Aziz Sancar, Nobel Ödülü ve beyin göçü üzerine...

Nobel Kimya Ödülü bu yıl, Amerika’da çalışmalarını sürdüren Prof. Aziz Sancar’ın aralarında bulunduğu üç bilim insanına verildi. Aziz Sancar’a verilen ödül, Türkiye’deki akademik ortamın durumuna ve bilimsel araştırmalarını yurtdışında yürüten Türkiye vatandaşlarına ilişkin tartışmaları tekrar gündeme getirdi.

Hasret Ülger

Prof. Dr. İzge Günal ve Doç. Dr. Oğuz Altungöz’e, Aziz Sancar’ın aldığı ödül ve Türkiye’de bilim üretimi hakkında fikirlerini sorduk.

Bildiğiniz gibi bu yıl Nobel ödülünün kimya dalında Prof. Dr. Aziz Sancar’a verileceği açıklandı. Aziz Sancar’ın Nobel’i kazanmasını sağlayan çalışmasının önemi hakkında bizleri bilgilendirir misiniz?

İzge Günal: Bütün basın yazdı; Aziz Sancar Nobel ödülünü DNA’nın onarım mekanizmalarını aydınlatıcı çalışmaları nedeniyle kazandı. İşin teknik ayrıntılarına internet taramasıyla ulaşılabilir ama daha fazlası sadece konunun profesyonellerinin ilgileneceği düzeydedir.  Ancak şunu belirtmekte de yarar var: uzunca bir süredir çok sayıda bilim insanının üzerinde çalıştığı bir konu bu. Hepsi de şu ya da bu ölçüde konunun aydınlatılmasına katkıda bulunmuş. Sancar’ın fazlası ise, neredeyse DNA onarımının anlaşılmasının her aşamasıyla ilgili çalışmalarının olmasıdır.

Aziz Sancar’ın çalışmaları çok önemli. Hücrenin yapıtaşlarının onarım mekanizmalarının nasıl olduğunu, mekaniğinin nasıl işlediğini açıklayarak bilgi birikimimizi arttırıp, canlıyı daha iyi kavramamızı sağlaması en önemli yanı. Bunun üzerine pratiğe, insan sağlığına yönelik ne yapılabilir, o ayrı bir konu. Şu anda çok önemsiz gibi duran bir bilginin üzerinde sonradan dev bir sanayi de yükselebilir.

Bu söylediklerim, Sancar’ın çalışmaları pratiğe yönelik hiçbir veri taşımıyor anlamına gelmez. Daha şimdiden, ileride kanser tedavisinin temelini oluşturacağı öngörülebiliyor. Hatta çok pahalı, yıpratıcı ve sonuçları da tartışılabilir olan kemoterapinin bile tümüyle ortadan kalkması olasılıklar arasında.

Bunların dışında evrim teorisini de katkıda bulunduğunu, daha başka bir ifadeyle evrim mekanizmalarının aydınlatılmasına yardımcı olduğunu söyleyebiliriz.

Oğuz Altungöz: Bilindiği gibi, milyonlarca yıllık adaptif seçilim sonucunda oluşmuş kalıtım bilgisi DNA molekülünde depolanmıştır. Bu bilgi, DNA molekülündeki dört temel bazı taşıyan nükleotidlerin dizilimi şeklindedir. Genetik bilginin (DNA’daki baz dizisinin) hücre bölünmesiyle yeni kuşak hücrelere aktarılabilmesi için hücre içinde kopyalanması gerekir.  Kopyalanma sırasında çeşitli hatalar oluşabilmektedir.

DNA’nın yapısı, kimyası gereği bozunmaya açıktır. Ayrıca, DNA ile etkileşime girebilen çeşitli fiziksel ve kimyasal ajanlar da DNA’nın yapısını bozabilmektedir. Bu ajanlar genotoksik ajanlar olarak adlandırılır. DNA yapısında meydana gelen çeşitli kusurlarda “DNA hasarı” olarak adlandırılmaktadır. Bu tür hasarlar DNA dizisinde, yani kalıtım bilgisinde, kalıcı değişikliklere yol açabilir. Bu kalıcı değişikliklerin, doku yenilenmesi için gerçekleşen hücre bölünmesi aracılığı ile yeni hücrelere aktarılması ve böylece hücrelerde birikmesi neoplastik hastalıklara (kanser) neden olmaktadır.

DNA hasarı yoluyla oluşan değişiklikler üreme hücrelerinde meydana gelirse, yumurta ya da sperm aracılığı ile yeni kuşaklara aktarılır. Çok sayıda genetik hastalık bu şekilde ortaya çıkar. Ancak, DNA şifresindeki bazların yanlış eşleşmeleri ya da DNA yapısındaki hasarlar büyük ölçüde düzeltilir. Hücrenin bu hasarları düzeltme düzeneklerine DNA onarımı diyoruz.

DNA onarımı hücrede üç temel düzenekle gerçekleşir: baz eksizyon onarımı; nükleotid eksizyon onarımı ve hatalı eşleşim onarımı. Kimya alanındaki 2015 Nobel Ödülü’ne, üç temel DNA onarım sisteminin her birini bağımsız olarak açıklayan üç bilim insanı layık görülmüştür: Tomas Lindahl, Poul Modrich ve Aziz Sancar. Aziz Sancar, nükleotid eksizyon onarımında rol oynayan enzimleri tanımlayıp karakterize ettiği için bu ödüle layık görülmüştür. Aslında, DNA onarımı, moleküler biyoloji ya da biyokimya disiplinlerinin bir alanı olmakla birlikte tarihsel nedenlerden dolayı bu göreceli yeni alanlarda Nobel Ödülü verilmemektedir.

DNA onarım düzeneklerinin aydınlatılması; biyolojik evrim, türlerin genetik çeşitliliği, hücre yaşlanması ve ölümü, genetik hastalıkların ortaya çıkışı, kanser oluşumu gibi çok sayıda konunun anlaşılmasına katkıda bulunmuştur.

Yurtta bu durum büyük sevinç ve övünçle karşılandı. Sizce Aziz Sancar kendisini Nobel’e götürecek çalışmalara Türkiye şartlarında da devam edebilir miydi?

Oğuz Altungöz: Cumhuriyet Türkiye’sinin okullarında, fırsat eşitliği tanınarak çağdaş yöntemlerle yetişmiş bir bilim insanımızın bu ödülü almasına hepimiz sevindik. Türkiye’de aynı başarıyı gösterme potansiyeline sahip çok sayıda insan olduğunu düşünüyorum. Benim arkadaşlarım arasında var. Aziz Sancar’ı ödüle götüren süreç doktora çalışmalarıyla başlar. Ödüle ilişkin ilk bulgularını 1983 yılında yayınlıyor. Türkiye’deki benzer çalışmalar nitelik ve nicelik yönünden yetersiz.

Bence bunun en önemli nedeni bilimsel etkinliğin sosyolojisiyle ilgili. Bilimsel etkinliğin gereçleri, gerekleri ve bilim üretme kültürü tek-merkezci ve tutucu yönetim anlayışları nedeniyle gelişemiyor. Başarılar bireysel düzeyde kalıyor, kurumsallaşamıyor. Özellikle son yıllarda, temel bilimlerle ilgili fakülteler ve enstitülerin “inovasyon”a yönelmesi bu alanları piyasalaştırmaya hizmet ediyor.

İzge Günal: Bu soruya güvenli, doğru yanıt verebilmek çok güç. Daha doğrusu geçmişe bakıp da, “şu şöyle yapsaydı, bu böyle olsaydı ne olurdu” diye sormak bence çok doğru bir yaklaşım değil. Ancak Aziz Sancar’ın ABD’de bulduğu olanaklarla, o günün Türkiye’sinin olanakları elbette karşılaştırılamaz bile. Zaten Aziz Sancar da Türkiye’ye dönmeme gerekçelerini böyle açıklıyor.

Ama başka bir senaryo da şöyle olabilirdi: Sancar Türkiye’de çalışmalarını belirli bir aşamaya getirip, kritik noktalarda kısa süreli yurtdışına gidip ortak çalışmalarla devam eder. Çalışmalarının önemini fark eden devlet, kendisine gerekli laboratuvar koşullarını sağlayıp, Nobel’e giden yolu açar. Ancak bunun ülkemizdeki bilimin ve bilim kültürünün gelişmesi yönüyle bir anlamı yoktur.

Aslında beyin göçü sorunu bu konu ile tekrar gündeme gelmiş oldu. Türkiye’deki akademisyenlerimiz arasında yaygın olan yurt dışında çalışma ihtiyaçlarının nedenleri nelerdir?

İzge Günal: Bilim insanlarını yurt dışına iten iki önemli neden daha iyi çalışma ve daha iyi yaşam koşullarıdır. Yani her ikisinde de neden ekonomiktir.  Yabancı dilde eğitim de bu göçte katalizör işlevi görmüştür. Göç veren ülkeler iki şekilde sömürüyle karşı karşıya kalmışlardır. Birincisi bu kişilerin yetişmesi için gerekli yatırım ve harcama göç veren ülkeye yaptırılarak, bu ülkelerin kaynakları kullanılmıştır. İkincisi ise göç eden her uzmanın ülkesinde bıraktığı boşluk, o ülkeye ikinci bir zarar olarak yansımıştır. Burada söylemeye çalıştığım, örneğin göç eden bir doktor nedeniyle ülkesindeki çocuk ölüm oranını artırmasıdır.

Ancak günümüzde beyin göçü şekil değiştirmiştir. Artık ileri kapitalist ülkelerin ve özellikle ABD’nin, bilimcileri kendi ülkesine getirmek gibi bir zorunluluğu yoktur. Tersine istediği çalışmaları bu insanlara kendi ülkelerinde yaptırıp, maliyeti daha da azaltmaktadır. Teşvik için Avrupa Birliği veya NATO desteklerinin yanı sıra ülkenin kendi burs ve destek sistemi de kullanılabilmektedir. Kısacası bu mekanizma ile olan sömürü aslında artmış olmaktadır. Durum otomotiv üretiminin merkez kapitalist ülkelerden perifere kaymasından çok farklı değildir. Küreselleşme denilen olgu beyin göçünü de etkilemiştir.

Nasıl çözebiliriz sizce beyin göçü sorununu? Bilim üretiminde mevcut uluslararası eşitsizlik ve iş bölümü koşullarında çözüm mümkün mü?

İzge Günal: Var olan koşullarda sorunun çözümü olası değildir. Çalışmalar hangi ülkede yapılırsa yapılsın, sonuçta ileri kapitalist tekellerin, özellikle de ABD’nin işine yaramaktadır. Patent yasaları, fon destekleri gibi mekanizmalarla geri kalmış ülkelerin bilimden öncelikli yararlanmaları hemen hemen olanaksızdır. O zaman sistem değişmelidir bilimsel gelişmelerden tüm insanlığın yararlanabilmesi için.

Şunu anımsamakta yarar var: Sosyalist ülkelerin ne kendi aralarında, ne de bu ülkelerle dünyanın geriye kalan ülkeleri arasında kayda değer bir beyin göçü olmamıştır. Gerektiğinde sonuna kadar yardım yapılmış (üçüncü dünya ülkelerindeki Kübalı doktorları düşünün), bilgi paylaşılmış, ama asla bu sömürü sistemine bulaşmak düşünülmemiştir bile.