Ben de şehir dışına duruşmaya gittim…

Av. Erdem Oktar

Blog: Diren Terazi

Önemli bir duruşma için şehir dışına gitmem gerekiyordu. Çok uzun bir yol çekmeyecektim. En fazla 4-5 saat. Ama yola gidecek olmanın gerginliği bütün günümü darmadağın etti. “Bürodan şu saatte çıksam, eve geçsem, üzerimi değiştirip otogara ulaşsam” diye düşüne düşüne 3 tel kaşımı beyazlattım, racona ters olduğundan boyayamadım da, o gün bu gün böyle geziyorum.

Otobüslerde hep tedirgin olurum. Yanına oturan geveze bir amca, arka koltukta şapır şupur sakız çiğneyen bir yeniyetme, sol çaprazda hiç durmadan ağlayan bebek, 12 koltuk arkada çıkartılan ayakkabıdan burnuma burnuma, sinüslerime dolan, retinamı yakıp geçen koku gibi olumsuzluklarla sık karşılaşınca insan tedirgin oluyor. Gelgelelim, otobüs tenha, yanım boş, bebeksiz, sakızsız, kokusuz, pırıl pırıl yolculuk ediyorum. Hayret, koltuk ekranındaki kulaklık girişi de çalışıyor, telefonu şarj edecek aparat da diğer otobüslerdeki gibi yalama olmamış ya da ne işine yarayacaksa birileri tarafından sökülüp götürülmemiş. Keyiften delireceğim. Süt Kardeşler filmini izliyorum, bir yandan telefonda elalemin köylerine saldırıp altınlarını, yiyeceklerini yağmalıyorum, bir de utanmadan kahvemi içip Eti Cin’imi yiyorum. N’oluyo lan? Her şey o kadar güzel ki…

Yolculuk keyif şelalesi içinde sona erdi. Otobüsten indiğimde beni 3 kişi karşıladı. Gayet samimi ve sıcak bir şekilde arabaya buyur ettiler. Müvekkilin beni evinde beklediğini, orada ağırlanacağımı söyleyerek beni eve götürdüler. Hiç ses etmedim. “Aç mısın?” diye sordu biri. Diğeri ise müvekkilin çok güzel yemekler yaptığını, masanın kurulu olduğundan bahsetti. 10-15 dakika sonra müvekkilin evindeydik. O da diğerleri gibi sıkıca sarıldı. E, iyi avukatım. Sarılmayacaklar da ne yapacaklar?

Müvekkil beni masaya buyur etti. Aman allahım, o nasıl bir masa? Biber dolmaları, yaprak sarmaları, çeşit çeşit ızgaralar, kızartmalar, pilavlar, salatalar, meşrubatlar… Zaten acıkmışım, yedikçe yiyorum. Ben yedikçe müvekkil daha da ısrar ediyor. En son yemekten gözlerim kararıp küçük bir enfarktüs geçirince kendimi koltuğa bıraktım. Hemen Türk kahvesi ve soda geldi. Camı, pencereyi açıp biraz ferahlayınca da tatlı ve meyve servisi başladı. İnsanlıktan çıkarak onları da yedim. Yol+yemek böyle bir şey değildi yahu!

Müvekkile yarınki duruşmada neler olacağını ve davanın seyrini anlatırken salya akıttığımı fark ettim. Yemek ve ilgiden feleğim şaşmış, yol yorgunluğuyla birlikte kafa pelte, vücut külçe olmuştu. “Bilürküşü lapolu nehimize. Pu çoğ önemliğ” derken uyumuş kalmışım. Zar zor kendimi toparlayarak bana ayrılan odaya geçtim. Tertemiz çarşaflar, harika bir oda kokusu, pırıl pırıl bir takım pijama, yumuşacık yastıklar ve başucuma konmuş sürahi… Uyur uyanık bir vaziyette pijamayı giymeye çalıştım. Pijamanın üstünü kıçıma geçirmeye çalışıp, geçmeyince bir de terbiyesiz gibi celallenince, son gücümle bir atak yapıp durumu düzelttim ve kafayı koyar koymaz tertemiz bir uykuya daldım.

Sabah alarmla uyandım. İçeriden çay kokusunu aldım. Kahvaltı hazırdı. ‘Oh’ dedim, ne güzel avukatlık. Kahvaltı masası, akşamkinden farksızdı. “Her şey” kelimesi soyut görünse de, masa üzerinde kullanınca ete kemiğe bürünüyordu. Bir kahvaltıda her şey nasıl olur? Her şey! Yine insanlığı bir kenara bırakarak, tüm medeni duygu ve düşüncelerden soyutlanıp masaya daldım. Gerçekten daldım. Masadan kalktığımda burnumda reçel, kulağımdan kaymak akıyordu. Gözümün biri kör olmuştu ama zararı yok, zira yuvarlak bir dilim sucuk sağ gözüme yapışmıştı. Yalan söylemiyoruz burada! Daldık! Kahvaltının üzerine Türk kahvemizi de içip adliyeye gittik.

Duruşma saat 11:00’deydi ve 10 dakika öncesinden salonun önündeydik. “Öğleden sonraya kalır mı?” diye endişelenirken, mübaşir, ‘Siz dışarıdan geldiniz, sizin dosyayı öne alıverdim, müvekkiliniz de öğretmenim olur zaten’ diyerek 10:55’te bizi duruşma salonuna aldı. Bir anda adliyede kelebekler uçmaya, kuşlar cıvıldamaya başladı. Hâkim beyin arkasında gökkuşağı var gibiydi ve kâtibenin yazıcısından kâğıt değil berrak bir ırmak akıyordu sanki. Duruşma tam 7 dakika sürdü. Kazandık. Ancak acilen geri dönmem gerekiyordu. Sarıldık. Aynı adamlar otobüs biletimi alıp beni arabalarıyla otogara bıraktılar. Onlarla da sarıldık. Bir şehir dışı duruşması böyle son buldu.

Şimdi muhterem Avukat Ozan Gülhan’ın şehir dışı duruşmalarını okuyunca, “Kardeşim, sen dikkatsizsen ben ne yapayım? Müvekkilini doğru seçme, gideceğin şehre bakmadan davayı al, ondan sonra vay efendim şöyle oldu, böyle oldu diye sızlan. Yook Ozan Gülhan, yook! Öyle yağma yok!” diyor insan.

Muhterem Ozan Gülhan, sen de doğup büyüdüğün şehirden dava alıp, annenin avukatı olsaydın bunlar gelmezdi başına. Hata senin. Öpt.Kib.Bye.*


* Bu yazı, Av. Ozan Gülhan’ın “Bir Samsun yolculuğu: Ben, Müzeyyen, Michael ve keçi...” ile “Ananın Yeri” isimli blog yazılarına cevaben yazılmıştır.