Hikâyemin başlangıcı: Hazziiine avvvvkatııı, hazziiine avvvvkatııı!

Av. Behiye Karatay

Blog: Diren Terazi

Öğrenciliğimiz boyunca en çok duyduğumuz şey, teori ile pratiğin birbirinden nasıl da farklı olduğudur. Bizden gizlenen bir şey daha var: Pratik gerçekten sürprizlerle dolu. Okul bittiğinden beri yaşadığım şaşkınlıklar hiç son bulmadı. Pratiğin başka yerlerinden baktım tebdil-i mekânda ferahlık vardır diyerek, yerim değiştikçe şaşkınlığım arttı.

Öğrenciydim, “mahkeme dosyası inceleyin” dedi hoca. Bir hâkim ismi verdi, gittim çaldım kapısını. Kapıyı çalmadan önce kaleme takıldım. Sebeb-i ziyaretimi dile getirmek istiyorum ama selamım karşılıksız kaldığından mevzuya giriş yapamıyorum. Göz teması kursam tamam diyorum ama ne mümkün. Varlığımdan şüpheye düştüm, acaba ben aslında yok muydum? Yoo ordaydım. “Şeyy…” dedim sevimli bir hal takınarak olmadı; öksürür gibi yaptım, fark etmedi. Oturdum, bekledim bir süre. Ne “niye buradasın?” diyen oldu, ne de “kalk git” diyen. Ben de rahattım, oda da sıcak. Çaycı geldi sonra elinde tepsiyle, “ben de alırım bir tane” dedim. Çaylarını kapınca farkıma vardılar. Benim selamımı almayanlar, hocamın selamını duyunca nasıl özür dileyeceklerini bilmediler. O kadar bilemediler ki, “biz sizi stajyer avukat sanmıştık” dediler. Henüz değildim ama olacaktım. Anlamsız cümle şaşkın bakışımla noktalandı, ardından hâkim odasına alındım.

Ben istekli, hâkim yardımsever, kucağıma kalınca bir dosya bıraktı. Dosyanın esası bir önceki yıla ait. Oysa daha geçen hafta öğrendiğim, bu tür davaların en çok üç ay içerisinde sonlanacağıydı. “Ama?” içerikli bakışım, hâkime hanımın acı tebessümüne çarpıp, dolaplardan taşıp çeşitli yerlerde yığınlara dönüşmüş dosyalarla iyice kasvetli bir hal almış odada asılı kaldı. Şimdi düşününce, o gün adliyeden ayrılırken kendimi hayal kırıklığına uğramış ve üzgün hissettiğimi hatırlıyorum. Ama bunun kaynağı, hâkimin hali mi, dosyadaki işçi mi, yoksa yargı sistemi miydi ya da hangisi daha baskındı ayırdına varamıyorum.

Birkaç yıl sonra aynı adliyeye -ki o artık bir ‘Adalet Sarayı’ydı- stajyer avukat olarak gittim. Biz birkaç stajyer duruşma salonundaydık. Sıradaki dosyada hazine taraf, duruşma başlayacak ama hazine avukatı yok. Mübaşir bir çağırdı yok, iki çağırdı yok, başka dosyanın duruşması yapıldı bitti yine çağırdı ama hazine avukatı hala yok. İsyan etti sonunda, “yahu hiç hazine avukatı yok mu yauv?” Biz şaşkın şaşkın “her cübbeli kabul mü?” dercesine bakarken, bir avukat girdi duruşma salonuna koşarak. Kan ter içinde ve soluk soluğa… O kendine gelene kadar hâkim değişikliği nedeniyle önceki tutanaklar okundu, açık yargılamaya devam olundu, önceki ara karar gereği yazılan müzekkerelere cevap verilmediği görüldü, hazine avukatına bilirkişi raporunun bir örneği teslim edildi, o da müzekkerelerin tekidini ve bilirkişi raporunu inceleyip beyanda bulunmak için kendisine süre verilmesini istedi. Bir sonraki duruşma için beş ay sonraki bir Salı gününde anlaşıldı. Salona girdiğimden beri açık pencerenin dosyaları devirme tehlikesini kaşım, gözüm, elim, kolum, olanak dâhilindeki her uzvumla anlatmaya çalışmış ama başaramamış olan ben, tüm bu dava safahatını hafif sağa eğik başını ağır bir hareketle aşağıya indirip kaldırarak tamamlayan hazine avukatına bakakaldım. Çok da uzun bakamadım aslında. Yazıcıdan zaptı kaptığı gibi koşarak çıktı avukat. Koridorda bir başka mübaşir, en az bizimki kadar istek ve ısrarla onu çağırmaktaydı: “Hazziiine avvvvkatııı, hazziiine avvvvkatııı!”

Duruşmalar bitip de azat edilince arkadaşlarla dedikoduya koyulduk tabii: “Öyle de avukatlık mı olurmuş”, “Bu da yargılama mıymış?” Öyle böyle derken birbirimizi iyice dolduruşa getirerek hazine avukatı olunmayacağı sonucuna vardık. Ben şu an bir hazine avukatıyım. Ve evet,  hikâyem böyle başladı…

“Hazziiine avvvvkatııı, hazziiine avvvvkatııı!” olarak çağrıldığım günlerde nelere mi şaşırdım? Onu da bir sonraki yazımda anlatırım…