yani ilk defa duruşmaya girecek olan davacılar, davalılar, tanıklar... Beş dakika geçmesin, hemen “nerde bu devlet”e bağlıyorlar. Mübaşire çıkışanlar, avukat bey bir şeyler yapıncılar, ama ben işten iki saatliğine izin almıştımcılar... Daha “çaresizliği tam öğrenememiş” olanlar yani!

Geçenlerde, ilk defa duruşmaya girecek bir sanıkla gittim adliyeye. Duruşma saatinin üzerinden daha beş dakika geçmeden başlamasın mı yaygaraya. Adam vergi kaçakçılığından yargılanıyor ama tuttu “Benim vergilerimle maaş alıyorsunuz, bekletemezsiniz beni burada” diye bağırmaya başladı duruşma salonunun önünde. Susturmak için, “Engin Bey, bakın bu avukat arkadaşlar bir saatten fazladır bekliyor, hem de her gün bekliyor. Bizim duruşma üzerinden daha beş dakika geçti geçmedi, sakin olun lütfen” dedim, dinletemedim. Bağırdıkça bağırıyor. Mübaşir geldi susmadı, avukatlar uyardı susmadı, hâkim içeriden bağırdı susmadı, özel güvenlik geldi yine susmadı. Öyle bir acelesi var ki, sanırsınız adliyeden çıkınca ölüme çare bulacak.

Baktı ortada bir pata durumu var, ne biz onu susturabiliyoruz ne o duruşmaya girebiliyor, bana sarmaya başladı. Neymiş efendim, onun haklarını sadece duruşma salonunda değil, adliyeye girer girmez savunmam gerekirmiş, savunamayacaksam başkasını bulurmuş. Baktım müvekkil kaçıyor, yaptım açılışı “nerde bu devlet”le. Sonra “Kimin, ne hakkı var bu adamı bekletmeye” çıkışıyla hak hukuk mücadelesine geçtim. Anladım anarşik tavırlar sökmeyecek, küçük satıcı çocuğa bağladım: “Abilerim, ablalarım, şu görmekte olduğunuz müvekkilim...” Hala olmuyor, hemen “Bir saat sonra Bakırköy Adliyesi’nde başka duruşmam var” yalanı. En son başladığımız yere geri döndük: “Ulan bizim vergilerimizle...

Bağırış çağırış artarak devam edince kafası şişen hâkim en son “Alıp kurtulayım şu baş belalarından” demiş olacak ki, çağırdı bizi duruşma salonuna. On dakikalık bir tiyatro ve on beş dakikalık bir beklemeden sonra işimizi halletmiş olduk. Sonra da bizimki o beylik lafı tokat gibi çarptı suratıma: “Ağlamayan bebeğe meme vermezler avukat bey!

Ben o gün “öğrenilmiş çaresizliğimden” bir nebze olsun kurtuldum. Ancak bu duruşma bekleme eziyetinin önüne sadece bireysel çabalarla geçilebileceğini düşünecek kadar da naif değilim tabii. Bizim beylik lafımız olsa olsa, “birlikten kuvvet doğar” olabilir. Yoksa, örgütlü mücadele etmedikçe ancak benim müvekkilin yaptığı gibi bir kara komedi ile duruşma salonları ile savaşan bir Don Kişot olabilirsiniz. Ya da daha kötüsü benim gibi bir Sanço Panço…  

Haa, müvekkilin acelesini merak edenlerin de merakını gidereyim. Bir önceki hafta eşli piştide kaybettikleri adamlarla rövanşları varmış saat on birde. “Arkadaşları bekletseydim ayıp olurdu avukat bey” dedi duruşma çıkışı. Ah benim çaresiz başım, ah benim pişti telaşım…