Ne olacağım?

Av. Işıl Yener

Blog: Diren Terazi

Mesleğe henüz başlamamıştım. Yani “büyüyünce ne olacaksın” sorusu biraz şekillenmiş ancak henüz netleşmemişti. Konuşmaya başladığın gibi sorulmaya başlanan, yaş grubu değiştikçe cevapların da değiştiği soruya artık verilecek cevabım vardı. “Ne olacaksın?”, “Hukukçu.” Mesleklerin sonuna genelde –cı, –ci eki eklendiğinden olsa gerek, verdiğim yanıt benim için netlik kazanmıştı. Ancak o cevabın da yeterli olmadığını üniversitedeki ilk senemde anladım. Üniversiteye ilk başladığımda, fakülteye ilk derse giderken inanılmaz bir kalabalık beni karşıladı. Neredeyse küçük bir köy nüfusu kadar insan, benim gibi o soruya ÖSS’nin çoktan seçmeli sınavını aşarak benzer bir netleştirmeye gitmişti. Meğer hukuk fakülteleri nüfus konusunda cömertmiş ve biz gördüğüm o kalabalıkla aynı muhtarlığa bağlı insanlarmışız! Bunu açılış konuşması sırasında anladım. Kontenjanlardaki cömertlik zamanla daha da arttı. Sanıyorum şu sıralar küçük bir belde nüfusuna yol alınıyor. Neyse…

Mini mini birler olarak amfiyi nasıl bir heyecanla doldurduğumuzu hatırlıyorum. Kendi adıma o ilk gün anlatılan bazı konuları tam idrak edemediğimi ise her geçen gün daha iyi anlıyorum. Ne olacaksın sorusu, ÖSS’nin engelli koşusunu aşmakla bitmedi. İlk arada, köy halkıyla tanışma kaynaşma arasında, soru bizim köyün ahalisi tarafından sorulmaya devam etti. Kimi “hâkim/savcı olacağım”, kimi “akademisyen olacağım”, kimi “avukat olacağım ama Deniz Ticaret ile ilgileneceğim, en çok para ondaymış” diye iddialı beyanlarda bulunuyordu. Net beyanda bulunmadım, zamana bıraktım. Çoktan seçmeli sınavlardaki tecrübem, benim irademin son kararı belirleyemediği yönündeydi. Babam her sınav öncesi “aklına ilk gelen seçenek doğrudur” derdi. Bu defa seçenekler, içini dışa taşırmadan karalayarak seçilecek gibi durmuyordu. O güne dair sadece “ne olacaksın” sorusunu hala aşamıyor olmanın canımı oldukça sıktığını unutamıyorum. Bir şey olmanın ne zor olduğunu idrak etmem için kaç sınava girmem gerekiyordu, çözemiyordum. Bir sene aşağı yukarı bu şekilde geçti. İçten içe ne olacağım sorusu beni rahatsız etmeye devam etti. Veya hala bir şey olamamanın sancısı…

Derken ilk sene bitti, kısa bir tatilin ardından iki dersle yaz okuluna kaldım. Baba evine geri döndüm. Ancak ismen daha tanımsız bölümlerde okuyan arkadaşlarımdaki rahatlık bende hala mevcut değildi. Biraz heves biraz merak birazda oyalanmak için bir tanıdığın yanında hukuk ofisine gidip gelmeye başladım. Bu konuda sanırım biraz ısrarcı oldum ki ailem beni gönderirken, “istediğin kadar bezdir çalışmanın ne demek olduğunu görsün hergele” demişler. Bunu ilerleyen vadede yaz okuluna giderken artık benim de tanışık olduğum avukattan bizzat duydum. Sabrım herkes tarafından takdir edildi. Son kararda etkim olamasa da, o son kısma değin doğru cevabı vermek için çabalıyordum sonuçta: “Ne olacaktım?”

Kayıt dışı mesleğimin adliye serüvenleri, kalemler arası imza toplama kampanyası olarak başladı. Topladığım imzaları koleksiyonuna eklemesi için yanında takıldığım, pardon çalıştığım avukata götürüyordum. Derken bu kısmı sanırım iyi öğrenmişim, bir gün “gel seni hacze götüreyim” dedi. Haciz sırasında gittiğimiz yerin akrabalarımdan birinin oturduğu evin arka sokağı olması beni dehşete düşürdü. Tüm ısrarlara rağmen haciz arabasından inmedim. Sonra kimseyle kan bağımın bulunmadığına kendimce emin olduğum bir yerde diğer hacze iştirak ettim. Tahsil edilemeyen borcun üzerine yüksek mizah duygusu ile bir bardak soğuk suyu bize ikram eden borçluyu gördüğüm gün, ilerde icra ile hiçbir işim olmaması gerektiğine karar vermiş oldum. Yaz okuluna kadar kalan zamanımı, hacizlere iştirak etmeden imza koleksiyonuna yardım ederek ve adliyelerde sık sık aynı saatlere gelen duruşma trafiğinde herhangi bir kazaya mahal vermemek için “avukata sıran geldi” diye haber vererek geçirdim.

Adliye kısmı eğlenceliydi. Yer yer duruşmalara giriyor izliyordum. Küçük bir şehirde avukatlık yapmanın, şehrin nabzını tutmak demek olduğunu o yaz anladım. Her şeyden haberin oluyordu. Geçtiğimiz sene evlenen komşu kızının boşandığını ulaklık görevim sırasında öğrenmiştim mesela. Annem takılan altın boşa gitti diye üzülmüştü. Duruşma salonları ise filmlerdeki gibi değildi. Duruşma salonu denilince herkesin aklında canlanan geniş salonlar, yüksek kürsülerde, ellerinde tokmaklı olan kişiler yoktu. Hele hiç kimse peruk takmıyordu. Gerçi ben icra dairesinde bir memurun peruk taktığından neredeyse emindim.

Filmlerde geçen duruşmalara benzeyen tek yer, ağır ceza duruşma salonlarıydı. Geri kalan salonlarda kürsü Türkiye’nin boy ortalaması gözetilerek yapılmıştı. Bunlar, gelenlerin kendilerini rahat hissetmesi için kürsü ile mesafelerin konmadığı, termometreye yansıyan ortam sıcaklığının korunduğu, derdinizi tek hâkime anlatabildiğiniz salonlardı. Ağır ceza duruşmalarının görüldüğü salonlar ise, bir kere morg kadar soğuk oluyordu. En başta bu nedenle pek sevmemiştim.

Ulaklık görevimi icra ettiğim günlerden birinde Reis Bey’e yakalandım. Reis Bey, ağır ceza mahkemesi hâkimi idi. Herkes ona “Reis Bey” derdi. “Hâkim” diye hitap eden bir avukatı fırçaladığına bir kere şahit olmuşluğum vardı. Bu anı sonrasında Reis Bey aklıma kazınmış olacak ki, ne zaman adliyede onu görsem hareketlerimde fark edilmemek için istemsiz bir yavaşlama olurdu. Ulaklık görevimin icrasında bir gün Reis Bey beni yakalamış, bizim avukatın duruşmasının bitimine kadar beklememi ara karar olarak bana tefhim etmişti. Reis, görevim gereği gün sonuna dek sanık müdafilerinin oturduğu yere oturmamı rica etti. Bu ricayı yerine getirirken başka şansım olmadığını biliyordum, Avukatın beni duruşma salonunda bırakırken bakışı ise içime korku salmıştı. Diğer celseye geçmeden ismimi, hangi okulda okuduğumu, kaçıncı sınıfta olduğumu sordu. Birinci sınıf olduğumu öğrendiğinde yüzünde beliren o sırıtışla, “demek yeni düştün” dedi. Ardından “sizin okuldan hâkim çıkmaz, avukat olursun sen” diyerek son bir yıldır cevabını aradığım sorunun en azından bir seçeneğini eledi.

Üniversiteler arasındaki kıyas, bazen futbol takımları arasındaki taraftar diyaloglarına benziyor. Sesindeki ton, müebbet yemişim hissi verdi, yaz okuluna kadar her duruşmaya girmemi isteyeceği hissine kapılmamı sağladı. O an ailemin dileklerinin gerçekleştiğine neredeyse emin oldum. Neyse ki korktuğum gibi olmadı, müebbetliğim tek günle sınırlı kaldı. O gün katilden, hırsızdan, seks işçilerine kadar çeşitli davalarda sanıkları gördüm. Her duruşma üçüncü sayfa haberlerine taş çıkartıyordu. Duruşmaların bitiminde heyet çay molası veriyor, Reis Bey bir sigara tellendiriyordu. Kapalı alanda sigara içme yasağı henüz yürürlülüğe girmemişti, ancak bizim Reis Bey’in hala emekli olmadıysa bu durumu pek takacağını sanmıyorum. Onlar mahkeme salonlarında kasabanın şerifi gibiydiler, ben ise Red Kit bile değildim. Sabırla her molada yorumlarını dinledim. Hırsızın arkasından “yine düşer, sence bir haftayı bulur mu?” diye soru sormalarını, müebbetlik katilin arkasından “asar bu kendini” deyişlerini…

Gün sonunda Reis Bey tüm duruşmalar bitince tahliyeme karar verdi. Benim arkamdan nasıl bir yorum yaptıklarını ise asla öğrenemedim. Salondan çıktığımda can havliyle kendimi baro odasına attım, ilk gördüğüm kişi benim avukat oldu. Sanırım günü orada tamamlamamdan endişelenmiş, beni bekliyordu. Benim de ten rengim biraz açılmış, daha bir beyazlamış olacağım ki hemen sordu: “Nasılsın?” Ona, “hâkim olmayacağım” dedim, soğuk suyumu içmeyi ihmal etmedim.

Ve işte böylece o yaz ne olacağım konusundaki tablo benim için biraz daha netleşti…

"Av. Işıl Yener, Hukukta Sol Tavır Derneği kurucu üyesi"