Kendini doğrulayan kehanet: 'Suç'u öngörmek

28 Eylül 2016 tarihinde sciencemag.org’da yayınlanan bir haber , ABD’de pilot uygulaması başlatılan bir polis programını konu ediyor. Habere göre, programın motivasyonu şu: bir suçun işleneceğini öngörmek mümkün olursa, engellemek de mümkün olur”. Adına da “öngörüye dayalı polislik” (predictive policing) deniyor.

bilimSol

Programın esası ise, suç istatistiklerine dayalı algoritmalar geliştirilmesi ve polis devriyelerinin bu algoritmaların çıktıları uyarınca yönlendirilmesi. Yani, bir şehrin hangi bölgelerinde, günün hangi saatlerinde ne tür suçlar işlendiğine dair veriler toplanacak (ki zaten toplanıyor), bunlar çeşitli analiz yöntemleriyle incelenecek ve gelecekte suç işlenmesi muhtemel noktalar ve zaman aralıkları belirlenecek.[1] Haberin içeriğinden anlaşıldığı kadarıyla, çoğunlukla istatistiki veri  üzerinden çalışan doğa bilimciler olduğunu anladığımız pek çok araştırmacı programa ilgi gösteriyor. Hatta, olası suç olaylarını öngörme motivasyonuyla bilimsel çalışmalar yapma fikrinin, 1931 yılına kadar geri gittiğini öğreniyoruz. Ancak programı geliştirenlerin suç kavramını nasıl tanımladığını öğrenemiyoruz. Yine de, hırsızlık, gasp, tecavüz, soygun, yaralama/öldürme gibi ilk akla gelecek türden vakalara odaklanıldığını varsayabiliyoruz. Tabii, algoritmaların çıktıları uyarınca belirli bir zamanda belirli bir yere yönlendirilen polis ekiplerinin ne gibi yaptırımlara başvuracağı ya da yetki ve sorumluluklarının bu “öngörüler”den nasıl etkileneceğine dair bilgi alamıyoruz. Bununla birlikte, bazı bilim insanlarının ve insan hakları savunucularının “mahremiyetin ihlali, polisin önyargıyla hareket etmesi olasılığı” gibi kaygılarla programa itiraz ettiğini okuyor, ve “neyse ki bunları düşünenler ABD’de de varmış” diyoruz.

 

Şimdi, haberde uzun uzun anlatılan detayları okuyucularımızın sabrına bırakalım ve “suçları öngörme ve engelleme” konusunu kendi penceremizden biraz tartışalım.

 

Suç kavramını tartışmadan önce, önlenmesinden kimsenin rahatsızlık duymayacağı, yukarıda bahsedilen hırsızlık vb. suçların yalnızca istatistik yöntemleriyle ele alınması meselesine değinelim. Tekil örneklerin bir olguyu ortaya koymak için yeterli olmayacağı ve olgunun içeriği, çeşitli boyutları gibi hususların istatistik verisine başvurmayı zorunlu kılacağını uzunca tartışmaya gerek yok. Ancak, bu tür suçların toplumsal kaynakları olduğunu ortaya koyacak miktarda verinin çok ötesinde veri biriktiğini, bunun önemlice bir kısmının da ilgili kurum ve araştırmacıların kayıtlarında bulunduğunu düşünüyoruz. Örneğin, kadınların sistematik şiddete maruz kaldığı ve kalmadığı iki faklı toplumda tecavüz suçunun aynı istatistik örüntülerini sergilemeyeceğini tahmin etmenin zor olmadığını sanıyoruz. Burada, toplumsal olguların “toplumsallık” niteliğinin görmezden gelinmesi, örneğin bir insan topluluğuyla bir tek hücreli kültürünün aynı toplumsallık düzeyindeymiş gibi değerlendirilmesi şeklinde bir yöntem yanlışı görüyoruz. Toplum bilimlerinin sözde bilim olduğunu zannetmek ve toplumsal olguları örneğin astronomi verisi gibi ele almak doğa bilimciler arasında çokça düşülen bir yanlıştır. Bunun ötesinde, tartışılan sistemin Nazi hukukunu andıran bir yapıya evrilmesinin mümkün olduğunu ve ilgili bilimsel çalışmalarının etik boyutunun da tartışmalı olduğunu düşünüyoruz. Bu konuya tekrar değineceğiz. 

 

Suçları öngörme ve engelleme motivasyonu, akla şu gibi soruları getiriyor: Örneğin bir mahallede belirli bir zamanda bir cinayet işlenebileceği öngörülüyor ve oraya polis ekipleri sevk ediliyor. Bu ekipler ne yapmalı? Olası cinayeti engellemek için o mahalleyi çembere mi almalı? Suçu işlemesi beklenen kişileri gözaltına mı almalı? Henüz oluşmamış bir suça nasıl müdahale edilir?

 

Suç olgusunun iki unsuru vardır: maddi ve manevi unsur. Manevi unsur, filli işleyen kişinin kastından ibaretken, maddi unsur suçu oluşturan fiziki hareketlerin tümüdür. Söz konusu fiziki hareketler tamamlanmadan suçun tamamlanmasından söz edemeyiz. Tamamlanmamış bir suça da yaptırım uygulanmaz. Dolayısıyla, bir tür “önleyici sistem”, ancak “kuvvetli şüphe” doğrultusunda uygulamalar içerebilir. Ne var ki, kuvvetli şüphe kavramı da ceza hukukçuları nezdinde son derece tartışmalı olan bir kavramdır. Bu kavram söz konusu olduğunda icracı kolluk kuvvetinin öznel değerlendirmeleri, yani önyargıları devreye girer. Bu noktada hukukun genel ilkelerinden olan “belirlilik ve hukuk güvenliği”nden söz etmek imkansız hale gelir.

 

Başka bir sorun da, istatistiklerde sıkça anılan belirli toplumsal kesimlerin potansiyel suçlu olarak algılanacak olmasıdır. Zira istatistikler, belirli noktalarda yoğunlaşmanın toplumsal nedenlerine ilişkin bilgi içermemektedir. Söz konusu sistemin benimsediği yaklaşım, kriminologlar tarafından “damgalama teorisi” kapsamında ele alınır ve söz konusu toplumsal kesimlerin kendinden menkul, toplumsal kaynakları olmayan bir sapma davranışı içinde olduğunu iddia eder. “Damgalama”, bu kesimleri belirli suç eğilimleriyle etiketler ve suç sayısının ve şiddetinin artmasına da sebep olur.

 

Peki, bu etiketler kime ve neye göre belirlenmektedir? Tabii ki egemen ideolojiye göre. Egemen ideoloji, hangi davranışın sapma teşkil edeceğine, meşru olup olmadığına karar verirken söz konusu sapmaların kimler tarafından gerçekleştirileceğini sınıfsal bir bakışla belirler. Örneğin hırsızlık suçunu ele alalım. Suç istatistiklerinde hırsızlık kategorisine dahil edilen fiiller, çoğunlukla küçük çaplı hırsızlıklardır. Ancak banka hortumlama gibi fiiller “ekonomik suç” kategorisine alınır ve bunlar sayıca daha az gerçekleştiği için istatistiklerde daha az görünür. Aynı durum, şirket suçları ve memurların işlediği rüşvet ve irtikap suçları için de geçerlidir. Yoksul insanların banka hortumlama olasılığı zenginlere kıyasla ihmal edilebilir olduğundan, suç istatistiklerinde hırsızlığın yoksullar arasında yoğunlaştığı görülür.

 

Akla gelen başka bir soru da, bu sistemin banka hortumlama türünden suçları önlemeye dönük uygulamalarının olup olmayacağıdır. Olmayacağını iddia edebiliriz, zira ancak zenginlerin, siyasi veya ekonomik güç sahibi kesimlerin işlemesi mümkün olan bu tip suçların soruşturulma yöntemleri dahi başkadır. Başka bir deyişle egemen sınıf, kendi mensuplarına özgü olabilecek suçları dahi yoksul sınıflardan ayırarak ele alır. Bu ayrım, görece yeni ve gelişmekte olan Marksist kriminoloji teorisinin de kalkış noktasını oluşturur.

 

En başa dönecek olursak, “öngörüye dayalı polislik” sisteminin, çeşitli önyargılara dayalı fiili uygulamaları yaygınlaştıracağı, hatta yasal düzenlemeler de eklenirse yasallaştıracağı görülür. Bunun mantıksal sonucu, bir toplumun çeşitli kesimlerinin aynı bütünün parçaları olarak değil potansiyel suçlular ve kurbanlar olarak ele alınması ve buna dayanan bir hukuk anlayışının gelişmesidir. Belirlilik ve hukuk güvenliği gibi hukukun temel ilkelerini ihlal etme potansiyelini güçlü biçimde içinde barındıran bu sistem, istatistiki verileri yaptırım dayanağı haline getirerek, egemenlerin ön kabulleriyle belli kesimleri etiketleyecek ve sınıf çelişkisini hukuk alanında yeniden üretecektir. Böyle bir hukuk anlayışı ise şüphesiz ki Nazi hukukundan pek farklı olmayacaktır.

 

[1] Dolayısıyla, suçun toplumsal bir olgu olarak değil, yalnızca bir istatistik olarak ele alındığını, amacın da suçun toplumsal kaynaklarını ortadan kaldırmak olmadığını anlıyor ve “predictive policing” adlandırmasını, “önleyici polislik” olarak çevirmiyoruz.

 

Kaynak haber: http://www.sciencemag.org/news/2016/09/can-predictive-policing-prevent-c...