Bir Samsun yolculuğu: Ben, Müzeyyen, Michael ve keçi...

Av. Ozan Gülhan

Blog: Diren Terazi

Aslında hâkime hiç kızmıyorum. Adamcağız duruşmayı Ocak sonuna vermek istedi de, Şubat ortası olsun diye ben tutturdum. Şimdi dışarıda bir karış kar ve Beylikdüzü’nde olmama rağmen sabah saat altıda Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan kalkacak uçağım var. Bileti iki ay önceden alınca böyle oluyor işte. İstikamet Samsun Adliyesi...

Kar nedeniyle havaalanına arabayla gitmek istemedim. Haberleri izlediyseniz, neden sorusunu sormazsınız. Bizim oradaki taksicilerle de birkaç vukuatım olduğu için kessen evin oradan taksiye binmem (Doğrusu onlar almıyor beni ya, neyse). Plan basit: İlk durağından bineceğim metrobüsle Söğütlüçeşme’ye gideceğim, oradan Kadıköy sahile yürüyüp otobüsle havaalanına geçeceğim.

Biraz pimpirikli bir adam olduğumdan, uyuyakalırım korkusuyla gece hiç yatmadan saat ikide evden çıktım. Metrobüs gece saatlerinde seyrek çalışmasına rağmen ben gittiğimde tam da kalkmak üzereydi. Dedim ki, “Oğlum Ozan, dört ayak üstüne düştün.

Uykusuzluğun etkisi ve son  durağa gidiyor olmanın rehavetiyle hemen sızmışım tabii. Bir ara gözümü açtığımda köprüyü geçiyorduk. İkinci kez açtığımda bir baktım ki son durağa gelmişiz, metrobüs kapıları kapatıp geri dönüşe geçiyor. Çakı gibi kalktım hemen. İnerken bir baktım, arkada yaşlıca bir amca da uyuyakalmış. İnsaniyet namına onu da uyandırıp metrobüsten iniverdim. Ancak amca benim gibi dört ayak üstüne düşmeye alışık olmadığından olsa gerek, kapılar kapanınca içeride kaldı.

Önce kibarca şoföre bağırdı bu: “Şoför bey arka kapıyı açar mısınız?” Kapı açılmadıkça da kapıyı yumruklayıp söylemlerini sertleştirdi: “Arka kapııı, hoooppp. Kapıııı kapııı. Kapıyı açsana lan p.zevenk!” Sonra arkamda bir şey görüp donakaldı. “Ayı mı var len yoksa?” diye düşündüm bir an. İstanbul’da film gibi olaylara alıştığımızdan olacak, ayı da çıksa şaşırtıcı gelmeyeceğini hemen anladım. Arkamı bir döndüm ki ne göreyim, arkadaki kocaman tabelada “Uzunçayır” yazıyor. Ben meğer son durağa gelmeden Uzunçayır’da inmişim!

Bu sefer ben başladım dışarıdan kapıyı yumruklamaya: “Şoför Bey, kapıyı açar mısınız lütfen? Heyyy, kapııı kapııı. Ulan g.t açsana kapıyı.” Açmadı. Ben bir yandan hareket halindeki metrobüsün kapısını yumruklayıp bir yandan bas bas bağırırken, dışarıdan bakan bir göz, kapı önünde ellerini cama dayamış amcayla sevgili olduğumuza, onu yeniden kollarıma almak için her şeyi yapacağıma yemin edebilirdi. Kavuşamadık.

Bir sonraki metrobüse yaklaşık yarım saat olduğunu bildiğimden, karda donmamak için planı değiştirmeye karar verdim. Havaalanına giden otobüsün durmama ihtimaline rağmen E-5 üzerindeki otobüs durağına indim. Bir de baktım üç genç, taksiciyle havaalanına gitmek üzere pazarlık yapıyor. Şansa bak yahu! Hemen araya kaynadım. “Abi” dedim, “hepimiz öğrenciyiz, yap bir şeyler.” Gençler benim nereden çıktığımı anlamaya çalışırken, ben hemen pazarlığa kaldıkları yerden devam ettim. Üç-beş derken arayı bulduk, atladık hemen taksiye.

Kar kış, kıyamet, zorlaya zorlaya havaalanına ulaştık. Yok çok kar yağdı, yok hangarın kapağını açamadık, yok yolcuların bir kısmı yolda kalmış bekleyelim derken epey bir rötar yaptı uçak. Uçağa binip yerime oturduktan sonrasını ise hatırlamıyorum. Ben yine uyumuşum. Gözümü bir açtım, basınçla koltuğa yapışmışım, dedim “uçak kalkıyor.” Bir daha açtığımda fren yapıyoruz, dedim “uçak indi herhalde.” Gözümü bir kez daha açtım, ulan yine kalkıyoruz. Uyku sersemliğiyle, “Durun, durun, uçağı kaldırmayın, uyuyakalmışım, ben Samsun’da inecektim” diye bağırmışım. Belediye otobüsü sanki! Sonradan anlaşıldı ki,  meğer uçak daha yeni kalkıyormuş, ben arada rüya görmüşüm hep. Hostes hanım, ilk uçak yolculuğum sanıp epey bir kibar davrandı sağolsun. Hatta ufak tefek şeker gibi bir şey bile verdi. “Ne bu?” diye sordum, “Atarax” dedi. Tadı da bir güzel geldi. “Yeni bir ürün herhalde” diye düşündüm. Çaktırmadan kutudan dört-beş tane daha alıp attım ağzıma. Atarax sonuçta, adında davet var. Bir de uçakta beleş bir şey bulmuşsun, kaçıranı döverler. Mışıl mışıl uyumuşum.

Uçaktan inince servisle adliyeye geçeyim dedim ama servise kadar zor yürüdüm valla. Ayaklar gidiyor da, gözler açılmıyor. Servise biner binmez yine kendimden geçmişim zaten. Sonra bir uyandım, baktım bir yanımda Müzeyyen Senar oturuyor, diğer yanımda Michael Jackson. Ne içirdiniz ulan bana? Sonra şoför bana dönüp, “Yeni adliyede gidiyordun değil mi abi?” diye sordu. Anam, arabayı keçi kullanıyor!

Sonrasında şöyle şeyler konuştuğumuzu hatırlıyorum hayal meyal:

- Michael, biraz yana kay, tepeme çıkacaksın yaa!

+ Ne diyorsunuz beyefendi?

- Hahaha. Doğru, Türkçe anlamıyorsun sen değil mi? Diyorum ki, what can i do sometimes?

+ Çattık ya!

- Müzeyyen Abla, sıkıştırmıyorum değil mi ablam?

+ Bana mı diyorsun evladım?

- Tabii ablacım, benzemez kimse sana. Keçi, sen de az yavaş sür allahını seversen!

Son hatırladığım şey ise, adliyeye nasıl vardığımı hala bilmemekle birlikte duruşma salonunun kapısındaki yazı: “Hâkimimiz izinli olduğundan duruşma yapılamayacaktır. Mazeret kâğıdını mahkeme kaleminden alabilirsiniz.”